Otuz yaşındaki Sandra, erkek arkadaşından ve işinden ayrıldıktan sonra Costa Blancadaki bir köye sığınır. Hayatına yeni bir yön vermek ister ve bunu nasıl yapacağına karar vermelidir. Norveçli yaşlı bir çift olan Karin ve Fredrikle arkadaş olur; bu sevimli ikili Sandra için hiç sahip olmadığı büyükanne ve büyükbabası haline gelir. Ancak Nazi toplama kamplarından sağ kurtulmuş az sayıda kişiden biri olan Juliánla tanıştığında her şeyin göründüğü gibi olmadığını anlar ve gerçeği bulmak için tehlikeli bir maceraya atılır.
İspanyanın en başarılı yazarlarından birinin yazdığı, zekice örülmüş kurgusu ve tırnak yediren temposuyla Limon Yapraklarının Kokusu hem bir kadının kendini bulması hem de gizli kalmış tarihsel gerçeklerin gün ışığına çıkarılması öyküsü.
“Bir nehir gibi akıcı bir hikâye. Kitabın her sayfasına işlemiş olan şüphe ve korku yüzünden elinizden bırakmadan okuyacaksınız.”
Abc
“Uzun süre gizli kalmış dehşeti ortaya çıkaracak ve sizi yüreğinizden sarsacak bir kitap.”
El Mundo
“İntikam ve nefret ve aynı zamanda da dostluk ve sevgi hakkında bir roman. Ruhunuza dokunacak.”
Qué Leer
“Hem bir macera hem de bir aşk romanı. Aklınızın ucundan bile geçmeyecek sonu ve canlı anlatımıyla mükemmel bir kitap.”
We Love This Book Magazine
“Harika bir kitap… Sırlarla dolu karanlık bir anlatı. Samimi ve gerçekçi çizilmiş karakterleri ve kendinizi kaptırdığınız bir olay örgüsü var. Bu kitabı ve sürpriz sonunu uzun süre unutacağımı sanmıyorum.”
York Press
“Olağanüstü bir roman.”
El Pais
Clara Sánchez herkesi şaşırtan ve vicdanları altüst eden bir yazar. Limon Yapraklarının Kokusu romanında bir aşk, cesaret, suç ve umut öyküsü anlatıyor. Çok büyük başarı kazanmış bu benzersiz yayıncılık olayının ruhunuzdaki etkisi sonsuza kadar geçmeyecek…
***
1
Rüzgârın ellerinde
Julián
İnsanın içine işleyen ürkek siyah gözleriyle bana bakan kızımın neler düşündüğünü biliyordum. Gözlerini annesinden, ince dudaklarını da benden almıştı, ama büyüyüp serpildikçe gitgide annesine benzedi. Raquel’in ellili yaşlarındaki bir resmini alıp karşılaştırsam, tıpatıp benzediklerini görebilirdim. Kızım, artık kimsenin umurunda olmayan bir geçmişe takıntılı bir deli; hiçbir detayı, hiçbir yüzü, uzun ve zor bir Alman ismi bile olsa hiçbir ismi unutmayan fakat popüler bir filmin adını hatırlamakta zorluk çekebilen çaresiz bir ihtiyar olduğumu düşünüyordu.
Her ne kadar mutlu bir yüz ifadesi takınmaya çalışsam da yine de ona acı veriyordum, çünkü yaşlı ve deli olmamın yanında tıkanmış bir damarım da vardı ve beni korkutmak istemeyen kardiyoloğum kanın akmak için alternatif bir yol bulacağını söylemiş olsa da bana pek öyle gelmiyordu. Kızıma yaklaşırken onu son kez öpeceğimi düşündüm ama bunu ona fark ettirmemeye çalıştım. Beni bir son görüşü illa ki olacaktı ve ben bu son görüşmemizde hayatta ve bavullarımı hazırlıyor olmayı tercih ederdim.
İşin aslı, dünyaya dağılmış Nazileri avlamak üzere kurulmuş Merkez’den emekli olduğumuzdan bu yana görmediğim Salvador Castro, yani Salva’dan bir mektup almasaydım, bu halimle bu çılgınlığa kalkışmazdım. Amaçları gittikçe eskiyen ve o canavarların ölüp bizden kurtulmasıyla her gün biraz daha ölen Merkez de kendi kendini emekli ediyordu aslında. Onları diken üstünde tutan ve kaçmalarına yardım eden şey korkuydu, onlardan nefret ettiğimiz için bizden korkuyorlardı. Koşarak kaçmak için nefretimizin kokusunu almaları yetiyordu.
Buenos Aires’teki evimde zarfa dokunduğumda ve gönderenin adresini gördüğümde ölecek gibi oldum, sonra duygulandım. Salvador benim gibilerden biriydi; benim gerçekte kim olduğumu, nereden geldiğimi ve ölmemek için veya tam tersi durumda neler yapabileceğimi bilen tek kişiydi. İnananların ve benim gibi inanmayanların ‘cehennem’ dediği, yaşamla ölüm arasındaki o daracık koridorda henüz çok gençken tanışmıştık. Bu cehennemin bir adı vardı: Mauthausen, cehennemin farklı veya daha kötü bir yer olacağına inanmıyordum. Düşüncelerim bu cehennemden bir kez daha çıkmak için mücadele verirken, beyaz bulutların arasından geçiyorduk ve hostesler yanımdan geçerken arkalarında güzel parfüm kokuları bırakıyorlardı; ben de yirmi bin milden daha yükseklerde, rüzgârın ellerinde, rahat bir şekilde koltuğumda oturuyordum.
Salva bana Alicante’de bir yaşlılar evinde inzivaya çekildiğini ve birkaç senedir orada yaşadığını söylüyordu. Ev çok güzeldi, güneş alıyordu, portakal ağaçları arasındaydı ve denize sadece birkaç kilometre uzaklıktaydı. İlk başlarda canı istediği gibi girip çıkıyordu eve; otel gibi kullanıyordu, özel banyosu ve oda servisi bulunan bir otel odası gibi… Daha sonra sağlık sorunları çıkmıştı (sorunların ne olduğunu anlatmamıştı) ve onu köye götürüp getirmeleri için başkalarına ihtiyaç duyar hale gelmişti. Ama tüm zorluklara rağmen çalışmaktan vazgeçmemişti; kendi bildiği gibi, kimsenin yardımı olmadan çalışmaya devam etmişti. “Öylece bırakılamayacak şeyler vardır, değil mi Juliáncığım? Olacakları düşünmek istemiyorsam yapabileceğim tek şey bu. Hatırlar mısın, oraya girdiğimde ben de diğerleri gibi bir çocuktum.”
Onu çok iyi anlıyor, kaybetmek istemiyordum; insan kolunu veya bacağını kaybetmek istemez ya işte öyle… “Oraya” derken nereyi kastettiğini ikimiz de biliyorduk, taşocağında çalışırken tanıştığımız toplama kampıydı. Salva benim ne gördüğümü ve nasıl acı çektiğimi biliyordu, ben de onun yaşadıklarını çok iyi biliyordum. Kendimizi lanetlenmiş hissediyorduk. Salva, kurtuluşumuzdan altı ay sonra, amacı Nazileri avlamak olan kuruluşların var olduğunu öğrenmişti. Takım elbise ve şapkayla saklamaya çalıştığımız iğrenç dış görünüşümüzle biz de kendimizi buna adayacaktık. Serbest kaldığımızda Anı ve Eylem Merkezi’ne kayıt olduk. Salva ve ben, kamplara alınmış binlerce cumhuriyetçi İspanyol’dan ikisiydik ve bize acınmasını istemiyorduk. Kendimizi kahraman gibi değil de bir salgının kurbanları gibi hissediyorduk. Bizler kurbandık ve insanlar ne kurbanları ne de kaybedenleri severdi. Bazılarının susup, yaşamaya devam ediyor olmanın korkusunu, utancını ve suçluluğunu duymaktan başka çaresi olmadı; bizlerse avcı olduk, o benden daha iyi bir avcı oldu. Onun öfkesine ve intikam isteğine kaptırdım kendimi.
Onun fikriydi. Oradan çıktığımızda benim tek istediğim normal biri olup, normal hayata dönebilmekti. Ama o bana bunun imkânsız olduğunu ve hayatla mücadeleye devam etmek zorunda olduğumuzu söyledi. Haklıydı da… Bir daha asla kapı kapalıyken duş alamadım, çiş kokusuna kendiminki bile olsa tahammül edemedim. Kamptayken Salva yirmi üç yaşındaydı, bense on sekiz; fiziksel olarak ondan daha güçlüydüm. Bizi saldıklarında Salva otuz sekiz kiloydu. Zayıftı, solgundu, melankolikti ve çok zekiydi. Bazen orada ‘yemek’ diye adlandırdığımız haşlanmış patates ve bayat ekmeğimden vermek zorunda kalırdım Salva’ya, acıdığımdan değil, kendinde devam edebilme gücü bulsun diye. Öleceğimizi bile bile neden hâlâ yaşam savaşı verdiğimizi sordum bir gün ona; bana hepimizin, hatta evlerindeki rahat koltuklarında bir elinde içki bir elinde puroyla oturanların bile bir gün öleceklerini söylemişti. Salva’ya göre içki ve puro tüm insanların yaşaması gereken güzel hayatı temsil ediyordu. Mutluluk da ona kendini uçuyor gibi hissettirecek bir kız bulmaktı. Her insanın hayatta bir kez uçmaya hakkı olduğuna inanırdı.
Salva korkuyu yenmek için kendini dış dünyaya kapatıp görmeyi ve bilmeyi reddetmek yerine, gözlerini fal taşı gibi açardı ve tüm bilgiyi almak isterdi: İsimler, gardiyanların yüzleri, diğer yöneticilerin ziyaretleri, organizasyon. Daha sonra her birine ihtiyacımız olacağı için her şeyi hatırlamak gerektiğini söylerdi. Her şeyi hatırlamaya çalışırken korkumuzu biraz olsun unuturduk. Salvador, sonunun o kampta gelmeyeceğine inanmıştı; onunla olduğum sürece ben de burada ölmeyecektim, biliyordum.
Kapıları açtıklarında dışarı çıktık; ben ağlayarak koştum, Salva ise bir görevle çıktı oradan. Ayakta bile duramıyordu ama bir görevi vardı. Önemli görevlerdeki doksan iki Nazi’nin yerini tespit etmiş ve onları mahkeme karşısına çıkarmayı başarmıştı; diğerlerini kaçırıp, yargılayıp, öldürmekten başka çaremiz yoktu. Ben Salva kadar yetenekli değildim, hatta tam tersine yeteneksizdim. Hiçbirini başarıyla yakalayamamıştım, ya birileri onları kaçırıyordu ya da kaçıyorlardı. Kader benimle dalga geçiyordu sanki. Yerlerini buluyordum, onları takip ediyordum, köşeye sıkıştırıyordum, tam yaklaşacakken kayboluyorlardı; kaçmak için altıncı hisleri vardı sanki.
Salva bana, Costa Blanca’daki Norveç kolonisi tarafından yayımlanmış bir gazetenin Christensenlerin bir fotoğrafının bulunduğu kapağını göndermişti. Fredrik seksen beş yaşında olmalıydı ve Karin ondan birkaç yaş gençti. Onları tanımak kolay olmuştu, zira isimlerini değiştirme gereği duymamışlardı. Salva’ya göre, haber onları ele vermiyordu, sadece bu saygıdeğer adamın doğum günü partisinden ve evlerinde yapılan kutlamaya katılımın yoğun olduğundan bahsediyordu. Objektife bakan o kartal gözlerini tanıdım. İnsanın aklına kazınan, hayatı boyunca unutamadığı gözlerdendi. Fotoğraf çok net değildi. Yanında karısı da vardı ve doğum günü hediyesi niyetine basılmış olmalıydı. İşte Salva da bu fotoğrafı görüvermişti. Fredrik’in acıma duygusu yoktu, baştan aşağı kana bulanmış biriydi, fazlasıyla Ari olsa da Alman olmamasından kaynaklanıyordu bu belki de, üstlerinin saygısını kazanmak ve güvenilir biri olduğunu göstermek zorunda kalmıştı. Waffen-SS’nin pek çok alayında görev yapmıştı ve yüzlerce Norveçli Yahudi’nin öldürülmesinden sorumluydu. Altın haçı hak eden tek yabancı olmasıyla da bana zalimliği hakkında net bir fikir vermişti.
Koltukta yan yana oturuyorlardı. Koca ve kemikli ellerini dizlerinin üzerine koymuştu. Otururken bile kocaman gözüküyordu. Gözden kaçması imkânsızdı. Kadını tanımak daha zordu. Yaşlılık onu fazlasıyla deforme etmişti. Anılarımda aramama gerek yoktu, sağ elini gururla kaldırmış yuvarlak ve saf suratlı sayısız sarışın gençten biriydi.
“İyi görmüyorum, çarpıntım var, yapacak daha iyi bir şeyin yoksa bana çok yardımcı olabilirsin, seni bekliyorum. Kim bilir, belki sen de sonsuz gençliği bulabilirsin,” diyordu Salva mektubunda. Sonsuz gençlikten kastı güneş, içki ve puroydu kesin. Onu yüzüstü bırakmayacaktım. Sonuçta ben Raquel’le evlenebilmiş ve bir aile kurabilmiştim, o ise ruhunu ve bedenini sadece amacına adamıştı. Raquel’in kötülüğü iyiliğe çevirebilme yetisi vardı ve onun benden önce ölmesini bana verilen başka bir ceza olarak görüyorum, o gidince tüm iyi fikirleri dünyadan silindi ve geriye yalnızca benimkiler kaldı. Fakat zaman içerisinde Raquel’in beni tamamen terk etmediğini fark ettim; onu düşünmek bana huzur getiriyor, aklımı minik güneş ışınlarıyla dolduruyordu.
Kızım bana eşlik etmek istedi, kalbim beni yarı yolda bırakır diye korkuyordu. Zavallıcık, benim yaşımda her şeyin daha zor olduğunu düşünüyordu, haklıydı da. Ama şekerim çıkacak mı diye kendime işkence edeceğime bunu yaparken ölmeyi yeğlerdim. Ayrıca, sadece bir seferliğine de olsa şansım yaver gidebilir ve Fredrik Christensen’in kalbi benimkinden önce durabilirdi. Çok yaşlıydı ama umarım biraz daha yaşayabilirdi, bir anda ortaya çıkabileceğimiz ihtimali onu hep tedirgin edecekti ve bu kadar süre kaçabilmişken sonunda karşısına çıkacak, ölesiye korkmasını sağlayacaktık.
Salva ve benim, fotoğraftaki kanepeye ulaşacağımızı ve Fredrik’in bizi görür görmez altına edeceğini düşünmek beni heyecanlandırıyordu.
Sandra
Kız kardeşim, çocuğumun babasıyla evlenip evlenmeyeceğimi sakin kafayla düşünebilmem için yazlığını bana bırakmıştı. Beş aylık hamileydim ve bir aile kurma fikri gittikçe daha uzak geliyordu, gerçi ani bir kararla işimi bırakmıştım. İşim çok kötüydü zaten, bir de çocuğa tek başıma bakmak yeterince zor olacaktı. Şimdilik karnımdaki bu bebekle gidip geliyordum ama sonra… Lanet olsun! Rahata ermek için mi evlenecektim? Santi’yi seviyordum ama birini sevmekte gelebileceğim son noktada değildim. Santi büyük bir aşk olmaya çok ama çok yaklaşmıştı. Tabii büyük aşkın tıpkı cennet, cehennem, vaat edilmiş topraklar, Atlantis ve göremediğimiz ve göremeyeceğimizi bilerek varlığını kabul ettiğimiz bütün şeyler gibi sadece aklımda var olduğu ihtimalini de düşünmek gerekirdi.
Kesin bir karar almaya hiç niyetim yoktu. Şimdilik gerçekleşmesi gökyüzündeki bulutlar kadar uzak görünen ihtimalleri sıkıntıya girmeden rahat rahat düşünmek işime geliyordu; buzdolabımda hâlâ yemek vardı, bebeğim de henüz dışarı çıkmamıştı ve benden hiçbir şey istemiyordu. Gayet iyi bir durumdaydım ama ne yazık ki çok kısa sürecekti, kız kardeşim daha şimdiden kasım ayı için bir kiracı ayarlamıştı.
Eylül ayının sonlarındaydık ve hâlâ güneşlenip denize girebiliyorduk. Ayın ortalarında çevredeki evler, bir sonraki yaza veya uzun tatillere kadar kapılarını kapatmışlardı. Bizimki gibi birkaç ev kalmıştı sadece; bu kadar az ve dağınık oldukları için, akşamları ışıkları yandığında fazlasıyla yalnız görünüyorlardı. Bu his hoşuma gidiyordu, ta ki konuşacak veya gürültü yapacak birini özleyene kadar… İşte o anlarda Santi’yi hatırlıyordum. Zayıflık anlarıydı ve bu anlar sayesinde, benim ebeveynlerim gibi birçok çift uzun seneler bir arada kalabilmişlerdi. Sadece onları düşünmek bana bu yalnızlık dönemine dayanabilmem için güç veriyordu. Bütün bunlara şu an dayanamazsam, hayatım boyunca bir daha asla dayanamayacağımı biliyordum.
Plaja gitmek için motosiklete binmem gerekiyordu; kız kardeşimin, kocasının ve yeğenlerimin park ettiğimde zincirini kesinlikle bağlamam gerektiği konusunda beni defalarca uyardıkları bir Vespino kullanıyordum. Kahvaltı edip, çiçekleri sular sulamaz (kız kardeşimin koyduğu kurallardan biriydi), plastik bir Calvin Klein poşetine hasır bir sepetten aldığım süresi geçmiş bir dergi, bir şişe su, bir şapka ve bir havlu koyup güneşlenmek üzere yola çıkıyordum. Güneşin altında üzülmek yoktu. Turistler neredeyse tamamen kaybolmuştu. Kumda yatmaktan sıkılıp gezintiye çıktığımda hep aynı insanlarla karşılaşıyordum: İki köpekli bir kadın, kuma sapladıkları oltalarının yanına oturmuş birkaç balıkçı, gidecek yeri olmadığını düşündüğüm kaftanlı bir zenci, sahilde koşanlar ve büyük çiçekli bir şemsiyenin altında oturan, bakışlarla selamlaştığımız yabancı ve yaşlı bir çift.
O sabah bayılıp kumlara düşmediysem onlar sayesinde oldu, sadece dizlerimin üzerine çöküp kustum. Hava çok sıcaktı, termometrelerin bozulmuş gibi çok yüksek sıcaklıkları gösterdiği o günlerden biriydi. Şapkam beni güneşten pek korumuyordu ve su şişemi unutmuştum. Bana umutsuz vaka olduğumu söyleyenler haklıydı. Beni tanıyan herkes böyle söylerdi. İlk tanıştığımızda söylemezlerse, daha sonra söylerlerdi, “sen umutsuz vakasın”, eğer herkes böyle söylüyorsa, bir sebebi var demektir. Havlunun üzerine uzandığımda midem bulanmaya başladı, her şey dönüyordu; buna rağmen, serinleyip kendimi toparlayabilmek için sendeleyerek kıyıya varabildim, işte o an daha fazla dayanamadım ve çıkarmaya başladım. Kahvaltıda çok fazla yemiştim, hamile kaldığımdan beri bayılma korkusu yüzünden patlayana kadar yemeye başlamıştım. O an yabancı ve emekli çift, yaşlıların sıcak kumda koşabilme kapasitelerinin el verdiği kadar aceleyle koşarak yanıma geldi. Ben kanıtları ortadan kaldırmak için ıslak kumu ellerimle kapatmaya çalışırken yanıma varmaları bir ömür kadar uzun sürdü.
Büyük ve kemikli eller beni tuttuğunda, “Ah Tanrım, ne olur ölmeme izin verme,” diye düşünüyordum. Daha sonra ağzımda suyun serin tadını hissettim. Bir el alnımı ıslatıyor ve saçlarımın arasından geçiyordu. Anlaşılmaz ve yabancı sözcüklerini duyuyor fakat hiçbir şey anlamıyordum. Beni kuma oturttular ve yanımdakilerin o yabancı çift olduğunu gördüm. Adam bir şemsiye getirdi, her zaman altında oturdukları ve âdeta sınırlarını belirledikleri o koca çiçekli şemsiyeydi bu. Beni şemsiyeye götürmektense, şemsiyeyi bana getirmenin daha kolay olduğu aşikârdı.
“İyi misin?” İspanyolca konuşmaya başlamıştı.
Doğruldum.
“Seni hastaneye götürebiliriz.”
“Hayır, sağ olun, kahvaltıda yediklerim dokundu da…”
Kadın küçük ve mavi gözleriyle, bikinimden çıkan yuvarlak ve büyük karnıma baktı. Sormasına izin vermedim.
“Hamileyim. Yemek bazen dokunabiliyor.”
“Şimdi dinlen,” dedi Nordic Club sözcüklerini çift gördüğüm yelpazesini sallarken.
“Biraz daha su ister misin?”
Sanki bakışlarıyla beni ayakta tutuyorlarmış gibi gözlerini kırpmadan bana bakarlarken biraz daha su içtim.
Biraz sonra, güneşin altında benden daha beter olunca, motosiklete kadar bana eşlik etme ve daha sonra da olur da bayılırsam diye arkamdan arabayla gelme konusunda ısrar ettiler. O kadar yavaş gidiyorduk ki herkes bize korna çalıyordu. Solda kız kardeşimin evini gördüğümde, korna çalıp elimle onlara veda ettim.
Belki de bir şeyler içmek için veya rahatlatıcı bir rüzgârın estiği verandada biraz oturmaları için onları davet etmeliydim. Daha kibar olmadığım için kendimden nefret ettim, plajdaki sabahlarını berbat etmiştim ama yaşlı çiftler için monoton hayatlarını değiştirecek bir şey bulmak o kadar da kötü değildi sanırım. Kendimi hortumla ıslattıktan sonra gölgedeki hamağa uzandım. Plajda fenalaştığımı düşünmek istemiyordum çünkü kendimi zayıf hissetmek istemiyordum, bedenim artık benim değildi ve beni şaşırtıyordu, bundan sonra daha dikkatli olacaktım.
Julián
Birinci sınıfta uçmak için birikimlerimin bir kısmını harcamak zorunda kalmış olmak pek hoş değildi; bunu kızımı rahatlatmak, gideceğim yere mümkün olabilecek en iyi şekilde gidebilmek ve yolculuğu sıkıntısız atlatmak için yapmıştım. Tam da bu yüzden menüden sadece alkolsüz bira içtim ve aklımdaki şeytanları susturmaya çabalayarak uyumaya çalıştım. Diğer yolcular ise buzlu viskilerini yudumluyorlardı.
Salva’nın beni Alicante Havalimanı’ndan alacağını sanmıyordum, varacağım günü yazdığım mektubuma bile cevap vermemişti. Şimdi nasıldı acaba? Belki de onu tanıyamayacaktım. Belki o da beni, kim bilir. Yine de güvenlik kordonunun arkasında sabırla bekleyen insanlara ve kaldırdıkları kartonlara baktım ve Salva’nın birdenbire bana doğru gelip sarılmasını umut ettim. On beş dakika sonra otobüs durağına gidip, rezervasyon yaptırdığım otelin bulunduğu Dianium kasabasına giden bir otobüse binmeye karar verdim. Yüz kilometre uzaklıktaki bu kasabanın çevresinde bir yerlerde Christensen’ler oturuyordu ve biraz daha ilerisinde Salva’nın kaldığı yer vardı.
.
Hemen otele gitmedim. Otobüsten indikten sonra taksi tuttum, taksiciye beni Tres Olivos’taki yaşlılar evine götürmesini ve daha sonra da şehre geri getirmesini söyledim.
Bavulumu bagaja koydu ve çam kokulu sıcak arabaya bindik, bir süre sonra taksici bana yaşlılar evinde kalıp kalmayacağımı sordu. Cevap vermeye kalkmadım, manzaraya bakıyormuş gibi yaptım, gerçekten bakıyordum aslında. Akşam oluyordu ve her şey muhteşem gözüküyordu. Kırmızı toprak, korular, bağlar, meyve bahçeleri ve onları gagalamak için uçuşan kuşlar. Küçükken, henüz hiçbir şey önemli değilken, anne ve babamla tatil için sahile gittiğimizi hatırladım. Ellerimle ceketimin ceplerini yoklayıp, otobüste veya uçakta hiçbir şey unutmadığımdan emin olmak istedim. Yorgunluk yüzünden farkına varmadan reflekslerimi kaybetmekten korkuyordum.
.
Yaşlılar evinin bahçesi, Salva’nın anlattığından daha küçüktü fakat yeşilliğin tam ortasındaydı ve her ne kadar yaşlandıkça ağaç yerine insan görmeyi tercih etsek de güzeldi bu. Zili çalmama gerek kalmadı, kapı açıktı; masaların akşam yemeği için hazırlandığı yemek odasına geçtim. Garson kıza Salva’yı sordum, onu görmek için çok uzaklardan geldiğimi söyledim ve kız garip bir bakış attıktan sonra beni iri, güçlü ve kaba saba bir kadının oturduğu küçük bir ofise yönlendirdi. Kadın bana arkadaşımın öldüğünü söyledi. Bana gelen zarfı gösterdiğimde, Salva’nın bu mektubu vefatından hemen sonra gönderilmek üzere bıraktığını söyledi. Vefat ne garip bir sözcük. Cesedini yakmışlardı ve kıyafetlerini de belki bir fakire verebilirler diye bölge kilisesine yollamışlardı. Genel bir vücut yetmezliğinden ölmüştü, organizması artık yeter demişti.
Benim sormama gerek kalmadan, Salva’nın acı çekmeden öldüğünü söyledi.
Bahçede küçük bir tur attım ve arada gökyüzüne bakıp, amaçlarını unutmadan ellerindekileri düşünerek direnen zayıf ve büzülmüş Salva’yı hayal ettim. Yıllardır haberleşmiyorduk; Merkez bizim artık işe yarar olmadığımızı düşünmeye başlayınca, ben bir aile kurmaya ve yatırım yapmaya karar vermiştim, bir şey kazanamadım o ayrı. Dünyanın en çok aranan Nazileri Aribert Heim ve Adolf Eichmann’la ilgili yarım kalan işleri bitirmeye çalıştım ama başarılı olamadım. Bu süre içinde Salva’nın işi bıraktığına inanmak zor geliyordu, muhakkak materyal topluyor ve onları bu işi yapabileceklere veriyordu. Şimdi de sıra bendeydi. Son keşfini bana bırakmıştı, bu işi sonuca ulaştırabilirsem bir değeri olacaktı ancak. Öleceğini anlayınca beni düşünmüştü, arkadaşını düşünmüştü ve bana zehirli bir miras bırakmıştı, azap çekmiş ruhlarımızdan başka bir şey çıkamazdı zaten. Onu son bir kez daha görmek ve konuşmayı ne kadar isterdim oysa. Artık benim hakkımdaki her şeyi bilen, yaşadığım cehennemi tanıyan kimse kalmamıştı. Artık parlaklığını yitirmiş bir grilik örtüyordu akşamüzerini.
Yeniden taksiye bindim ve Costa Azul Oteli’ne gideceğimizi söyledikten sonra cebimden mendilimi çıkarıp yüzümü sildim. Yaşlılar evi gittikçe uzaklaşıyordu, Salva’nın bana son mektubunu, gözlerimi yaşlarla dolduran o mektubu burada yazmıştı; yanaklarıma inmeyen bu yaşlar hâlâ hayatta olduğum anlamına geliyordu. İstemeden de olsa Salva’dan uzun yaşamıştım, aynı Raquel’den uzun yaşadığım gibi…
Taksici dikiz aynasından bana baktı. Onun gençliği ne kadar da uzaktı benim yaşlılığıma; olan biteni ona anlatmaya çalışmak gereksizdi, arkadaşımın öldüğünü söylemek anlamsızdı, bizim yaşımızda ölmek ona göre doğaldı çünkü. Fakat hiçbir şey doğal değildi aslında, çünkü doğal olsaydı bize bu kadar garip ve anlaşılmaz gelmezdi. Bu kırları görmek için yaşamayı hak ediyor muydum ki ben? Raquel böyle düşündüğümü duysa beni azarlar, mazoşist ve garip olduğumu söylerdi. Ben Raquel’le Buenos Aires’e yerleştiğimden beri Salva’yla görüşmüyorduk; uzun zaman olmuştu ama bir huzurevine hapsolacağını asla düşünmemiştim. Kendisinin de dediği gibi, sadece biz değil, herkes ölecekti, tüm insanlık ölecekti ve alışmaktan başka çare yoktu.
.
Otele geldiğimde kıyafetlerimi dolaba yerleştirerek oyalandım ve bölge haritasını biraz inceleyerek, Fredrik ve Karin Christensen’in evlerinin bulunduğu yüksek ve dağlık Tosalet’i aradım. Çok erken yatmak istemiyordum, uçuş yorgunluğunun üstesinden gelebilmek için otelin barına inip bir bardak sıcak süt almaya ve uyku haplarımdan içmeye karar verdim. Bardaklar ve buz parçalarıyla gösteriler yapan kırmızı yelekli barmen kız, sütün içerisine bir parça konyak isteyip istemediğimi sordu. Neden olmasın dedim; bana sütümü verirken ona baktım, o da güzel ve geniş bir gülümsemeyle bana cevap verdi. Arada sırada eğlendirmek zorunda kaldığı bir dedesi olmalıydı. Yorgunluktan bitkin hissetmeye başladığımda, resepsiyona haritayla ilgili aklıma takılan birkaç şey sordum ve ertesi gün için bir araba kiralamak istediğimi söyleyerek rezervasyon yaptırdım. Ehliyetimin hâlâ geçerli olup olmadığını sorduklarında şaşırmadım, son birkaç senedir birçok kez bu soruya cevap vermek zorunda kalmıştım. Daha fazla zamanım olsaydı, alınırdım ama yaşlılıktan ve bana böyle davranılmasından daha önemli şeyler vardı aklımda, Salva’nın görevini tamamlamalıydım.
Odam lüks filan değildi. Caddeye bakıyordu ve camdan birkaç barın ışığı gözüküyordu. Yatağa yattım, kendimi bu kadar rahat hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Otellerde yalnız kalma ve gerçekte ne yaptığımı kimseye anlatmama rutinine geri dönmüştüm işte, şimdi ise tek fark, bundan sonrası olmayacağını bildiğim için bir beklentim olmamasıydı.
Tüm dünya benden daha güçlü ve daha gençse ne olmuştu yani… Benim avantajım da hiçbir beklentimin olmamasıydı. Kendimi şey hissediyordum… şey… Nasıl açıklayabilirim ki, kendimi rahat hissediyordum. Uyumak üzere olduğumu fark edince soyundum ve pijamalarımı giydim, klimayı kapattım, lenslerimi çıkardım ve yatakta okumak için kullandığım şişe dibi gözlüklerimi taktım, en azından dişlerim sabitti. Herhangi bir ıvır zıvıra ihtiyaç duymadan bir yandan öbür yana gidebildiğim zamanları hatırladım. Gözlerimi kapattım ve Raquel ile Salva’yı düşündüm.
.
Dantelli perdelerden içeri giren güneş ışıklarıyla uyandım. Duş aldım ve kızımın gönülsüzce bavula koyduğu elektrikli tıraş makinesiyle tıraş oldum, otellerdeki tıraş setini kullanamamak saçmalıktı ona göre. Yüzüm yumuşacık oldu, hayatımın en zor anlarında, hastanede yatarken bile tıraş olmayı bırakmamıştım. Bu tıraş olma titizliğinin benim kişisel imzam olduğunu söylerdi karım, haklı olabilirdi. Normalden daha sıkı bir kahvaltı ettim, oda ücretine açık büfe kahvaltı da dâhildi ve böylece gün ortasında sadece bir atıştırmalık alıp, erkenden akşam yemeği yiyebilirdim.
Kiralık arabayı saat on ikiden önce alamayacaktım, o zamana kadar limana doğru bir yürüyüş yaptım ve Marítimo Yolu’nda bir yerden yirmi avroya yazlık bir şapka aldım, yeni şapkam kafamdaki kasketten daha fazla gölge yapıyordu. Kızım herhangi bir yerden alabileceğim şeyleri yanımda götürmemem konusunda ısrar etmişti
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLimon Yapraklarının Kokusu
- Sayfa Sayısı416
- YazarClara Sanchez
- ÇevirmenDeniz Torcu
- ISBN9786053430285
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mutluluk Böyle Bir Şey ~ Jennifer E. Smith
Mutluluk Böyle Bir Şey
Jennifer E. Smith
Var olduğuna inanırsan, aradığın şeyi bulabilirsin. G: Mutluluk nasıl bir şey? E: Limanın üzerinden doğan güneş gibi. Sıcak bir günde yenen bir dondurma, sokağın...
- İnsanlığımı Yitirirken ~ Osamu Dazai
İnsanlığımı Yitirirken
Osamu Dazai
Japonya’nın en çok okunan romanlarından İnsanlığımı Yitirirken‘de Osamu Dazai, savaş sonrası Japonya’sının boğucu atmosferinin toplumdaki izdüşümünü ve bireyin kalabalıklar karşısında giderek yabancılaşarak insani değerlerini yitirişini aktarmak...
- Şampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Dertli Pazartesi! ~ Kurt Vonnegut
Şampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Dertli Pazartesi!
Kurt Vonnegut
GELİN GÖRÜN,SİZ DE AKLINIZIKAÇIRACAKSINIZ! Amerika’yı, insanların gerçek hayattan bu kadar uzak olduğu, tehlikeli ve mutsuz bir ülke yapan şeyi anlayınca, hikaye anlatmayı bırakmaya karar...