Aşk hiç böyle anlatılmadı.
Nar, 21. yüzyılda yazılmış, bestesi Zeki Müren’e ait, bir kadınla bir adamın seslendirdiği tuhaf bir neşe ve keder hikâyesi.
Nar bir adamla bir kadının birlikte dillendirdikleri iki kişilik bir roman. İki eski sevgili Timur ve Deniz’in hikâyesi büyülü bir atmosfer içinde okura sunuluyor.
İstanbul’daki monoton hayatından sıkılan Timur hayatını değiştirmeye karar vererek kendisini nelerin beklediğini hiç bilmeden unutamadığı eski sevgilisi Deniz’in peşine düşer. Deniz ise Timur’un kendisini bulmak için geldiğinden habersiz, hayatına devam etmektedir. Ta ki Zeki Müren her ikisini bir rakı sofrasında buluşturana kadar…
Birbirine teğet geçen ve bir türlü kavuşamayan iki sevgilinin trajikomik hikâyesi beklenmedik bir olayla son buluyor.
Nar, Timur ve Deniz’i , Zeki Müren’nin şarkılarını, modern dünyanın kaosu ve çelişkilerini içinde barındıran, her insanın mutlaka kendinden bir şeyler bulacağı, kurgusu ve ezber bozan finaliyle okuru şaşırtacak bir ilk roman…
“Hoş geldin Timur,” demesiyle Deniz’e sarıldığım yerden ayrılıp hızla yere çakıldım. Saçlarını kestirmişti, zayıflamıştı, avurtları çıkmıştı… Ama değişmemişti yine de. Sevdiğim kadının aynıydı. Gerçekti. Tam karşımdaydı.”
“Hoş geldin Timur,” dedim sanki onu bekliyormuş gibi. “Hoş bulduk Deniz,” dedi sanki yıllardır kapıda aynı yüzle karşılanıyormuş gibi. Burada olmamdan hoşlanmadığını anladım.”
”Keder Fena Halde Bulaşıcıdır…”
***
İÇİNDEKİLER
1. Abra Kadavra
2. Katarsis
3. Cam Kubbe
4. Bahar
5. Mor Ölüm
6. Ayın İki Yüzü
7. Karşılaşma
8. Yirmi Dört Saat
9. Yaşamak Zevki
10. Yuvarlak Masa
11. Çözülme
12. Vahşi Yalnızlık
13. Çöküş
14. Sanat Sevicileri
15. Timur’un Turuncu Kazağı
16. Masumiyet
17. Kelebek
18. Bir Bahçe, Güneşli
19. Işıklı Bir Koridor
20. Uzun Cümleler Katili
21. Bir Yalan Uydurdum
22. SANTEL
23. Topraklı Sokak
24. Tövbe
25. Non Compos Mentis
26. Ritim, Bebek Sırtları ve Zorbalık
27. La Kerrida
28. Büyük Plan
29. 2000 Yıllık Yalnızlık
30. Kuyu
31. Orta Sınıfın Laneti
32. Üçken
33. Sigaram Duman Duman
34. Aşk Hakkında Her Şey
35. Hokus Pokus
36. Şeytanın Duy Dediği
37. Komşu Bahçe
38. Devasız
39. Her Eti Kitabın
40. Hamza Sevgiyle Birlikte Gökyüzünde
41. Mendebur
42. Oda
43. Büyük Adam
44. Fırat’ın Sol Eli
45. Bir Fincan Kahve
46. Selim Sesler
47. Kelam Erbabı
48. Tabak
49. Sakızlı Muhallebi
50. Uyku
51. Kerkoporta Kapısı
52. Cennet Bahçesi
53. İnci Pastanesi
54. Buruk Acı
55. Maymun
56. Ceset
57. Anlaşma
58. Veda
59. Hayal
60. Zaman
61. Son Kahvaltı
62. Günahlar
63. Dolunay
64. Dolunay
1
Abra Kadavra
Keder fena halde bulaşıcıdır. Tek başına rakı içilmiş bir masadan da kapabilirsiniz, yıllarca kullanılmayı beklemiş bir kurşunkalemden ya da pencere kenarında annesinin yolunu gözleyen küçük bir çocuktan da… Uzun zamandır tanıdığınız, her haline alışkın olduğunuz bir dosttan beteri yoktur keder bulaştırma konusunda. Hiç olmadı kahkahasına sıkıştırır, siz de tatlı tatlı çekersiniz içinize. Kederin dillendirilemeyenidir en zehirlisi. O zaman ne girdiğiniz odaya sığarsınız, ne de giydiğiniz kazağa…
Ben, söylenmiş bütün heybetli sözlerin gölgesinde, Timur olmaktan sıkılmıştım ziyadesiyle. Zehir zaman zembereğinden, edebin tüm hallerinden, tebessümlere kravat takma mecburiyetinden, ölçülü tepkilerden, onca kışı paylaştığım boğazlı, turuncu kazağın beni boğma ihtimalinden… Herkesin arkasından sarkan o sıska kuyruğu görmezden gelerek benim sevimli başımı dengede tutan iki yeşil antenden söz etmesinden ve en dayanılmazı da şu Timur denen adamdan…
Evdeki son gecemdi. Pürüzsüz vedaların hüzünlü bir yanı vardır ya..Benimki öyle değildi. Ayrılığın ince hazzına bırakamıyordum kendimi. Ardımdaki herkesi ya da her şeyi kaybetme riskini alarak gidiyordum basbayağı. Onları bir daha görmeme fikrine talimliydim. Her birinin öldüğünü, anılarımın olduğu yer lere göktaşı düştüğünü hayal etmiştim önceden. Kimseye sarılmadım. Koskocaman, ayakları yere basmayan, her şeyin olabileceği hiç noktasındaydım. Kendime itiraf etmek istemesem de o an, oradan gökyüzüne baktığım an. o noktayı sevmeye başladığım andı. Benden başka herkes için tüyler ürperticiydi bu; kendimden sıkılma huyumu miras aldığım annem, geri döneceğimi sanan kızım ve tek tük dostlarım…
Bahçedeydim. Ter ve dev bir boşluğun içindeydim. Saatime baktım. Eli yüzü düzgün kadavramı sükûnetle terk etmeye hazırdım. Aceleyle toparlandım. Sigaramı, çakmağımı bahçedeki çırpı bacaklı tahta masanın üzerine bıraktım. Buradan hiçbir alışkanlığımı götürmek istemiyordum oraya. Az ilerdeki çeşmeye gittim, yüzümü yıkadım enine (yüzüm biter bitmez, çeşmenin de biteceğini bile bile). Yaşadığım topraklar ve hemtürlerim, bilmediğim bir güç tarafından ele geçirilmişti ve ne yazık ki bunun fantastik bir yanı yoktu. İçimde tuhaf bir hevesle sakladığım heyecana rağmen farkındaydım: Kendimi bu dünyanın hiçbir yerine koyamıyordum.
Ben Timur Erin. Ne soyluyum ne soysuz. Ne mutluyum ne üzgün. Ne dâhiyim ne aptal. Ne telaşlı ne sakin… Kentte doğdum büyüdüm. Çocukken ağaçtan düşmüşlüğüm, karga kovalamışlığım, inek sağmışlığım da yok; yan kesilmişliğim. tramvaya asılmışlığım, cep telefonuyla oynamışlığım da… Ne dünyevi hazlarım var ne de dünyevi hırslarım. Ne dünyayı değiştirmek umurumda ne de o biçimsiz yuvarlağın etrafını dolaşmak. .. İçine girdiğim şeyin bir kadavradan ibaret olduğunun farkındayım. Elimde tahta bir sopa tutuyorum ve onun sihirli bir değnek olduğunu söylüyorum kendime: Abra kadavra Timur, abra kadavra!
Kavak ağacının himayesinde küçük, mavi bir meyhanedeydim. İçindekiler söylemese onun kavak olduğunu bilemezdim. Kökünü vermişti vaktiyle meyhaneye, biz içtikçe o güzelleşiyordu. Vakfıkent’i sevmemin ilk nedeni, adına Dilek dedikleri o harikulade meyhane olmuştu. Sırf Dilek gibi duran, kocaman siyah gözleri olan esmer bir kadına benzediği için değil; orada şişenin dibini gören kişinin dileklerinin kabul olduğuna inanıldığındandı. Dört tarafı sevgili denizle çevrili bu yarı büyülü kara parçasının kadınlarının Dilek’e rağbeti de muhtemelen bundandı. Kederi hayatının her yerine bulaştırmış, bir de uykusuzluk derdine yakalanmış; her günü, her meseleyi, her ferdi iki misli yaşayan ben (göbekli beklentilerime rağmen) Vakfıkent’teki ilk birkaç saat içinde cüsseli bir ağırlığın beni terk etmekte olduğunu hissedip şaşkına dönmüştüm. Üstelik daha Deniz’i görmemiştim. .. Alnımdaki çizgilerin (belki kaşlarımın arasındakilerin de) emanet olduğunu hissetmeye daha yeni başlamıştım. Bunun ayılmamla geçecek bir yanılsama olmaması için bir kadeh daha içtim. Çözülmem elbet zaman alacaktı.
Önemli çoğu şey gibi, ne varlığı gizlenen ne de üzerine konuşulan bir yerdi Vakfıkent. İstanbul’da ya da dünyanın başka bir noktasında, kendine katlanamayan her ucubeye kucağını açan büyük bir oyun alanı değildi. Benim gibi, muhtemel ömrünün yarısını İstanbul’a teslim etmiş, hem kentli hem kederli bir adamın Vakfıkent sakinleri arasına girmesi kolay sayılmazdı. Üstün yeteneklerle donatılmış ve bunu kendi sınırlarında ispatlamış bir beşer ya da kayda değer bir bilimadamı olduğumu önce kendime sonra da adanın itibarlı sakinlerine kanıtlamam gerekmişti. Geldiğim yerde bağlılık gösterdiğim bir isim bile söyleyemezdim. Eğer bir geleceğim olacaksa onu da insanlığa teslim etmekte bir sakınca görmüyordum. Yani naçizane çalışmalarımı Vakfıkent’in hanesine yazdırmama bir manim yoktu. Bundan sonra yapmam gereken, vaktimin belli bir kısmını araştırma ve çalışmalarıma ayırıp, ara sıra da olsa ne tür ilerlemeler kaydettiğim hakkında rapor sunmak olacaktı. Bunun yüzümde bir yara izi gibi duran doktora tezimden daha çok acı vermeyeceği ortadaydı.
Ben başarılı bir bilimadamıydım. Olmam gerekiyordu. Hem insanları kendimden koruyordum hem de dilbilim üzerine çalışıyordum. Yaşadığım yerin koşullarına göre, yolun yarısına gelmeden profesör olabilmek sık rastlanır bir durum değildi. Bu hazin muvaffakiyetimin bir kısmını, yirmili yaşlarımın ilk yarısında kontrolden çıkan kederimle beraber yakama yapışan uykusuzluk derdine borçluydum. Birçok meslektaşımdan daha fazla çalışmamın, günü daha uzun yaşamamın müsebbibi uykusuzluk belası, bir sürü dil bilen (fakat yalnızca içinden konuşmayı seven) kederli bir bilimadamı olmamı sağlamıştı. Aslında keder mi uykusuzluktan çıkmıştı uykusuzluk mu kederi başıma sarmıştı bilemiyordum. Antik Yunan, Roma, Ortaçağ ya da Rönesans’a dek kimseyle bir sorun yaşamamıştım. Hayatımın kırılma noktası 19. yüzyılın sonlarında başlamış, 20. yüzyılda beni avucunun içine almayı başarmıştı. Şirazemden çıkmam aynı yüzyılın sonlarındaydı. Ludwig Josef Johann Wittgenstein ile tanışana dek hiçkimseyle bir münakaşam olmamıştı. Bende, kendi tuhaflığını anımsatacak bir yan görmüş olmalı, tanıştığımız andan itibaren yakama yapışmıştı. Bu sancılı dostluğun ilk yılları uykusuzluğa yakalandığım zamanlara denk düşüyordu. Hayatımı karıştıran ne varsa kendisini yirmili yaşlarımdan önce göstermeye başlamıştı. Onca çalışma arkadaşımın arasında bir tek Ludwig’in bana kasten bir yardımı dokunmamıştı Ne olduysa kendiliğinden, tesadüfen, şans eseri, rastlantı sonucu olmuştu. Ailenin sekizinci ve son çocuğuydu. Yine de kendisine üç isim birden konmuştu. Bu sebepten bile kıskanabilirdim Ludwig’i Adaya ilk denememde girmeyi başarmam onu sevindirmişti. Bu ada, yalnız kalıp çalışmalarına devam ederken beni rahatsım edebileceği benzersiz bir yerdi. Onunla yaşadığımız büyük anlaşmazlıklar da, ufak tefek olanlar da her biri bir rakı sofrasında başlıyor, en kötü ihtimalle de bir sonraki rakı sofrasında sona eriyordu. Onun, başıma çorap örmeyi görev edinmiş huysuz bir adam olduğuna inanıyordum. Sayesinde ölü ya da diri insanlardan, aynca dilden, anlamdan, göstergelerden ve bilimden hazzetmiyordum. Bahçesine maydanoz ektiğim küçük cehennemimde Ludwig’in payı azımsanamazdı. Henüz salgının adı konmamıştı. Buradan başka bir kurtuluş yoktu bana. Kendimi zamana bırakmalı ya da onunla akmayı öğrenmeliydim.
Vakfıkent’te mutluluğun tarifi baştan yapılmıştı, telaşa düşmeden… Burası, insanlığa sıkıntı vermiş çoğu şeyden muaftı. Zaman, sonsuz bir andı. Akıp gittiği, kentsoylu bir grup vahşinin uydurmasıydı. Para… Kimse paradan bahsetmiyordu; pul dedikleri de ancak balığın sırtmdaydı. Bu keşifler sayesinde, bana yaşadığım olumsuzluklardan başka bir şey hatırlatmayan hain hafızam, çocukluğumun en güzel anılarını canlandırmaya başlamıştı. Bütün filmlerin parlak renklerde ve neşeli olduğu günleri, sırf ertesi gün istediğim kadar uyuyabileceğim için sevdiğim cumaları, kışın kareli battaniyelerin altına girip boza içerken anlattığımız korkunç hikâyeleri, yazın kadınların güneşi kendi haline bırakıp çiçekli elbiseler giydiği deniz kenarlarını… Ben çocukların leblebi tozu yeme yarışmaları yaptığı, parlak renkteki Çokomel kâğıtlannı defterlerinin aralarına sakladığı bir çağdan geliyordum. Ben henüz kendime inanmaya başlamamıştım, ama (galiba) elimdeki tahta sopa bana inanmaya başlamıştı. İlk haftamı başımı karabiber dolu bir kovaya gömmüşüm gibi, yani bolca hapşırarak geçirdim. Sanki her defasında, burnumdan rengârenk konfetiler saçılıyordu etrafa. Benim yabani mutsuzluğum buranın bütün masalsı taraflarıyla alay etme eğilimde olsa da, o zamanlar itiraf etmekten utansam da Vakfıkent’in olağan büyüsüne kapılmam sandığım kadar uzun sürmemişti. Bu, yıllarca kimseyle sevişmemiş bir adamın, kendisini son suz bir aşkla kucaklayan olağanüstü güzellikte bir kadının bacaklarının arasına sıkışıp kalması gibiydi… Hevesimi ne kadar zapt etmeye çalışırsam çalışayım, elimde değildi; dev bir festival alanındaydım… Her dokunuşta bir büyünün, bir övgünün olduğu adadaydım. İçimden bir his, bu festivalin büyük bir trajediyi de ustalıkla saklayabileceğini söylüyordu ve bu his hiç hoşuma gitmiyordu. İçimdeki bir diğer his de buraya gelirken yalnızca dünyevi tatminsizliğimi değil aynı zamanda kentli gü-vensizlik ve şüpheciliğimi de getirdiğimi söylüyordu. Vakfıkent beni, hiçbir yerinden alışkın olmadığım saçma bir neşeye sevk etmiş olsa da ben tanıdık, bildik bir çaresizlik içindeydim. Kederden paçamı sıyırmış sayılmazdım. Sol omzumun üzerinden kulağıma fısıldananları dinlemeye kalkarsam yalnızca kendimi değil çevremdekileri de (henüz burada olmasalar da) büyük bir tehlikeye sürükleyebilirdim.
Bu muazzam adanın önde gelenleri balıkçılar ve psikologlardı. Bu iki mesleğin mensupları, benim geldiğim yerde çocukların ve sokak köpeklerinin çamurda yuvarlandığı yolsuz mahallelerin orta yerine çekilmiş derin duvarların arkasında yükselen dik betonlarda oturan önemli kişilere karşılıktı. Vakfıkent’te herkes balıkçı ya da psikolog olabilirdi. Balıkçıların işi İstanbul’daki meslektaşlarıyla aynıydı, ama psikologlarınkinden emin değildim. Vakfıkent, yarımşar saatlik seanslardan; kapağında Freud olan kitaplardan veya terapi gruplarından epeyi uzaktı. Ada psikologlarının çalışma alanı benim geldiğim kentti. Yaptıkları işi. daha önce yaşadığım yerdeki psikologlarınkiyle kıyaslayacak delillere sahip değildim. Yine de denedim. Büyük bir özenle kafamda sakladığım son mantık parçasını da bu muhakemeyi yapmak üzere kullanmıştım utanmadan. Bir de musikisi (burada müziğe “musiki” deniyordu) meşhurdu Vakfıkent’in; ada olduğundan mıydı bilinmez… Musiki dinlemek, musiki icra etmeye eşti; en az onun kadar mühim, bir o kadar erdemliydi. Musıki…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü Roman (Yerli)
- Kitap AdıNar
- Sayfa Sayısı416
- YazarEce Gamze Atıcı
- ISBN9786055514457
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFeniks Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Masumiyet Müzesi ~ Orhan Pamuk
Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk
“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor… Masumiyet Müzesi’ni okurken...
- Bu Tez Nasıl Bitecek? ~ Eyüp Aygün Tayşir
Bu Tez Nasıl Bitecek?
Eyüp Aygün Tayşir
“Bu tez nasıl bitecek?” sorusu yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerin birbirlerine ve kendilerine sıklıkla sorduğu bir sorudur. Bazen yakınmayla, bazen yılgınlık ve bıkkınlıkla,...
- Mine ~ Işık Gürer
Mine
Işık Gürer
Hayat var; aşk da… Hayatın küçük anları vardır. Bazen bir mutluluk ya da karanlıktan kopmuş küçücük bir ışık parçası gizlenmiştir bu anlara. Açığa çıkması...