1470’li yıllar…
Endülüs İslam Devleti’nin son demleri…
Bir yeniçeri, Deliormanlı Poyraz…
Endülüslü müstensihe, Amber…
Âlim İmam Nasr…
Şimdilerde dinine uzak düşmüş eski din adamı Geronimo…
Yakılarak yok edilmekte olan bir medeniyet, çöküşü durdurmak için çıkılan soluk soluğa bir yolculuk, medeniyetin temel taşı kitapları kaçırıp çoğaltarak kurtarmaya çalışan gözü pek kahramanlar ve ansızın inen akşamın gölgesinde derinden derine yeşeren bir aşk…
Mine Sultan Ünver’den bir medeniyet romanı,
Hilalin İki Ucu: Osmanlı Endülüs’te.
***
“Ey Endülüs sakinleri! Ne mutlu size ki surlara, nehirlere, ağaçlara ve gölgelerine sahipsiniz. Cennet bahçesi sizin diyarınızdan başka bir yerde değil ve şayet seçebilecek olsaydım bu diyarda kalmayı seçerdim… Yarın cehenneme düşmekten korkmayın. Zira cennet nimetlerini tatmış olan hiç kimse ateşe sokulmamıştır.”
İbni Hâface
Mekke’de doğan İslâm dininin bütün insanlığı kuşatan ideali, Peygamber Hz. Muhammed’in ölümünden yetmiş yıl sonra doğuda Maveraünnehir ve Çin sınırlarına, batıda Konstantinopol’e kadar Anadolu’ya ve Kuzey Afrika boyunca İspanya’ya kadar ulaşarak kısa sürede o zamanki bilinen dünyanın mühim bir kısmına yayılmıştı.
Endülüs’ün ilk mücahitleri, 711 yılında azad edilmiş bir Berberi kumandan olan Tarık bin Ziyad liderliğinde İber yarımadasına geçmiş ve müthiş bir İlâ-yı Kelimetullah aşkıyla dolu 7 bin askeriyle 90 binlik Vizigot ordusunu yenmesini bilmişti. Emevi Hanedanı Valisi Musa bin Nusayr’ın da desteğiyle iki koldan ilerleyen fetih ordusu, 715 yılında neredeyse bugünkü İspanya’nın tümünü ele geçirerek Frenk ülkesi sınırlarına dayandı. İşte yeryüzünün en büyük medeniyetlerinden biri olan Endülüs’ün inşâsı bu şekilde başladı.
İlk fetihlerden sonra Müslümanlar, fethettikleri tüm topraklarda olduğu gibi evvela idareyi düzeltip, harabe şehirleri imar ettiler; ölü araziyi münbit hâle getirdiler. Yerli halkın mallarını, mabetlerini ve kanunlarını kendi tasarruflarına bırakarak ahaliye müsamaha ile muamele ettiklerinden despotça yönetilen yerli halk, kendilerine gösterilen saygıdan dolayı kısa sürede Müslümanları kabul ettiler ve yerli halk arasından Müslüman olanlar, fetih yapanları katladı. Batılı bir düşünür olan Chatfield şöyle der, “Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı batılı milletlerin yani Hıristiyanların uyguladıkları muamelenin aynısını yapmış olsalardı bugün doğuda tek bir Hıristiyan kalmazdı.”
Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet çağrısı ile gelmişti. Maddi refahın teminini müteakip, ilmi ve edebi çalışmalarla; Yunanca, Latince eserlerin tercümeleri yapıldı. Endülüslüler, bu ilimleri unutulmaktan kurtardıkları gibi doğu ilmiyle batı ilmini harmanlayıp, sahalarını genişleterek ciddi ilerlemeler kaydettiler. Ardından Avrupa uyanışına kaynaklık edecek olan üniversitelerin inşaasına yöneldiler ki bu üniversiteler asırlarca Asya, Avrupa ve Afrika’dan gelen öğrenciler için aydınlanma ocağı oldu. Tıp tarihinde ilk narkoz ve ilk katarakt ameliyatı ile böbrek taşı ameliyatları gerçekleştirilirken, mimari, astronomi, botanik, eczacılık, sosyoloji, edebiyat ve felsefe alanlarında dünyaca ünlü ilim adamları yetişti. Endülüs, hür düşüncenin, ilmin ve hikmetin merkezi, eşsiz kütüphaneleriyle fikir dünyasının kandili hükmündeydi.
Bu medeniyete hayran kalan kimi Avrupalı krallar, memur ve müşavirlerini Müslümanlar arasından seçiyordu ki Sicilya krallarından II. Roger ve II. Frederick, Endülüslülere benzer şekilde giyiniyor ve onların hayat tarzını taklit ediyorlardı. Ta ki Endülüs fatihlerinin torunları kabile, kavmiyet asabiyeti ve iktidar hırsıyla yeniden birbirlerine düşüp yeryüzünün incisinin bölünmesine sebep olana kadar…
Endülüs’teki 13 emirlik, menfaatleri için birbirlerine karşı Hıristiyanlarla ittifak etti. Papa, Selehaddin Eyyubi üzerine gönderdiği Avrupa krallıklarından müteşekkil ordusuna İspanyol ve Portekiz krallıklarından asker istemedi. Zira bunlar Endülüs Müslümanlarına karşı çarpışmaktan ve onları imhadan sorumluydu. Yine de Endülüs, yaklaşık 800 yıl, ömrünü sürdürmeyi başardı.
Her insanın hayat macerası gibi her devlet ve medeniyetin de tabii bir ömrü vardı. Nitekim Endülüs de bilim ve sanatıyla, görgüsü ve anlayışıyla günümüzün Avrupa medeniyetine beşiklik ederek, mahzun gözyaşlarıyla hayata veda etti. Nobel ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Curie şöyle der, “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda, galaksiler arasında geziyor olurduk.”
.
Yüzümü yalayıp esen rüzgâr hep aynı kavuruyor tenimi,
Damarlarımda akan kan aynı imanla yolunu buluyor.
Kılıcımı aynı aşkla çalıyorum kâfire, zalime,
hayâsız arsıza…
Deliormanlı Poyraz
Sene 1479…
700 yılık İslâm medeniyetinin huzur ve hoşgörü ikliminin ardından, bir zamanların dünya başkenti olan büyülü şehir Kurtuba artık yangın yeri…
La Meskita Katedrali’ne açılan meydanı çevreleyen hanın odalarının birinde yatağıma uzanmış, ellerim başımın altında, ağzımda kuru bir anız çöpü, kirli tavana bakarak dışarıdan yankı bulan haykırışları dinliyorum… Birini diğerinin üzerine attığım ayaklarımı sallarken sahtiyan çizmelerimden hâsıl gıcırtı vahşi haykırışlara karışıyor. Dikkatle takip ettiğim iri bir örümcek, duvarın birinden ötekine attığı ağ üzerinde bir ip cambazı maharetiyle karşıya geçmeye çabalıyor. Derin bir nefes alıp üflesem, örümceğin ağırlığıyla sarkmış olan ve pencereden içeri süzülen rüzgârla salınıp duran ipeksi ağ üzerime düşüverecek. O sebeple izlemekle yetiniyorum… İzliyorum izlemesine de örümceğin karşı tarafa geçmesini beklemeye zamanım olmayacak galiba. Zira dışarıda toplanmış hunhar kalabalığın “Asın! Asın!” nidaları iyiden iyiye şiddetini artırdı. Anlaşılan tayin edildiğimiz vazifeyi yerine getirme zamanı geldi. Şu yatak üzerinde biraz daha vakit kaybedersem, idama mahkûm edilmiş zavallı kadının ince, narin boynunun kırılışına, katledilişine şahit olacağım.
Gitme vakti!
Yatağımdan zor bela kalkıp kepenkleri ardına kadar açık pencereye varıyorum ve meydana bakıyorum. Bir yığın çapulcu, ortada kurulan darağacının etrafını sarmış, kolları havada “Asın!” diye bağırışıyor. Erkek, kadın, genç, ihtiyar herkesin bir arada olduğu kalabalığın bu barbar hâline mana vermek güç. Üzerlerindeki paçavralara bakıp, son takatlerini yoksulluklarının sebebi olan asıl hainlere isyan etmek için harcayacaklarına, bir kadının katledilmesi merasimini çabuklaştırmak için tüketiyor olmalarına hayret ediyorum. Zavallılar… Zavallı hâllerinin farkında olmadıkları için, çırpınıp durdukları rezil hayatı ziyadesiyle hak ediyorlar.
Çapulcu tabakasından iğrendiğimi belli eden ifadeyle, gidip masanın üzerine bıraktığım silahlarımı takınıyorum. Kimi bıçaklarımı çizmemin içindeki gizli haznelere, kimisini deri kayışımın arasına yerleştirip, değerli taşlarla işli Osmanlı hançerimi dişlerimin arasına sıkıştırıyorum. Harmanimi de yüzümü gölgeleyecek şekilde başıma doladım mı görevimi ifa için hazırım!
Hazır olduğuma kanaat getirince yeniden pencereye dönüp etrafı kolaçan ederek muhafızlarla celladın nerelerde konuşlandığını tespit ediyorum. Meydanın çıkışında da onlardan başka iki atlı şövalye görüyorum. Öte yanda kadını darağacına çıkarmışlar ve başına keten bir çuval geçirmişler. Ellerinin arkadan bağlanmış olması hoşuma gidiyor, bu, işimi kolaylaştıracak çünkü.
Kirli, keten bir kumaşın içindeyken bile zarafeti belli olan kadın, az sonra son nefesini vereceğini düşünüyor olmalı. Fakat ölümle burun buruna gelmesine rağmen ne yalvarıyor ne de kısa ömrünün tükenmesinden endişe eder bir hâli var; öyle vakur, uzun boyuyla dimdik, mukadder sonunu bekliyor…
Kalabalığın içinde, üzerine İspanyol yerlileri gibi eprimiş bir pelerin geçirmiş, gayet hırpani görünerek dikkat çekmemeye gayret eden adamımla bakışıp işaretleşiyoruz. Yiğidim Pinhan, hançeri dişlerimin arasında gördüğü için vaktin geldiğini anlıyor ve derhâl arkasında tetikte beklediği muhafızı koluyla kıstırıp boynuna bıçağı dayıyor.
Pinhan’ın gür sesi, “Boğazlayayım mı seni sübyan katili?” nidasıyla, meydanı saran dört duvar arasında yankı bulurken, kalabalığın tüm dikkati darağacındaki kadından avlu kapısına meylediyor. Pinhan’ın, koyu Katoliklerin idaresindeki Kurtuba’nın orta yerinde giriştiği bu hamle, kan içmeye alışmış muhafızları kendisine çağırmak adına mükemmel bir hamle doğrusu!
Muhafızlar mızraklarıyla adamıma doğru koşarken, şövalyeler de tek geçiş yolumuz olan kemerli kapıyı terk edip Katolik düşmanını bin parçaya bölmek niyetiyle sabırsızlandıklarından, kendi ahalilerinden oluşan kalabalığı iri atlarının nalları altında haşere gibi ezerek ilerliyorlar…
Tasavvur ettiğim gibi giden ahvâl üzerine, derhâl urgan bağlı kancayı meydanı çevreleyen hanın karşı duvarlarından birine fırlatıp kendimi pencereden aşağıya bırakıyor ve ziftle yağlanmış ipin üzerinden darağacına doğru kayıyorum. Dikkati dağılmış insan azmanı celladı bir tekmeyle devirmek ve darağacının kurulduğu ahşap merdivene atlayıp kadının arkasında durmuş, bana doğru hamle yapan iki silahşörü belimden çekip attığım bıçaklarla hâlletmek zor olmuyor. Şimdi, başına çuval geçirilmiş kadını sırtlayıp şu hengâmeden çıkma zamanı… Genç kadını omzuma yüklendiğimi gören bir şövalye diğerlerine işaret verirken, az ötede, süvarisi adamım Pinhan’ın elinde can vermek üzere olduğundan boşta kalmış beyaz atı gözüme kestiriyorum… Genç kadını İspanyol bineğin terkisine atıp üzengilere asılıyorum. Bir Osmanlı akıncısının topuklamasını ilk kez tadan at şaha kalkınca, diğer iki yeniçerim Mustafa ve Serdar Han’ın tehlikeden temizlediği kemerin altından hızla geçip Yahudi mahallesine girmeden, dar, ara sokaklara dalıyorum. Şehri ağ gibi boydan boya dolanan bu yollar, henüz Frenklerin pek bir övündüğü Paris ve Londra sokakları çamur ve insan dışkısıyla kaplıyken, taşla döşenmiş, kandillerle geceleri dahi gündüz gibi aydınlatılırmış ya, şimdiki ahvâlini görünce şaşıyorum… Hani, nerede yolcuların barınmaları ve gecelemeleri için yapılan vakıf-hanlar, hamamlar, camiler, namı Asya’ya ulaşmış 400.000 kitaplı kütüphaneler?
Artık suk yani dükkân olarak kullanılan eski medrese yapılarının sıralandığı dar sokaklardan geçerken, insanlar atımın altında kalmamak için, telaşla duvarların içindeki nişlere yahut kapı aralıklarına sığınıyorlar. Benim derdimse İmam Nasr Fakih’in ille getirin dediği bu gizemli kadını infazdan kurtarmışken başını duvara çırpıp telef etmemek.
Endülüs’ün ihtişamını gösteren, mermer sütun ormanı, zarif İslâm sanatıyla ince ince bezenmiş bir zamanların müthiş Ulu Camisi’nin, şimdilerin ise minaresinde çanlar çalınan katedralinin yanından hızla aşağı inerek Vadil Kebir Nehri’nin üzerine kurulu köprüye meylediyorum. Bir vakitler Ulu Cami’yi çevreleyen rasathane, hastane ve kütüphane binaları öyle harap vaziyette ki buralar artık ya fakir insanların sığınağı yahut İspanyol askerlerinin batakhaneleri olmuş.
Bir taraftan etrafı dikkatle kolaçan ederken sol elimle atın dizginlerine sahip çıkıyor, diğer elimle, düşmesin diye, atın terkisindeki kadını sıkıca tutuyorum. Arkam sıra peydahlanan nidalardan peşime düşenlerin olduğunu fark ediyorum ya, köprünün öte tarafında Luşe şehrinin yiğidi Endülüslü Ali Asar’ın beklediğini görünce derin bir nefes alıyorum. Yağız atının üzerindeki yiğit, ben terkimdeki emanetle yanından geçerken pazıbentleri sıktığı için damarlanan güçlü koluyla İspanyol bineğime vurup hızımızı artırıyor. Ardından arkamdan yetişmeye çalışan İspanyol askerlerini oyalama gayretine giriyor. Şövalyelerin ağır kılıçlarıyla Ali Asar’ın biz Müslümanlara özgü ince fakat keskin kılıcının vuruşundan çıkan şangırtıları dinleyerek doludizgin sürüyorum. İstikamet, Kurtuba’nın sırtını verdiği Siera Moreno dağları, yani esmer sıradağlar…
İki asır evvel Endülüs halifesinin ailesi ve muhafızlarıyla oturduğu, devletin idare merkezi olan zarafet timsali saray Medinetü’z- Zehra’nın artık harabeye dönüşmüş muhkem surlarını siper edinerek olabildiğince hızla Kurtuba’dan kaçıyorum. Çıplak tepelerde doludizgin at sürmek! İster Beykoz’dan öte tarafa Anadolu bozkırı olsun, isterse İberya Kurtuba’sının bozkırı… Bir solağın yüreği fütuhat aşkıyla doluysa, maksadı din-i mübini yüceltmekse, isterse buzul diyarı olsun, altımda kayıp giden yerin ne önemi var? Yüzümü yalayıp esen rüzgâr hep aynı kavuruyor tenimi; damarlarımda akan kan aynı imanla yolunu buluyor, heyecanım, iştiyakım oluyor. Kılıcımı aynı aşkla çalıyorum kâfire, zalime, hayâsız arsıza…
Nihayet bizi aşikâr kılan çıplak tepeleri aşınca, geçtiklerimizden daha yüce bir tepenin üzerine tırmanıp ağaçların arasına dalıyor ve tere batmış İspanyol atının dizginlerini çekiyorum. Şövalyeler bu asil hayvanı yeterince koşturmamış olacaklar ki rüzgâr gibi yol almaya doyamayan at, irademe karşı koyamasa da isteksizce duruyor. O etrafında dönerek içindeki heyecanı bastırmak adına ön ayaklarıyla bereketli toprağı toynaklarken karşımda irili ufaklı tepeler ardında görünen mahzun şehre bakıyorum; Kurtuba’ya… Daha iki asır evvel yeryüzünün ilim, sanat, medeniyet beşiği olan Kurtuba. Medreselerine, Müslüman olsun, Yahudi olsun yahut Hıristiyan olsun, dünyanın her tarafından talebe akın eden Kurtuba. İberya’daki Hıristiyan Kral çocuklarının dahi eğitildiği medreseler…
Ulu mabediyle İslâm’ın yüceliğini göklere haykıran Kurtuba… Birçok dine beşiklik eden, yedi dilin konuşulduğu, kavimlerin, inançların farklı uygarlıkların kaynaştığı, İslâm’ın hoşgörüsünde asırlarca cennet hayatı süren Kurtuba. Fakat zamanla kabile, kavmiyet asabiyeti ve iktidar hırsıyla Endülüs’ün bölünmesinin ardından diğer on iki kardeş şehirle kavgaya düşen Kurtuba. Müslüman emirliklerin Hıristiyan Krallıklara destek çıkarak yakılıp yıkılmasına müsaade verdikleri aziz şehir. Katolik ordusuna dahil olmuş Müslüman neferin, bir diğer din kardeşini içi sızlamadan boğazlamak suretiyle, kendi eliyle teslim ettiği cennet beldesi. Günler boyu sokaklarda istiflenip yakılan eşsiz kitapların isiyle mavi göğü karaya dönen ilim şehri. Söz verildiği hâlde kadın çocuk demeden halkı kılıçtan geçirilen, erkekleri Katolik ateşinde can veren, camileri yıkılan, çanlar takılarak kiliseleştirilen Kurtuba…
İstanbul’dan demir alan kadırgamız Endülüs’ün Malaga şehrine yanaşana kadar Arslan Bey’in anlattıklarından bellemiştim bunları. Bu bildiklerimden sebep, hâlâ ulu Endülüs yapılarıyla İslâm şehri gibi karşımda endam eden lakin mahzun ve harap, güzelliği hunharca kirletilmiş Kurtuba’ya bakarken içim acıyor, yüreğim yanıyor. Gün geçtikçe ululaşan, zirveye tırmanan Osmanlı’nın neferlerinden biri olarak bir zamanlar bizden yüce bir medeniyeti inşa etmiş insanların nasıl bu hâle geldiğine şaşıyorum. O vakit beni yüreğimi daraltan düşüncelerimden azad eden atın terkisine iki büklüm astığım kadının boğuk sesi oluyor. İlk kez tepki veriyor ki şimdiye kadar her hâle rıza göstermesini takdir ediyorum. Artık sakinleşen at, ağaçların arasında yeşillenen taze nebatla otlamaya başlamışken üzerinden atlayıp çuvalın içindeki elleri bağlı zavallıyı yere indiriyorum. Kadıncağızın onca hırpalanmadan sonra dermanı kalmamış olacak ki ben sırtını ağacın gövdesine yaslarken acıdan inlediğini işitiyorum. Kuşağımın arasından bıçağımı çıkarıp üzerindeki çuvalı aşağıdan başlayarak yukarı doğru yırtıyorum. Nihayet kirli paçavrayı üzerinden çektiğimde emanetimle müşerref oluyorum.
Dağılmış, dalgalı, bal rengi saçları, melez teni ve ince kemikli yüzüyle tahminimden de genç bir kadın. Boynuna geçirdikleri urgandan ötürü boğazı yer yer morarmış. İri kahverengi gözleri hüzünle yıkanmış gibi, öyle manasız bakıyor bana. Sanki ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Kadere teslimiyetle razı olmuşken niçin onu ansızın kurtardığımı bilmek istiyor gibi. Fakat cevap mercii ben değilim ki!
İnce dudaklarının arasından geçip başının arkasına dolanan bez parçasını çözünce kirli elleriyle acıyan dudaklarını ve yüzünü ovalıyor. O ara bir şey söylemek istiyor lakin sesi boğuk çıkınca çaresizliğine kanaat getirip yeniden susuyor. Zavallı kadın, kim bilir kaç zamandır ağzı, elleri böyle bağlı kapalı kalmıştır? Söyleyeceği mühim olmalı ki vazgeçmiyor ve ileride duran bir dal parçasını getirmem için başıyla işaret ediyor. O vakit hatırıma geliyor da arkasına dolanıp bileklerini kanatan sicimleri çözüyorum. Kadın serbest kalınca benden evvel davranıp uzanıyor dal parçasına. Sıkıca tuttuğu dalla bir bana, bir yazdığına bakarak telaşla toprağa çiziyor. Arapça yazı ortak lisanımız olunca anlıyorum evlatlarını sorduğunu. Korkuyla, endişeyle yeniden konuşmaya çalışıyor ama muvaffak olamıyor. O vakit kadının hâline daha da acıyıp hemen cevaplıyorum.
“Meraklanma, oğulların emin ellerde. Şimdi yanlarına götüreceğim seni…”
Ardından üzerimdeki cepkeni çıkarıp onun omuzları üzerine örtüyorum. Ben onu titremesi geçsin diye sararken, elini elimin üzerine koyup minnetle bakıyor. O vakit ruhunun letafetinin yansıdığı simasının güzel olduğuna hükmediyorum. İradesizce dalıp gittiğim ıslak bakışlarındaki mana, derunumdan vuruyor beni; şefkatimi nimet bilen bir kadın daha, lakin bu kez Endülüs’te… Fakat biliyorum ki bu bakışlarıyla sadece minnetini bildiriyor. Sağanak yağmurun altında sırılsıklam olmuş bir kedinin kendisini içeri alan sahibine olan şükran hissini gösterir gibi başını koluma dayayıp huzurla gülümsüyor. Kadınları iyi tanımasam da onun ruhunun saflığına, kalbinin temizliğine inanıp ben de gülümsüyorum. Allah’ın izniyle adamlarımın sağ sâlim döneceğinden emin, usulca ayağa kalkıyorum.
“Haydi Amber… Gitme vakti…” diyerek genç kadını kolundan tutup kalkmasına yardım ediyorum.
.
Hilalin iki ucunu birleştirmek!..
İşte bu, tarihin külliyen değişmesi manasındadır…
Reisü’lKüttap Eyüp Efendi
Arslan Bey, avuçları arasında tuttuğu Endülüslü İbni Hazm’ın nadide kitabı Güvercin Gerdanlığı’na elmastan daha değerli bir mücevhere bakar gibi bakıyor ve dalıp gittiği hisler âleminin tesirinde billur sesiyle okuyor, okuyordu. Âlimlerin naif olanlarına özgü nazenin sesi derunuma işleyip onun sürüklendiği âleme beni de götürürken, önünde karşılıklı diz kırdığımız rahlenin sedef kakmalarına dalıp gittim…
Şaka diye başlar, kaygı ile biter aşk. Bir anlama gelmez, bin anlamı var. Ele avuca sığmaz, tanımı hiç yapılmaz. Bir tek yaşayan kavrar işin doğrusunu. Ne dinen yasaktır, ne şeriat engeldir… Seven gönüllerde Tanrı’nın eli yok mu?
Aşkın özü mü dedin? Ne kadar seven varsa, bir o kadar özü vardır. Parçalanmış ruhların birleşmesidir. Yoksa, Muhammed İbni Davud’un dediği ‘Bir elmanın iki yarısı’ değil.
Avunabilmek!
Hepiniz bilirsiniz: bir şeyin başı varsa, sonu da gelip çatar. Solar, yitip gider. Düşmez kalkmaz bir Allah. Aşkın da sonu ölüm… Ölüm yoksa avunuş…
Karşılık bulmazsa aşk, için için közlenir anısıyla. Ömür boyu avutur yaralı gönülleri. Gözden uzak oldukça, avunmada umut yok…
Son satırlarda titremeye duran sesi birdenbire kesilince başımı kaldırıp baktım Arslan Bey’e. Ellilerindeki koca âlimin huzur dağıtan kestane rengi gözleri öyle buğulu. Kumral sakalına iki damla yaş süzülüyor, omuzları çökmüş, başındaki serpuşu düştü düşecek, hâlinden bihaber.
Avuçları arasındaki pek sevdiği Güvercin Gerdanlığı’nı alıp pencere önündeki rafa bıraktım. Sual etsem yüreğindekileri döker miydi acaba? Derununu dağlayan ıstıraplarını dillendirir miydi? Yoo, Enderun’dan bu yana bilirim ki onu, dökmez içini, iki dudağı arası mühürlüdür, gönlünden akıp geleni hiçbir sebeple söylemez.
Üstadım boşta kalan ellerini dizlerinin üzerine edeple koyarken ruhumda galeyana gelen hürmete ve muhabbete karşı duramadım. Yumuşak elini yakalayıp öptüm… O ise içinde boğulmak üzere olduğu his deryasından bu vesileyle sıyrılıp tebessüm etmeye gayret etti. Diğer elini omzuma vururken aşikâr etmekten hayâ ettiği gözyaşlarını derhâl sildi. O vakit, henüz biz hâlleşmeden bulunduğumuz odanın kapısı çalınıverdi. İçeri girip usulca yanımıza süzülen zat-ı muhterem, Endülüs’ün son kalesi Gırnata’nın meşhur fakihi İmam Nasr’dan başkası değildi. Fakih Hazretleri’ni görünce Arslan Beyim gibi derhâl toparlanıp ayaklandım. Birbirimizin elini sıkıp salâvat getirdikten sonra aynı Endülüs dokuması kilim üzerine bu kez üçümüz birlikte diz kırdık.
Fakih İmam Nasr oturur oturmaz hâlimizi hatırımızı dahi sormadan, endişeyle söyledi:
“Amber kızımdan haber var mı ağalar? Emanetim sağ mıdır?”
Arslan Bey’in cevabını dinlerken bir taraftan da Fakih’i izliyordum. Yaşının geçkinliğine rağmen İspanya’nın güneyi Gırnata’dan buraya at üstünde üç günde gelmişti ya dirayetine şaşmıştım.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
- Kitap AdıHilal'in İki Ucu - Osmanlı Endülüs'te
- Sayfa Sayısı224
- YazarMine Sultan Ünver
- ISBN9786050807783
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Handan ~ Halide Edib Adıvar
Handan
Halide Edib Adıvar
Ben artık zelil ve sefil bir günahkâr oldum. Ben artık tarihin en mel’un çehresi Yehuda’ya bir nazire oldum. Yehuda nasıl dünyanın pek muazzez bir...
- Beyaz Türkler Küstüler – Orda Hâlâ Kimse Var mı? 5. Kitap ~ Alev Alatlı
Beyaz Türkler Küstüler – Orda Hâlâ Kimse Var mı? 5. Kitap
Alev Alatlı
Alev Alatlı’nın 1992de yayımlanan ve Türkiye’nin dönüşümlerini çözümleyen dörtlemesi “Or’da Kimse Var mı?” her kitabıyla geniş ve yoğun tartışmalara yol açmıştı. Dizinin ilk kitabı...
- Yeşil Kiraz 2 ~ Gülten Dayıoğlu
Yeşil Kiraz 2
Gülten Dayıoğlu
Kiraz, birinci kitabın sonunda geçmişten sıyrılıp yepyeni ufuklara açılmaya hazırdı. Başından geçen bütün tatsız olaylara rağmen, tepeden tırnağa umut yüklüydü, kendini içinde şafak söküyormuş...