Kabuğuna Sinmiş Adam, Çehov’un yarattığı yaratıcı durum öykülerinin en güzellerinden bir tanesi. Bu öyküye eşlik eden diğer seçkin öyküleriyle Çehov, modern zamanların en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilmeyi nasıl başardığını gösteriyor.
Bir öykü yaratıcısı olarak Çehov, yarattığı karakterlerin derinlerini, iç çekişmelerini ve düşüncelerini okuruna anlatmaktan büyük bir zevk duyuyor ve yıllar içinde edindiği ustalıkla okurunun damağında değişmez, üstün bir tat bırakıyor.
Çehov, dünya edebiyatının yıkılmaz kalelerinden, çağlara meydan okuyan dilsel gücüyle kültür dünyamızın duayenlerinden biri olarak bu taptaze, duru çevirisi ile yeniden okunmayı fazlasıyla hak ediyor.
***
KABUĞUNA SİNMİŞ ADAM
Geç kalan avcılar, Muhtar Prokofıy’in Mironositskiy Köyü’nün ucundaki samanlığında gecelemeye hazırlanıyorlardı. İki kişiydiler: Veteriner İvan İvanıç ile lise öğretmeni Burkin. İvan İvanıç’in Çişma Himalayskiy diye kendisine hiç de yaraşmayan iki isimden oluşan ilginç bir soyadı vardı. Bu nedenle de, herkes ona kısa adıyla hitap ederdi. Kent dışındaki harada kalırdı. Temiz hava almak için ara sıra böyle ava çıktığı olurdu. Öğretmen Burkin, yaz aylarını Kont P.’ler sayesinde geçirirdi. Buralarda tanımayan yoktu onu.
İkisinin de uykusu yoktu. Uzun boylu, zayıf, sivri bıyıklı bir ihtiyar olan İvan İvanıç, kapının dışında oturmuş yüzünü aydınlatan aya karşı piposunu tüttürüyordu. İçeride, samanların üzerinde uzanan Burkin ise karanlıkta kaldığı için gözükmüyordu.
Şuradan buradan konuşuyorlardı. Söz döndü dolaştı, muhtarın karısı Marva’ya geldi. Marva, zeki ve güçlü, kafası işleyen bir kadın olduğu halde, ömründe bir kere bile doğup büyüdüğü köyden dışarı çıkmamış, ne kenti, ne demiryolunu görmüştü, On yıldır günlerini sobanın arkasında pinekleyerek, gecelerini ise ıssız yollarda yalnız başına dolaşarak geçiyordu.
“Bunda şaşılacak ne var ki,” dedi Burkin. Salyangoz gibi kendi kabuğuna sinmek arzusunda olan az insan vardır yeryüzünde. Kim bilir, bu belki ataerkil yapının yasaları uyarınca eskiye, daha toplumsal yaşayışa geçmemiş, mağarasında bir başına yaşayan ilk insana bir dönüş, belki de insan yaratılışının her zaman görülebilen yasadışı bir örneğidir. Doğa bilimci olmadığım için bu konuda söyleyecek fazla şeyim yok. Ama şu kadarını biliyorum ki, Marva gibileri az değildir yeryüzünde. Uzağa gitmeye ne gerek var, daha iki ay önce Belikov adında bir arkadaşım öldü. Bizim lisenin Latince öğretmeniydi. Hakkında anlatılanlardan bir kısmını sanırım siz de duymuşsunuzdur. Çok sıcak havalarda bile çizmelerini ve pamuk astarlı paltosunu çıkarmaması, şemsiyesini bir an bile elinden bırakmaması yüzünden kentte herkes tanırdı onu. Şemsiyesi de, saati de, yalnız kalem açmak için çıkardığı çakısı da birer kılıf içindeydiler daima. Paltosunun yakaları her zaman kalkık durduğu için yüzü bile kılıflı gibiydi. Siyah gözlük takar, siyah gömlek giyer, kulaklarını pamukla tıkardı. Faytona bindiğinde ilk işi, sürücüye tenteyi çekmesini söylemek olurdu. Sözün kısası, varlığını bir örtüyle gizlemek ve çevresinde kendisini dış etkenlerden koruyup yalnız kalmasını sağlayacak bir kılıf yaratmak eğilimi vardı. Bu, kişiliğinin oldukça baskın bir yönüydü. Gerçekler sinirini bozuyor, ürkütüyordu onu. Belki de bu korkusunu, yaşadığı zamana duyduğu tiksintiyi haklı gösterebilmek çabası içinde daima geçmişi, hiç var olmayan şeyleri över dururdu. Gerçeklerden gizlenmesine yarayan şemsiyesi, çizmeleri ile öğretmeye çalıştığı Latince aynı şeydi onun için. Gözleri parlayarak, “Ah,” derdi, “Ne hoş ve gür bir dildir şu Latince.” Ve sözlerinin doğru olduğu kanıtlamak ister gibi, gözlerini kısarak, parmağını sallayarak eklerdi; “Antropos!”
Belikov’un, düşüncelerini de kılıfta saklamaya çalışır gibi bir hali vardı. Bazı hareketleri yasaklayan genelge ve gazete yazılarından başka bir şeye güvenemezdi. Bir genelge, öğrencilerin akşam saat ondan sonra sokağa çıkmalarını ya da bir gazete yazısı cinsel ilişkileri yasaklıyorsa, artık bunun başka bir şeklini düşünemezdi. Yasak yasaktı onun için. İzinlerde ise her zaman kuşkulu, açıkça ifade edilmemiş, bulanık bir yan arardı. Kentte bir tiyatro, okuma ya da çay salonu açılmasına izin çıksa başını sallar, alçak bir sesle, “Tabii haklılar,” derdi. “Bütün bunlar iyi de, altından bir hinlik çıkmasa.”
Kendisiyle hiç ilişiği yokmuş gibi görünen en küçük bir yasadışı hareket onu son derece üzer, umutsuzluğa düşürürdü. Arkadaşlarından biri kiliseye geç kalsa, öğrencilerden birinin yaramazlığı duyulsa ya da memurelerden biri gece geç vakit bir subayla dışarıda görülse hemen heyecanlanır, “Altından bir hinlik çıkmasa bari,” derdi.
Çocuk eğitimi konusunda ileri sürdüğü fikirlerdeki aşırı ürkeklik ve kuşkuculuğuyla, gerçekten kılıflı iddialarıyla ne kadar da umutsuzluğa düşürürdü bizleri! Kız ve erkek liselerinde gençliğin kontrolden çıktığını, sınıflarda çok gürültü olduğunu, bunları yönetimin duymasından, altından bir hinlik çıkacağından korktuğunu, ikinci sınıftan Petrov, dördüncü sınıftan Yegor atılsa çok iyi olacağını söyler dururdu. Sonunda ne oldu biliyor musunuz? İç çekmeleriyle, acınmalarıyla, renksiz, küçücük yüzünün ortasındaki, bir kokarcanın yüzü kadar küçücüktü yüzü gerçekten de, siyah gözlükleriyle sonunda hepimizi yendi. Yenilgiyi ister istemez kabullenmiştik. Önce “hal ve gidiş”ten Petrov ile Yegor’un birer notunu kırdık, bir zaman sonra cezayı daha ağırlaştırarak izinlerini kaldırdık ve sonunda okuldan attık onları…
Belikov’un pek yadırganan bir huyu daha vardı. Öğretmen arkadaşlara konukluğa giderdi. “Davetsizce evlere girer, denetlemeye gelmiş gibi hiç konuşmadan duvarlara, eşyalara bakardı. Bir iki saat böylece oturduktan sonra kalkıp giderdi. Bunun adına da arkadaşlarla iyi ilişkileri sürdürmek derdi. Bu ziyaretlerin ona pek sıkıcı ve ağır geldiği açıktı ya, bir arkadaşlık görevi sayıyordu bunu kendince. Biz öğretmenler son derece çekinirdik ondan. Müdür bile korkardı, inanın. Öğretmenler az çok mürekkep yalamış, Turgenyev’i, Sçedrin’i okumuş, kafası işleyen insanlardır, değil mi? Ama gelin görün ki, çizme ve şemsiye ile dolaşan bu adam tam on beş yıl okulu avucunun içinde tuttu! Yalnız okulu mu? Bütün kenti! Aman belki o duyar diye eşlerimiz cumartesi akşamları toplanıp şöyle bir eğlenemezler, oruç ayında din adamları onun yanında et yemekten, iskambil oynamaktan çekinirlerdi. Son on, on beş yıldan beri onun etkisiyle kentte herkes, her şeyden korkar olmuştu. Yüksek sesle konuşmaktan, mektup yazmaktan, uygunsuz kaçabilecek bir dostluğa başlamaktan, kitap okumaktan, yoksullara yardım etmekten, onları okutmaktan korkuyorlardı…
İvan İvaniç bir şey söylemek istiyor gibi öksürdü, piposundan bir nefes çekti, ay’a baktı ve tane tane konuşarak, “Evet,” dedi. Kafası işleyen, Turgenyev’i de, Sçedrin’i de, daha birçoklarını da okumuş öğretmenler boyun eğdiler… Böyle işte.”
Burkin hikâyesine devam etti:
“Belikov ile aynı apartmanda oturuyorduk. Dairelerimiz aynı katta, kapılarımız karşı karşıyaydı. Sık sık görüşürdük. Evdeki yaşantısını da biliyordum. Orada da aynı durum vardı: pijama, külah, panjurlar, kapı sürmeleri, bir sürü yasaklar ve ‘altından bir hinlik çıkmasa!’lar… Oruç ayında hamur işi yese mideye zarar, et yese olmaz: birisi duyar ya da görür de ‘Belikov oruç tutmuyor,’ diye söz ederler sonra… Bunun da bir yolunu bulmuştu, tereyağında alabalık kızarttırıp yerdi. Bu belki oruç yemeği değildi, ama orucu bozacağını da kimse iddia edemezdi ya… Birinin aklına kötü bir şey gelir diye evine kadın hizmetçi sokmazdı. Afanasiy adında beceriksiz, yarım akıllı, askerliğinde emir erliği yapmış, şöyle böyle yemek pişirebilen, altmış yaşlarında bir adamı aşçı olarak tutmuştu. Afanasiy, ellerini göğsünde bağlar, kapıda dikilir, derin derin soluyarak durmadan aynı şeyi mırıldanırdı: “Eskiden böyle miydi ya!”
Belikov’un yatak odası kutu gibi küçücüktü. Karyolasını koyu bir cibinlik kuşatırdı. Yatağa girer girmez başını yorganın altına sokar, kalkıncaya kadar bir daha dışarı çıkarmazdı onu. İçeride daima sıkıcı, boğucu bir hava olurdu. Rüzgâr, kapalı panjurları, kapıları tıkırdatır, sobada ıslık çalar, mutfaktan Afanasiy’in öfkeli solumaları işitilirdi…
“Yorganın altında boğulacak gibi olurdu. Kötü bir şeyler olacağını, Afanasiy’in onu kesmek istediğini, hırsızların eve girmeye hazırlandıklarını kurar kurar, sonra sabahlara kadar kâbuslar görürdü. Ve sabahleyin birlikte okula giderken hep solgun yüzlü, sıkıntılı görürdüm onu. Çalışmakta olduğu kalabalık, gürültülü liseden ürktüğü, çekindiği belli olurdu hareketlerinden. Benimle yürümekten bile sıkılırdı. Ve bu can sıkıntısını gizleyebilmek için, “Son zamanlarda çocuklar sınıflarda çok gürültü ediyorlar,” derdi. “Bu kadarı hiç olmamıştı.”
“Ve bu Latince öğretmeni, bu kabuğuna çekilmiş insan, inanır mısınız, az kalsın evleniyordu.”
İvan İvanıç, birden dönüp içeri baktı:
“Şaka ediyorsunuz!”
“Hayır, ciddi söylüyorum, inanılacak şey değil, ama ramak kalmıştı evlenmesine. Kovalenko, Mihail Şavviç Kovalenko adında Ukraynalı bir tarih coğrafya öğretmeni atanmıştı bize. Ablası Varenka ile geldi. Uzun boylu, esmer, iri yarı, kocaman elli, kalın sesli bir gençti bu. Sıtma görmemiş bir sesi vardı, konuşurken gümbür gümbür ederdi… Ablası ise genç kızlık çağını arkada bırakmış, otuz yaşlarında, kara kaşlı, kara gözlü, al yanaklı, kardeşi gibi iriyarı ve uzun boylu bir kızdı. Kız dedim, ama kızdan biraz daha geçkin hani kadınlığın orta yaşında biri olduğunu kestirmişsinizdir. Öyle canlı, neşeli, gürültücü halleri vardı ki… Durmadan Ukrayna halk şarkıları söyler, kahkahayla gülerdi. En küçük bir şey olsa yüksek perdeden kahkahayı koyuverirdi. Hatırlıyorum, Kovaleno’larla müdürün yaş günü partisinde tanışmıştık. Her zaman ciddi, ciddi oldukları kadar da sıkıcı, yaş günü partilerine bile zoraki giden öğretmenler arasına köpüklerin içinden birdenbire bir Afrodit doğuyor, ellerini beline koymuş ortalarda dolaşıyor, neşeli kahkahalar atıyor, şarkı söylüyor, oynuyor… Önce duygulu bir sesle Rüzgâr esiyor şarkısını söylemişti. Peşinden bir iki halk şarkısı daha söyledi. Hepimiz mest olmuştuk. Belikov bile hayran hayran dinliyordu onu. Şarkılar bitince gidip yanına oturmuş, tatlı tatlı gülümseyerek, “Ukrayna dili de Latince gibi kulağı okşayıcı ve gür sesli bir dil,” demişti.
Bu yakınlık kızın hoşuna gitmiş olacak ki, heyecanlı heyecanlı yurdunu, Gadyaçeski ilindeki çiftliğini anlatmaya başlamıştı. Annesi çiftlikte kalıyormuş, öyle armutlar, öyle kavunlar, kabaklar yetişirmiş ki orada… O kadar lezzetli, o kadar lezzetli borsç çorbası yapılırmış ki, tadına doyum olmazmış!
Ağzımız açık onlara bakıyorduk. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. Müdürün eşi kulağıma eğilerek, “Onları evlendirirsek mi, ne dersiniz,” diye fısıldadı. Nedense hepimiz aynı anda Belikov’un bekâr olduğunu hatırlamıştık. Bir arkadaşımızın yaşantısındaki böyle önemli bir ayrıntının şimdiye dek dikkatimizi çekmemiş olmasına şaşıyorduk. Acaba kadınlar hakkında ne düşünüyordu? Bu önemli konudaki sorunlarını nasıl çözümlüyordu? Bu sorularla daha önceleri hiç ilgilenmemiştik. Belki de, sıcak yaz günlerinde bile çizmeyle gezen, cibinliksiz uyuyamayan bu adamın, birini sevebileceğine olasılık vermiyorduk. Müdürün eşi, kulağıma fısıldamaya devam ediyordu:
“Kırk yaşını geceli hayli oluyor, kız da otuzunda… Varenka’nın bu işe hayır diyeceğini sanmam.”
Can sıkıntısından neler yapılmaz ki taşrada! En akla hayale gelmeyecek saçmalıklar, delilikler! Bu durum, yapılması gereken şeylerin yapılmayıp da boş şeylerle uğraşılmasından ileri geliyor bence. İşte bu avarelikten olacak, evli halini düşünemediğimiz bir adamı evlendirmeyi koymuştuk aklımıza. Müdürün, müfettişin ve öteki öğretmenlerin eşleri, hayatın amacını görmüş, anlamış gibi birden bire kendilerini bulmuşlardı. Bir akşam müdürün eşi, tiyatroda bir loca kiralıyor. Bir de ne görüyoruz, elinde süslü püslü bir yelpazeyle Varenka da sağ yanında oturmuyor mu? Mutlu mu mutlu, gözleri pırıl pırıl… Yanında da Belikov süklüm püklüm… Evden kerpetenle sökülüp alınmış gibi bir hali var. Bir akşam yemeği verecek oluyorum, kadınlar Belikov ile Varenka’yı buyur etmem koşuluyla kabul ediyorlar. Anlayacağınız, kazan durmadan kaynıyordu. Sonunda Varenka’nın bu evliliğe seve seve atılacağı çıktı ortaya. Kardeşiyle araları pek de iyi değildi zaten. Her gün kavga gürültü vardı aralarında. Örnek mi istiyorsunuz? Buyurun: Bir keresinde sokakta bağrışmışlardı. Eve dönüyorlardı, önde iri yarı, insan azmanı Kovalenko, sol elinde bir paket kitap, ötekinde kocaman budaklı bir sopa, kasketinin altından saçları alnına düşmüş, üzerinde yamalı bir gömlek, yürüyordu. Kolları yine kitap dolu ablası iki adım arkasından söylene söylene geliyordu:
“O kitabı okumadın sen, Mihail! Yemin ederim ki okumadın,” diyordu.
Kovalenko elindeki sopayı parke taşlarına hırsla vurarak, “Okudum,” diye bağırıyordu. “Kaç kere söyleyeceğim, okudum işte!”
“Hey Tanrım! Niçin kızıyorsun, canım? Güzel güzel konuşamaz mısın sen?”
Kovalenko, bu kez daha da yüksek sesle bağırıyordu. “Okudum diyorum sana! Kes artık!”
Evde de aynı hır gür vardı. Birbirini yer dururlardı. Böyle bir yaşantı tabii ki bıktırmış olmalıydı kızı. Kendi evi olsun isterdi. Yaşını da hesaba katıyor olmalıydı. Böyle durumlarda insan evlenmek için adam seçmez, kim çıkarsa karşısına evlenir gider. Evleneceği erkek bir Latince öğretmeni olsa bile… Hem, bizim kızlarımız için, evlenecekleri kimse değil, evlenmek önemlidir. Nedense, Varenka, Belikov’a açıktan açığa büyük bir bağlılık duyuyordu.
Ya Belikov? Bizlerin ziyaretimize geldiği gibi Kovalenkolar’a da gidiyordu. Girip oturuyor ve bir sözcük bile söylemeden yine duvarları seyrediyordu. O sustukça Varenka ya Rüzgâr Esiyor’u söylüyor, ya dalgın dalgın ona bakıyor ya da birden bire kahkahayı basıyordu.
Aşkta, özellikle evlenme konusunda telkinin çok büyük rolü vardır. Hepimiz, arkadaşlar ve hanımlarımız Belikov’u, artık hayatta onun için yapılacak tek akıllıca işin evlenmek olduğuna inandırmaya, onu ayartmaya çalışıyorduk. “Nikâh pek ciddi bir adımdır”, “Varenka güzel ve ilginç bir kızdır”, “Öyle basit bir kimse olduğu sanılmasın sakın, babası kolbaşıydı”, “Hem çiftliği de var”, “Size ilgi gösteren, içten olan tek kızdır,” gibi bir sürü ipe sapa gelmez sözleri büyük bir ciddiyetle söyleyerek adamcağızın başını döndürdük. Ve sonunda evlenmesinin gerektiğine kendisi de inanır oldu.” İvan İvanıç araya girdi:
“Önce çizme ve şemsiyesini attırsaydınız bari.”
“Uğraştık, ama başaramadık bir türlü. Varenka’nın bir resmini masasının üstüne koymuştu. İkide bir bana geliyor, Varenka’dan, aile mutluluğundan, nikâhın ciddi bir adım olduğundan, Kovalenko’lara gittiğinden dem vuruyordu. Öte yandan, yaşayışını hiç mi hiç değiştirmemişti. Aksine, evlenme düşüncesi, kabuğunun daha da derinlerine çekilmesine yol açmıştı. Zayıflamış, rengi iyiden iyiye uçmuştu. Bir keresinde cansız cansız gülümseyerek, “Varvara Savvişna’dan hoşlanıyorum,” demişti bana. Her insanın bir yuva kurmak zorunda olduğunu biliyorum, ama… Her şey o kadar ani oldu ki… Çok düşünmek gerek.”
“Düşünecek ne var,” dedim, “Evlenin, olsun bitsin.”
“Olmaz, evlenme öyle basit bir şey değildir. İnsan, önce üzerine almaya hazırlandığı tüm sorumluluk ve zorunlulukları taşıyabileceğinden iyice emin olmalıdır… Sonra altından bir hinlik çıkar. Çok kaygılandırıyor beni bu. Gece sabahlara kadar uyuyamıyorum. Niçin gizleyecekmişim, korkuyorum. Kardeşinin de onun da öyle garip fikirleri var ki, bizden çok başka düşünüyorlar. Yaratılışı da çok hareketli. Evlenirsin, bir zaman sonra, Tanrı korusun, tatsız bir durum çıkar ortaya… O zaman da ayıkla pirincin taşını bakalım…”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKabuğuna Sinmiş Adam
- Sayfa Sayısı112
- YazarAnton Çehov
- ISBN9786055831229
- Boyutlar, Kapak14x20 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Bilek Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şahsi Bir Mesele ~ Beppe Fenoglio
Şahsi Bir Mesele
Beppe Fenoglio
20. yüzyıl İtalyan edebiyatının güçlü isimlerinden Beppe Fenoglio Şahsi Bir Mesele’de faşizme direnişin insani yüzünü gerçekçi bir bakışla aktarıyor. Söze dökülmemiş bir aşk, kıskançlık...
- Öfke ~ Philip Roth
Öfke
Philip Roth
1951’de, Kore Savaşı’nın ikinci yılında itaatkâr ve duygusal bir delikanlı olan Marcus Messner ailesinin tek çocuğudur. Bu genç Yahudi, koşer bir mahalle kasabı işleten...
- 1793 Kurt ve Bekçi ~ Niklas Natt Och Dag
1793 Kurt ve Bekçi
Niklas Natt Och Dag
Hainlik hainliği doğurur, şiddet şiddeti… Yıl 1793. İsveç kralı kısa süre önce suikasta kurban gitmiştir. Kraliyet Fransız Devrimi’nin dalgalarının topluma ulaşmasından korkarken Stockholm dedikodu...