“Hayatta bana tutunacak kimse yoktu eskiden de, onun eksikliğini duymuyorum; ama benim de tutunacak kimsem kalmadı artık. Hayat, benden aldıklarının yerine, benden başka bir şey koymadı hiç. Yaman bir güneşin titrek dalgalarında aradığım huzur bile, bir karganın sesiyle bozuluyor her sabah. Ben, gitmekle kalmak arasındaki çizgide geçirdim yaşamımın çoğunu. Son bir senedir, yatak odamızın kapısından içeri almıyordu beni karım. Çocuğum, daha “baba” derken öğrenmişti “kaka” demesini ve bunları birleştirerek söylemesini. Mavi pabuçlarının ponponlarından başka hiçbir şey yok şimdi ondan bana kalan. Yüzünü bile görmedim zaten kaç zamandır. “Ben tükendiğimde ne olacak. Asıl olan ne menem bir şeydir ki, bana hiç uğramadı. Zamanında elimde olup da, şimdi yalnızca geçmişimde, tümlenmiş duygularda, kesişen anılarda olan o kadar çok hasretlik sevdam var ki… Kanıma girip de ruhumu derin sızılarda inleten kalp ağrılarım da bana aşkın ne derece kuvvetli ve ne derece zayıf olduğunu gösterdi. Kendimle zıt yüklü kutupların ortak çekim alanında kim var kim yoksa, yarattığım itkiyle yere serilip, ardımdan bir dolu küfür yağdırdılar senelerdir. Acınmayı bildiğimden değil, acımayı bilmediğimden kaynaklanıyordu tüm zalimliklerim ama yine de, karşıma geçen herkes, bir tükenişin tek tarafında benliliği sorguluyordu.”
***
Kendimi gözlemek yetmiyor bana; gözetlenmek istiyorum…
“Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?”
Mehmet Âkif Ersoy
1
Daha bu gün öğrendim. Öleceğimi, hem de iki ay sonra…
Bu kısacık zaman sonunda, yirmi sekiz yıllık yaşantının biteceğini bile bile yaşayacağım şimdi. Hep merak ederdim, öleceğim zamanı bilsem neler yapardım diye. Şimdi biliyorum. Bu yüzden de karar verdim başkalarının meraklarını gidermeye.
Askerdeyken bir arkadaşım, “Bir mermi kadar hızlı koşabilseydin ne yapardın?” diye sormuştu bana. “Bilmem” dediğimi anımsıyorum şimdi. Oysa ki aynı soru bana bugün sorulsa, ne yanıt verirdim bunu buldum. Ve bir şeyin daha farkına vardım ki, bir soruya yanıt bulunduğunda, soru değersizleşiyor, yanıt önem kazanıyor. Oysa ki, yanıtsız kalmış tüm soruların hâlâ bir soru değeri var. İnsanlar da böyle. Yaşamları boyunca, bir yanıtın ardından koşturup duruyorlar. Nice iyi, nice kötü işler yapıyorlar; hayatları boyunca karşılarına çıkan tüm engelleri paralıyor, sarsıyor âdeta tepiyor ve sona ulaşmaya çalışıyorlar. Sona ulaştıkları anda ilahi kudreti keşfediyorlar ve ölüyorlar. Geriye ne kalıyor? Yoksulluk ya da zenginlik; ağlayanlar, gülenler ve ölenin eksikliğini hissetmeyen bir dünya…
Ben öldüğümde ardımdan kim ağlayacak?
Gerçekten ama; göstermelik değil…
Annem de babam da, aynı trafik kazasında yiteli neredeyse beş sene oluyor. Kardeşim askerde vurulup gideli üç yıl, karım beni terk edeli iki ay…
Hayatta, bana tutunacak kimse yoktu eskiden de, onun eksikliğini duymuyorum; ama benim de tutunacak kimsem kalmadı artık. Hayat, benden aldıklarının yerine, benden başka bir şey koymadı hiç. Yaman bir güneşin titrek dalgalarında aradığım huzur bile, bir karganın sesiyle bozuluyor her sabah. Ben, gitmekle kalmak arasındaki çizgide geçirdim yaşamımın çoğunu. Son bir senedir, yatak odamızın kapısından içeri almıyordu beni karım. Çocuğum, daha “baba” derken öğrenmişti “kaka” demesini ve bunları birleştirerek söylemesini. Mavi pabuçlarının ponponlarından başka hiçbir şey yok şimdi ondan bana kalan. Yüzünü bile görmedim zaten kaç zamandır.
Ben tükendiğimde ne olacak. Asıl olan ne mene bir şeydir ki, bana hiç uğramadı. Zamanında elimde olup da, şimdi yalnızca geçmişimde, tümlenmiş duygularda, kesişen anılarda olan o kadar çok hasretlik sevdam var ki… Kanıma girip de ruhumu derin sızılarda inleten kalp ağrılarım da bana aşkın ne derece kuvvetli ve ne derece zayıf olduğunu gösterdi. Kendimle zıt yüklü kutupların ortak çekim alanında kim var kim yoksa, yarattığım itkiyle yere serilip, ardımdan bir dolu küfür yağdırdılar senelerdir. Acınmayı bildiğimden değil, acımayı bilmediğimden kaynaklanıyordu tüm zalimliklerim ama yine de, karşıma geçen herkes, bir tükenişin tek tarafında benliliği sorguluyordu.
Unuttuğumu bana hiçbir zaman hatırlatmadı yaşam. Ama unutulduğumu çoklukla kafama kakıp durdu. Yine de kendime düşüp de geçmişe ağladığım gün, ayırdına vardım dimağımda ne ağır gülleler yığıldığının.
Çoraplarımı hep tersine giydim şimdiye kadar. İçimden geçen her şey, her yanlışın arkasında eriyip kaybolurken, tüm yanlışlarımı doğru kabul etti insanlar. Beni büyüten onlardı ama büyümeye çalışıyormuş gibi görünendim hep ben. Kandırıldıklarını anladıklarında asıl kabul edemedikleri, kendi kendilerini kandırdıklarıydı insanların. Kandırmak suçtu ve hiçbiri kendi gözünde suçlu olamazdı çünkü gözbebekleri yalnızca dışarıyı görüyordu. İçlerine bakmaya çalışan gözü, diğer gözü körler çoktan kör etmişlerdi. Sağduyu ölmüştü çoktan.
Eldivenlerim ve el fenerim vardı benim. El fenerimi eldivensiz kullanmaz, eldivenlerimi fenersiz takmazdım. Eldivenlerim beyazdı; fosforu sarı çizgilerle süslü abartılı bir beyaz. Ama fenerim sarı ışık verirdi. Ellerimden düştü her ikisi de; işte o an beni kendime bırakan gücü hissettim içimde: Korkumu; her an depreşen, her an beni boğacakmışçasına bir hızla ardımdan koşan canavarı keşfettim.
Eldivenlerim yere düştü ama toz kaldırmadı hiç. Fenerin kırılan camından geriye ne bir ses kaldı, ne de ucu kesik bir parmak. Hayalimde kanadı ruhum, bedenim tüm varsıllığında etrafımı kuşatmışken. Aşkın elyafla ne ilgisi vardı ki, eldivenlerim yere düştüğünde, bir zamanlar karıma tabii o zamanlar sadece sevgilimdi duyduğum o sınırsız sevgiyi hissettim yeniden. Sanki öfkeli korkuma karşı koyabilecek tek güç, o sevginin yeniden bedenimde şahlanmasıydı. Karşımda duran yoldan geriye dönmek, aslında bensizliği dert ettiği kadar hayatta hiçbir şeyi dert etmeyen karıma ödemem gereken bir borçtu. Ama hiç kimse şimdiye kadar bana gönül borcu ödemedi; bilmiyorum bu borcun nasıl geri ödeneceğini.
Zaten kalbimde, aldığım borçların bir çetelesini tutmuş değilim. Kimden, ne zaman, ne aldığım umurumda değil. Tek umurumda olan, korkumun, depreştiği zaman bana neler yapabileceği ve hatta neler yaptırabileceği. Şunu öğrendim ki, hayatta en çok yorulduğun an, en hızlı koşman gereken zamandır. Şimdi de öyle. Ömrümün sonunu beklerken; yani ruhsal yaşlılığımı bedensel gençliğimde yaşamaya mahkûm olurken, yapmayı arzuladığım şeylerin en fazlasını gerçekleştirmem gerekiyor: Doyamadığım sabah uykularımdan vazgeçip, hiç sevmediğim geceleri, kendi yalnızlığına terk etmem gibi…
Doktorların, benden başka herkese söylemeleri gereken bir şeyi, yalnızca bana söylemeleriydi beni ürküten belki de. Ama bu da bir korku olabilir miydi? Doktorların adam yerine koyup bu haberi fısıldayabilecekleri bir tek ben mi vardım yoksa ölümü başkalarını ilgilendirecek kadar bile adam değil miydim?
Sert bir rüzgar uyandırdı beni belki de, bilmiyorum. Üşüdüğümde, her zamanki gibi dişim sızladı yine. Belki on sene önce çektirmeliydim ama şimdi bir anlamı kalmamıştı o hep yaşamaktan kaçtığım acıyı yaşamanın. Ya da salt yaşayabilmiş olmak için kendime eziyet etmeliydim. Vücudum her gün halsizleşip, hissizleşirken, duyumsama sınırlarımın sonuna kadar dayandırmalıydım çektiğim acının derecesini. Kalbimde, oraya gömdüğüm duygular kendilerini kaybederken, yerlerine istilacı fakat geçici olarak gelen acılar geçmeliydi. Olamadığım ve yaşayamadığım her şey için, kendime, yaratmaya söz verdiğim fırsatlardan biriyle de acıya mı atlamalıydım? Gözlerimden yaşlar boşanacak kadar canım mı yanmalı, kendimi o duvardan bu duvara mı atmalıydım?
Acıyla kıvranmak da bir yaşam biçimi miydi?
Zaten hastalığımın son dönemlerinde yeterince acı çekmeyecek miyim? Bırakayım da içimde depreşen korku sarsın beni; ölüm korkusu yensin yaşama hırsını. Ama galip gelen sevgi olsun hayatımda ilk kez. Çok önceden çökmüş olan kararlılığım ve gururum, yalnızca sevilebilirliğimle yaşanabilirliğim arasındaki soğukluğu gidermeye çalışsın.
Ne garip yaratıklarız biz insanlar. Tüm varlıklar, bir yokluğun, ya da var kabul edilen ve hiç bulunamayan bir gerçeğin arkasından koşarken; kendi başına yürümeye kalkan tekilleri, sürüsünü dağıtmış bir kurt kapıyor. Yuhalanmak ile azat edilmek arasında geçen bir cezalandırma dönemi, törenlerle kutlanacak kadar büyük bir insanlık şölenine dönüşürken, kendi başımıza sırıtabildiğimiz tek anları kovalamıyor muyuz hep?
Kendime açtığım savaşta kazanan da kaybeden de hep içimden birileri oluyor. Tüm galipler, tüm mağlupların yanında yer alırken, içimde beni oynayan dublörler silsilesi, kendi kişiliklerini bana kabul ettirmeye çalışıyor. Tarafsızlığımda yitiriyorum galip taraftan yana olma telaşımı. Benim için dövüşen onlarca “ben”’e, yine benden bir şeyler vererek ama sürekli bir şeyler vererek yardım ediyorum. Korktuğum başıma gelirken, kendimden başka hiç kimse, bu çokluğa akıl erdirip ben düşerken beni tutmaya yetişemiyor. Ama düşmeye başlayanları gördüğünde içimden biri, orada mutlaka onu tutacak gönüllüler çıkıyor. Benden kaç tane olduğunu bilmiyorum. Çoğu, olmak istediğim ben gibi davranmıyor. Yalnızca olabildikleri kadar gerçekçi olmaya çalışıyorlar. Ama tüm yapaylıkların asıllık ve özgünlük sayıldığını bilmeyen ben, hayatın herkese adil davrandığını düşünerek arıyorum içimdeki hangi “ben”’in gerçek ben olduğunu. Ölüyor olmam, hepsinin ölüyor olması anlamına geldiği halde, hepsinin yaşaması, salt benim yaşamama bağlı değil. Hayatımın en “mutlu” gününde, gençliğim ölüveriyor mesela!..
Tüm hegemonyalara ve itaatkâr zaaflarına karşı durarak, çıkarsız bir mekanın tufanında kendinden geçmiş; karmaşık sakız ağacı dallarıyla evler örmüş; her bulduğu yeni yetmelik heyecanını geri tepmiş olan ben kimim?
Pervasız, fütursuz hatta munis kişiliğinden kâh bir balık, kâh bir aslan, kâh bir kartal yaratan; kısırlığın içinde doğmaya çalışan bir çocuk gibi çırpınan, sonra da adı “Kamus”’ta bile geçmeyen, yitik bir primat azizliğinde her gün yeniden kullaşan, kullaştıkça tanrılaşan, melekleşen, şeytanlaşan ben kimim?
Omzumda, vuruk sevdalardan örülü bir kilimle, kendi vurgununun telaşını yaşayan; vuruldukça dirilen, dirildikçe vurulan; kanadında arı bir dua, benimle aynı göğü paylaşan bir böcekle, her gün yeniden konuşurmuş gibi yapan; hayattan aldığı her şeyi tırnağıyla kazıyıp, kazanımlarını çoğu kez kepçeyle sunan ben kimim?
İstanbul’un azizliğinde saklı bir telaşı, bir gönül yarasına merhem yapan; kızlarla kazları aynı kümeste saklayan; yaklaştığı her şeyden kaçan, yaklaşan her şeye koşan; demir duvar misali, olmazsa olmaz bir dökümün bütünlüğüyle ortaya çıkan; parçalandığı hâlde, tüm birlikteliğini, yine de kendisini parçalayanlara borçlu olan; içindeki savaşa dur diyebilecek tek şeyin, kendine açacağı bir savaş olduğunu bilen ben kimim?
Şimdi aklıma, bir yerlerde okuduğum birkaç satır –belki de sadece bilinçaltımın uydurması geliyor. İçimden bir ses diyor ki:
İnsanları sevebilmek için, önce kendini, onları sevdiğine inandırman gerekiyor.
Bir başka ses, soluğundaki yitikliğin vurgunluğunda, karımı ve çocuğumu terk edişimin hesabını soruyor benden:
Kısırlığın sorun olduğu üreme dünyamızda, asıl sorun kısır olan organlarımız değil, sevişme arzumuz. Biz sevişmek için seviyoruz; halbuki eskiler, sevmek ve sevilmek için sevişirlermiş.
Yaşadığım her tümlenceden sonra kalemime ve zihnime dolan tümceler, asıl zaafım olan konuşabilirliğimi yitikleştirirken, ben eli kolu bağlı oturmaktan başka bir şey yapamıyorum. Çünkü içimde top yekun süren amansız bir savaşla, daima kendimden bir şeyler kaybederken, yitikliğimi kaybetmeyi bir türlü beceremiyorum. Aldığım yaraların silikliği, derinliğimi etkileyen hiçbir şeyin olmadığının bir kanıtı belki ama kendime içten verdiğim zararlar, hiçbir keskinliğin açamayacağı dev delikleri, hem de bana bakan yüzde açıyor. Körleştiremedikleri içgözlem gözüm, ufuğa takılı kalmış mavi gözlerime meydan okurcasına çok şey görürken, kendimle kavgama ara vermeye, biraz soluklanmaya, belki de bu arada saklanmaya gereksinim duyduğumu fark ediyorum. Kendimde yarattığım krizler, hasta olma fikrinin saplantılaşmasının bir izdüşümü belki de ama yine de benden geriye kalan artıkların büyüklüğü, benim ne derece büyük ve ne derece küçülmüş olduğumu gösteriyor.
Kendimin yorgunu olmakla, kendimi yormak arasında nasıl bir ilişki varsa, hayatta olmakla hayatı yaşamak arasında da öyle bir ilişki var diye düşünüyorum. Söylediklerimden, hemen söylediğim anda vazgeçsem bile, benim ağzımdan çıkan sözcükler, hayatta kimsede bulunamayacak bir vefa örneği sergiliyor. Ama uçsuz bucaksız sözcük dizgelerim arasında kendisini kaybeden özgünlüğüm, anlaşılabilirliğim ve kendi başınalığım, daha bir yitikleşiyor ve tekilleşiyor. Ben, içimdeki “ben”lerle uğraşımı tamamlamaya çalışırken; sözcük perilerim, farklı benlerin, aynı ağızdan çıkarttığı sesleri tekleştiriyor ve benim içimde yapamadığımı eylemlerde gerçekleştiriyor.
Bilinç var mı? Varsa nerede?
Bildiğimden emin olduğum tek şey, ölüyor olduğum. Kâbuslarım da, hayallerim de yaşam üzerineyken, en az aklıma gelen kavram, yeniden depreşiyor şimdi. Hem de hayatımın gerçeği olarak. Yaşasaydı, Nietzsche anlardı beni belki ama artık onun için bile, böyle bir vakayla uğraşmak olanaksız. Kaldı ki, körleşmeye başlayan asıl gözlerin coşturduğu bir içgözlem gücüydü aslında Nietzsche’yi Nietzsche yapan. Giderek bozulan gözler bende de var. Hatta, bir saatlik okumalardan sonra korkunç bir baş ağrısı yarattıkları da oluyor. Ve tabii, o ağrının içinde, öyle bir zihinsel dinginlik yaşıyorum ki, çevreden gelen tüm uyaranlar, bu ağrıyla ezilip silinirken, içimden gelen tüm veriler, her bir sinir hücremde farklı farklı süreçlere tabi tutuluyor. İşte öyle günlerden biriydi zaten içimdeki ikinci “ben”i keşfedişim; ve yine benzer bir günde keşfettim içimdeki ikinci “ben”in tek kişi olmadığını. Korktuğumu saklamam yersiz olabilir şimdi ama o zaman korkmak zaafı, sonumu getirecek “ben” olabilirdi. Bir tanrı ağladığında, tüm yaratılmışlar âlemi susup, tanrının hıçkırıklarına eşlik eder ya da tanrı muazzam bir sessizlik yaratabilir ama bir yaratılmış ağladığında çoğu kez duyulan ses, tanrının fısıldanan adıdır. Ben ağladığımda ise içimden “sus” diye sesler geliyor. Sonra “hadi devam” diye çığlıklar yükseliyor. Ben durdukça gitmem için iteliyor; gitmeye başladığımda da beni durdurmak için ellerinden geleni yapıyor içimdeki “ben”ler.
Kendime karşı çok katıyım belki de; belki de içimdekileri hoş gördüğümden kaynaklanıyor bu isyan… Ama yalnızım, çok yalnız. Arayış içinde geçen bir ömrün sonunda, bulduklarımın dağınıklığında kaybettiğim benliğim bile, şu zor anımda akli gücümün sınırlarına girmemekte diretiyor. Bir dostun peşinden koşarken, kimsenin dostluğuma, benim dostluğa önem verdiğim kadar önem vermediğinin ayırdına vardığım andaki yıkılışımı hatırladım birden. Ama bu başka bir paragrafta olmalıydı, biliyorum. Belki başka bir bölümde, belki başka bir kitapta. Ama kendimden arta kalanlardan bir bütün elde etmeye çalışan akli ben, içimden gelenleri gelişigüzel diziveriyor düşünce tahtasına. Alıp da yoğurduğum düşünceler, birbirlerinin sakatlıklarına gülüp geçen sakatlar takımı kadar alışmış davranıyorlar, kendilerini var eden aklımın hatalarına. Bu bir affedicilik olsa bile, aynı zamanda bir yok edicilik de olabilirdi. Ama kime sığınsam, benim içinde yüzdüğüm denizin derinliğinden korkuyor ve bensizlikte ısrar eden bir saflıkta, tümenlerce askerden dayak yemiş gibi yıkkın, bezgin, kırık geri çekiliyor. Ve ben, her anımdaki bağlılığın, bağımsızlığımı da bağladığını bilerek ve sürekli bağlı olmayı arzulayıp tam tersi yolda çalışarak, kendimle çatışarak, hayatıma devam ediyorum. Kısa süre sonra bittiğinde bile, kurduğum uzun cümlelerin, zihnimi rahatlıkla uyanık tutabileceğinden eminim. Bu, biraz olsun korkumu azaltıyor. Kim bilir, belki de sevmeye başlarım bu fikri, o ana daha da yakınlaştıkça…
İki aydan bir gün eksildi. Belki tanrı sesimi duyar da, iki ayın sonuna bu yiten günü ekler. Yaşanası bir iki ay daha var olur önümde. Ama şimdi susma vakti. Yine günün adamı Nietzsche ile kapatalım defteri:
Yele karşı tükürmekten sakının!…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Roman (Yerli)
- Kitap AdıUmut, Kadın ve Kristal Gül
- Sayfa Sayısı176
- Yazarİlker Balkan
- ISBN9789944394079
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Bilek Yayınları / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ti Amo Ada (Seni Seviyorum Ada) ~ Hikmet Gedikli
Ti Amo Ada (Seni Seviyorum Ada)
Hikmet Gedikli
İkinci Dünya Savaşı’nda Yunan Adası Meis’te hayatını kaybeden, İtalyan donanmasında dalgıç bir dedenin torunu… Diyabet eğitmeni, dalgıç, romantik, yakışıklı Giovanni’nin sürükleyici romanı… Kitabı okurken...
- Balkan Hayaletleri – Bugün Günlerden Son Gün ~ Ahmet Sevindik
Balkan Hayaletleri – Bugün Günlerden Son Gün
Ahmet Sevindik
Yedi bıçak darbesi. İkisi kurbanın sırtında, üçü karnında, biri kolunda, biri de kasığında. Ve kızdırılmış metalle bırakıldığı anlaşılan izler. Belgrad’da, Tuna’nın kıyısında bir Türk’ün...
- Alacakaranlık İtirafları ~ Şiro Hamao
Alacakaranlık İtirafları
Şiro Hamao
“Yamamoto, sen bir insanı öldürmenin ne kadar zor olduğunu hiç düşündün mü? Önceden planlayıp cinayet işlemek, bir şeytan olmadığın sürece yapabileceğin bir şey değil.”...