Ferrara Sarayı yasak elma gibidir, güzel, kırmızı ve çekici, ama zehirli, çok zehirli…
Rönesans İtalyası… Araf’ta kalan bir ruh ve Avusturya prensesi Barbara…
Prenses Barbara, eşi ölen Ferrara dükü Alfonso d’Este ile evlenmiştir. Yeni düşes Ferrara’ya geldiği andan itibaren, ilk karısını dükün öldürdüğüne dair dedikodular duymaktadır. Entrikayla eğlencenin, sadakatle ihanetin, aşkla nefretin iç içe geçtiği sarayda gerçeğin peşine düşmeye karar veren düşesin önünde aşılması zor bir engel vardır; Alfonso d’Este.
Sarayın her köşesindeki ajanlara ve dükün tüm engellemelerine rağmen düşes aradığı yanıtı bulup gerçeğe ulaşabilecek mi?
***
FERRARA
5 Aralık 1565
“İlk eşini kendi elleriyle öldürdüğü söyleniyor.” Ferraralı berber kadın fısıldayarak konuşurken bir yandan da ipe dizilmiş incilerle saçımı örüyordu. “Çok gençti, çok da güzeldi.”
Ve ben, Avusturyalı Barbara, ne genç ne de güzeldim ve güneşin parlaklığını yitirdiği bu aralık ayında gün bitmeden dükün ikinci eşi olacaktım. Bu kadın benden ne bekliyordu ki? Çığlık atarak ba-yılıp yere düşmemi mi? Ayağa fırlayıp Ferrara düküyle evlenmeye-ceğime yemin etmemi mi, yoksa yardımcılarımı, çeyizimi ve gümüş firketelerimin durduğu kutuya kadar tüm eşyamı toplayıp derhal Innsbruck’a geri dönmemi mi? Her durumda ben zaten evliydim; sözleşmeler imzalanmış, temsili düğün töreni yapılmıştı. Aslında Alfonso d’Este’nin ilk eşini öldürdüğünü bir sürü kişiden duymuştum.
El aynasında kendime baktım. İncilerin bir halkası gevşek kal-mıştı. “Kendine gel, paırucchiera, ” dedim.
Kadın elindeki sivri uçlu örgü tığıyla bir adım geriledi, bir an kuşkuya kapılıp o şeyi bana saplamaya niyetlendiğini düşündüm. “O burada tehlike içindeyken siz güvende olduğunuzu mu düşünüyorsunuz, Principessa? Ferrara Sarayı yasak elma gibidir; güzel, kıpkırmızı ve çekici, ama zehirli, çok zehirli…”
Aynayı masaya fırlattım. “Yeter. Kovuldun.”
“Saçınızdaki inciler zehirli olabilir,” diye fısıldarken yılan gibi tıs-lıyordu. “Şu içtiğiniz baharatlı süt de. Size sunulan bir dilim meyve ya da bir çiçek. Eldivenleriniz. parfüm şişesi. Bir şeye zehir katmanın bin bir yolu…”
“Yeter dedim. Madonna Lucrezia, dışarıdaki gözcülere dükalık kayığına çıkmalarını söyleyin lütfen, gelip şu kadını götürsünler.” Dükün ablası iskelede bekleyen adamlara işaret ederken yan döndüğü için yüzündeki ifadeyi göremiyordum. Adamlar bu işa-reti hemen anlayıp verilen emre uydular. Ardından bir itişme oldu, dükalık kayığına doluşan nedimelerden şaşkınlık ve heyecan dolu çığlıklar geldi, sonra da parrucchiera gitti. Avusturyalı nedimelerim, benim can dostlarım etrafımı sardılar. Lucrezia ve Leonora d’Este gizli gizli fısıldaşırken gözlerindeki ışıltıda, kendilerinin bildiği, ama benim bilmediğim bir şeyler vardı. Onlar dükün emriyle benim Ferrara’daki yardımcılarım olmuştu ya da bana öyle söylenmişti. Yüce Tanrım! Ben şehre girerken, keyfimi kaçırmak için kasıtlı olarak seçtikleri deli bir kadını saçımı yapmaya mı göndermişlerdi?
Aynayı elime aldım. Neyse ki kırılmamıştı. Onları görebiliyordum, arkamda durmuş, beni izliyorlar, ne yapacağımı görmek için bekliyorlardı.
“Sybille.” Kasten sakin davranıp kendi yardımcılarımdan birine seslendim. “Bu inciler çok sıkı tutturulmuş. Biraz gevşetir misin lütfen?”
Sybille von Wittelsbach hemen öne atıldı. Aynadan onu izledim. İnciler daha gevşek düzenlenirken içimdeki sıkıntının biraz azaldığını hissettim. Evde saçımı çoğu zaman Sybille fırçalardı; onun o yumuşak, tanıdık dokunuşlarıyla daha da sakinleştim.
“Seni uyarmıştım Barbel,” dedi alçak sesle. “Hiçbir yabancı saçını benden daha iyi yapamaz. İncileri çalmak istediğimi düşünmüş olabilirler mi?”
‘Tabii ki hayır! Şehre girmeden önce beni Ferraralı yardımcıların giydirmesi dükün arzusuydu. Sembolik bir şey işte.”
“Güzel bir sembol. Kadın elindekiyle seni şişlemeye niyetleniyor sandım.”
Ona söylemedim tabii, ama ben de öyle sanmıştım. Gözlerimi kapatıp derin derin nefes aldım. Görkemli dükalık kayığı yön değiştirip çatırdadı ve Po di Volano’nun sularında nazlı nazlı sallanmaya devam etti. Tepemde dalgalanan kraliyet sancağı soğuk esen sabah meltemiyle hışırdıyor, uzaklardan karabataklarla balıkçıl kuşlarının çığlıkları duyuluyordu. Burnuma eskiçağlara ait nehir kokusu, yabani ot, bataklık ve balık kokuları geliyordu, önümdeki masada duran sıcak baharatlı sütten de keskin, ama tatlı bir koku…
İçtiğiniz baharatlı süt…
“Katharina.” Gözlerimi açmadan Avusturyalı nedimelerimden bir diğerine seslendim. “Rica etsem şu içeceği buradan götürür müsün?”
Eteklerinin hışırtısını duydum. Sütten gelen koku bir anda yok oldu.
Bugün benim düğün günümdü ve o içecek, örgü tığı ve fısıltılar olsa da, olmasa da Ferrara düküyle evlenecektim. Dünyada en çok istediğim şeyi elde etme fırsatı yakalamıştım: Kardeşim Maximilian ve İspanyol eşinin Avusturya’daki kraliyet sarayından uzakta, bana ait bir yer. Aynı zamanda üç kız kardeşimin şimdiden kendilerini hapsetmeye hazırlandığı rahibe manastırından kaçmak için de bir fırsat yakalamıştım.
Ferrara dükünün benimle cazibeme kapılıp evlenmek istediğini düşünerek kendimi kandırmıyordum tabii. Ezeli rakibi Dük Cosimo de’Medici büyük oğlunu kız kardeşlerimin en küçüğüyle nişanlanmıştı ve Mediciler kraliyet ailesinden bir gelin alacaksa, Esteler de hemen onlardan birini kapmalıydı. Dük Alfonso’nun talihsiz ilk eşinin Dük Cosimo’nun kızı olması iki adam sırasındaki düşmanlığı ve dedikoduların heyecanını artırmıştı. Hiçbiri umurumda değildi. Alfonso d’Este’yle birlikte Ferrara’daki görkemli saray da benim olacaktı; uzun zamandır hasretini çektiğim kendi sarayım.
Ferrara Sarayı yasak elma gibidir; güzel, kıpkırmızı ne çekici, ama zehirli, çok zehirli…
Kaçık bir kadının zırvaları işte. Gözlerimi açtım. Saçımın işi bit-mişti. Donan nehirden yükselen buğuyla sise bürünen Ferrara, rüyalarımı süsleyen şehir, hazzın ve inceliklerin şehri önümde uzanıyordu. Onu kucaklayacak, düküyle evlenip düşesi olacak ve sarayına hükmedecektim. Ve asla arkama bakmayacaktım.
O GÜN bana eşlik eden elçiler, papazlar, saray halkı, okçular ve müzisyenler ve ayrıca Avusturya, Ferrara ve Avrupa’nın dört bir yanından gelen soylu hanım ve beylerle şehre girişim Ferraralıları coşturdu. Tüm bu tantanayla öten borulara rağmen ilk izlenimim, birbirine değecekmiş gibi yakın duran taş ve pembe tuğlalarla örülmüş binalar oldu. Havada toz, gübre ve soğuğa rağmen bozulmaya yüz tutan meyvelerin ağır kokusu vardı. Öğle duası için her yönden aynı anda gelen çan sesleriyle atların eski kaldırım taşlarında çıkardığı nal sesleri duyuluyordu.
Sonra bir anda farklı bir bölüme geçtik, sanki tümüyle başka bir şehre girmiştik. Güneşli, kuru soğuk, temiz hava. Geniş düz caddeler, ağaçlar, bahçeler, kanallar, klasik tarzda açık meydanlar… Öyleyse burası şehrin o meşhur yeni bölümü olmalıydı. Belli ki dük yeni şehrin harikalarını tam anlamıyla değerlendirebilmem için önce eski bölümden geçmemi istemişti. Kasaba halkı tahtırevanın etrafına üşüşmüş, neşe içinde el sallıyordu. Adamlarıma para ve hediye dağıtmaları için işaret ettim. Ne hissediyordum? Heyecan? Keyif?
Endişe? Emin değildim… önce biri, sonra öteki, sonra da hepsinin iç içe geçtiği adını koyamadığım bir duygu karmaşası.
Tek tek her ayrıntıyı hatırlamak istiyordum. Kendimi büyük bir resmin içinde hayal ettim: Eski ve yeni Ferrara şehri, Ferrara halkı ve resmin merkezinde ermin kürküne sarınmış beyaz tenli bir ka-dın, üstü açık bir tahtırevana binmiş, kızılımsı sarı saçları sırtından aşağı dalgalar halinde iniyor. Bu renk günün modasıydı ve Ferraralı kumral bayanların çoğu bu rengi elde etmek için yapay malzemelere başvuruyordu, ama benimki doğaldı; taze kayısıların güneş ışığında aldığı renk.
Bu ışıl ışıl parlayan saçlar, alnımla şakaklarımda parıldayan inci-ler, üzeri altın, inci ve yakutlarla işlenmiş ateş kırmızısı saten elbisem herkesin gözünü alırdı. Safkan bir kısrağınkine benzeyen dar uzun yüzüm, ailemden miras kalan çıkık altdudağım çok azının dikkatini çekerdi. Birçoğu da yirmi altı yaşında olduğumu anlayamazdı.
O hayali resimde kendimi genç ve güzel olarak düşünebilirdim. Ama yapmadım.
Birden önümüzdeki sokağa bir kız çocuğu fırladı; yüksek perde-den güzel bir sesle şarkı söylüyor, beni Azize Barbara, Aeneas’ın eşi Lavinia ve Roma’nın Yuva Tanrıçası Vesta’yla kıyaslıyordu. Şarkısını bitirince yaklaşıp reverans yaptı ve bana bir demet çiçek uzattı: Gül, leylak, lavanta ve dağ kekiği. Havaya insanın başını döndüren hoş bir koku yayıldı.
Size sunulan bir dilim meyve ya da bir çiçek…
Çocuğun elinden çiçekleri alıp pembe bir gülü ona geri verdim ve kalabalığın hoşuna giden bir hareket yapıp iki yanağından öptüm. Tanrı’ya şükür o da, ben de yere yığılıp son nefesimizi vermedik. Kafile şehrin kalbinin attığı yere geldi: Kırmızı tuğladan örülmüş dört kulesiyle Castello di San Michele, Este Ailesi’nin asırlardır varlığını sürdüren kalesi.
CASTELLO’NUN MEŞHUR KALE hendeğinin diğer ucunda her biri kendi ailesi ve maiyetiyle bekleyen iki kişi vardı. Görüntü itibariyle birbirlerine benzeseler de onları uzaktan bile kolayca ayırt edebiliyordum: Biri elbette ki çok koyu olduğu için siyah gibi duran mor kadifeler içindeki Ferrara düküydü, daha kısa olanıysa kilise naiplerine özgü kırmızılar giymişti. Bu kişi kardinal, yani dükün kardeşi Luigi d’Este olmalıydı. Kafilede hemen arkamda duran dükün bekâr kız kardeşleri de dahil olmak üzere tüm Esteler etrafımı sarmış ve aile tamamlanmıştı.
Dükle yazın Innsbruck’ta tanışmıştım. Bana kur yapmıştı… Ne komik! Kur yaptı! Hem de bir dizi resmi, anlamsız buluşma sırasında, çünkü sözleşmeler çoktan imzalanmış, çeyiz konusunda anlaşma sağlanmış, geline hediyeler sunulup kabul edilmişti, işin tuhafı Ferrara dükünün ilk eşini öldürdüğüne dair insanın kanını donduran o fısıldaşmaları duymamış olsaydım, onu sevimli bile bulabilirdim. Vakur, kendini beğenmiş, yapmacık olmayan ve ayrıntılara aşırı dikkât eden biriydi. Bir bütün olarak düşündüğümde dük, beni huzursuz eden kaygan bir zemin izlenimi veriyordu; içinde azgın yılanlarla ejderhaların bir ritüeldeymişlercesine yüzdüğü durgun bir deniz gibi. Ama aynı zamanda zeki ve kültürlü, gerçek bir müzik ve sanat âşığı, atletik yapılı, iyi giyimli ve alışkanlıklarını titizlikle sürdüren biriydi. Onunla yaşamak, dolayısıyla yatağını paylaşmak zorunda kalacaktım, tahminimce bu çok da keyifsiz bir şey olmayacaktı. O da hemen hemen aynı duygularla karşılık veriyor gibiydi. Bilakis, on dört yaşında sevimli ve çekici bir kız olmadığım için memnun gibiydi, ama kimsenin bahsetmediği aynı yaştaki ilk eşi sevimli ve çekici bir kızdı. Belki de bunu kuvvetlendiren bir tezat oluşturuyordum.
Kafile Castello’nun devasa kapısına gelince durdu. Üzerime bir üşüme… sıcaklık… sersemlik… kararlılık geldi. Kürklü pelerinimi kenara bırakıp bana eşlik eden kraliyet süvarisinin yardımıyla tahtırevandan indim. Dükün kız kardeşleri ve benim Avusturyalı nedimelerim öncelik sırasına göre arkamda yerlerini aldılar. Dimdik durup bekledim. Dük öne doğru gelip tam bir resmiyet içinde eğildi.
“Ferrara’ya hoş geldiniz, Principessa,” dedi gayet soğuk ve tok bir sesle. Yanık tenliydi ve koyu renk gözleri, İtalya’da moda olduğu üzere kısa kesilmiş siyah saçları ve çene hizasına kadar uzattığı siyah sakalları vardı. Boyu benden biraz uzundu; kuyruklu ceketinin ve kürklü kaftanının vatkaları, kıvrımları ve yırtmaçları altında omuzlarıyla belden yukarısı gerçek şeklini kaybetmişti, fakat dar çorapların içindeki bacakları atletlerinki gibi zarif ve adaleliydi.
Her zamankinden farklı görünmüyordu, ama farklıydı. Burada, kendi şehrinde atalarından kalan o muhteşem kaleden destek alıyor, damarlarındaki kan, yani Estelerin asil kanı, annesinin soylu Valois kanı, büyükannesinin zalim Borgia kanı ona güç veriyordu. Kendi soylu kanım ona karşılık verdi ve görkemli bir reveransla önünde eğildim. Değerli taşlarla süslü kırmızı eteğim kaldırım taşlarının tozunu süpürüyordu. Tüm bunlara kayıtsız kalırken, “Senin ve benim gibiler için ipek, mücevher nedir ki?” der gibiydim. Sonra doğrulup eldivenli elimi elinin üstüne koydum.
“Teşekkürler lordum. Size imparator kardeşimin selamlarını ve iyi dileklerini, ayrıca ebedi dostluğunun nişanesi olarak gönderdiği çeyizimin ilk kısmıyla şahsımı getirdim.”
“Bugün çeyiz ve politikadan bahsetmeyelim.” Sabit bakışları, arkasında gizlenen duygular hakkında hiçbir ipucu vermiyordu. “İzin verirseniz size kardeşim Luigi’yi takdim etmek istiyorum; Saint Lucia Septizonio’nun kardinal-diyakozu, Auch başpiskoposu ve Ferrara’nın fahri papazı. Birleşmemizi kutsayıp ayini sunacak.”
Kilise görevlisi olarak yüklendiği ağır sorumluluk Luigi d’Este’nin gözünü korkutmuşa benzemiyordu. Eğilip bana elini uzatırken işaret parmağına tören için taktığı ağır yüzük pırıl pırıl parlıyordu. Kardeşiyle benzerliği fiziksel özelliklerinden ziyade, duruşundan kaynaklanıyordu; sakalsız, ten ve göz rengi daha açık, saçları da siyahtan çok kahverengiye dönüktü.
Elmi dükün elinden çekip bir reverans daha yaptım; bu kez bedenimi azıcık dikleştirmiştim, ama başım eğikti. Bence bu onun konumuna tam olarak uyan bir hareketti; eşimin kardeşi olmasın-dan dolayı daha az, aynı zamanda kilise naibi olarak daha fazla saygı içeriyordu.
“Kardinal efendimiz.” Dudaklarımı yüzüğüne değdirdim.
“Sevgili kızım.” Muhteşem bir şaka yaptığını düşünüyor gibiydi, bunun nedeni muhtemelen aramızda en fazla bir yaş olmasıydı. “Ferrara’ya hoş geldin.”
“Teşekkür ederim ekselansları.”
Elini kaldırdı ve önce benim, sonra da kardeşinin başının üzerinde haç işareti yaptı. Dük başını hafifçe eğdikten sonra tüm dikkatini bana verdi. Şimdi de eli, kemerine tutturulmuş zarif bir hançerin üstünde duruyordu. Nadir rastlanan bir tasarımı vardı, ama asıl dikkatimi çeken ve onu fark etmeme sebep olan şey dükün kabartma desenin üzerinde gezinen parmağıydı, sanki hançer dile gelmiş ve sadece onun anlayacağı şekilde bir şeyler söylüyordu.
“Kıyafetin ve mücevherlerin hoşuma gitti,” dedi. “Crezia’yla Nora seni giydirecek kadını doğru seçmişler.”
“Özellikle de saçımı incilerle örmek için getirdikleri o zırdeliyi,’ dedim içimden. Ve yüksek sesle devam ettim: “Ben de beğendim Ama belki bir iki değişiklik yaparım yerleşir yerleşmez.”
“İstediğin değişikliği yapabilirsin. Gün bitmeden kostümünü saray kayıtlarına geçir. Gelinliğinle resmini yaptırmak istiyorum.”
“Peki lordum.”
Büyük bir resmiyet içinde beni tahtırevanıma geri götürdü. Kafile katedrale gitmeye hazırlanıyordu. Dükün kız kardeşleri tekrar yerlerini aldılar; kardinalin hizmetkârları da kırmızı yaldızlı bir kumaşla eyerlenmiş, nalları gümüşle kaplı beyaz bir katır getirdiler…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDüşesin Zaferi
- Sayfa Sayısı392
- YazarElizabeth Loupas
- ISBN9786055514679
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFeniks Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Vadideki Zambak ~ Honore de Balzac
Vadideki Zambak
Honore de Balzac
Lucas’a göre, “Balzac’ın gerçekliği, bir yandan tek tek tiplerin belli bireysel özelliklerinin, öte yandan onların sınıfın temsilcisi olarak tipik özelliklerinin daima tam bir biçimde...
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Gece karanlığı bastırıyordu. Kampın gürültüsüne ve telaşına alışık olan duyuları körelmişti. Ne görülecek, ne duyulacak, ne de yapılacak bir şey vardı burada. Sessizliğin bozulduğunu...
- Kuzeye Giden İnce Yol ~ Matsuo Başo
Kuzeye Giden İnce Yol
Matsuo Başo
“Kuzeye yapacağım bu yolculuk ansızın belirmişti zihnimde. Bu uzun yolculuk elbette kolay olmayacaktı, saçlarımı bile kırlaştıracak bir zorluğu ve zahmeti göze almıştım. Öyle bile...