Cehennemin Derinliklerine Sıradışı Bir Yolculuk“Ne demek istiyorsun?” Filip başını salladı.
“Burası da neresi?”
“Burası mı?” İblis kaşlarını kaldırdı. “Hâlâ çıkaramadın mı? Evet, tabii ya, kötülük ve aptallık sık sık el ele gider.” Yüzüne çarpık bir gülümseme yayıldı, sivri dişleri ortaya çıktı ve o paslı ses tıslamaya dönüştü. “Evlat, burası cehennemin girişi. Orası da,” kıvrık bir tırnak siyah kapıyı işaret etti, “cehennem.”
Filip kelimenin tam anlamıyla iyi bir çocuktur. Bu yüzden kendisini neden ansızın cehennemin ortasında bulduğunu ve Şeytan’a vâris gösterildiğini bir türlü kavrayamaz. Çok geçmeden Şeytan da ortada bir yanlışlık olduğunu anlar fakat Filip’i yetiştirmek ve onun karanlık yanlarını bulmak zorundadır. Bu tuhaf, karanlık ve kasvetli dünyada Filip pek çok düşman edinir ve en sonunda kendisini bir komplonun ortasında bulur…
***
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ
Çocukların yazılanı anlayıp anlayamayacakları konusunda kafa yormaya gerek yok sanırım. Onlar okuduklarım genellikle anlayabiliyorlar. Benim de oldukça çocuksu bir düşünce dünyam var ve hikâyelerimi yazarken sinema tografîk düşünebiliyorum.
Elinizdeki kitap, Büyük Şeytan Savaşı adlı dört kitaplık serinin ilk cildidir. Toplam bin iki yüz sayfanın üzerindeki seride, on yaşlarında, kendi halinde, uslu bir oğlan çocuğunun yanlışlık sonucu Şeytan’ın çıraklığını yapmak üzere cehenneme düşmesi ve orada başından geçenler hikâye ediliyor. Gülünç bölümlerle, eziyetli ve dehşet verici sınavlarla dolu bir cehennem tecrübesi…
Bazen görev aşkından, bazen sevdiği kıza duyduğu aşktan, bazen de öfke ve intikam aşkından kahramanın başına gelmedik kalmıyor. Yeni düşmanlar ve yeni dostlar kazanıyor, işin garibi bu dostlar, onun önceden düşman bellediklerinin arasından da çıkıyor.
Yazarın, hızlı tempoda akıp giden olaylara paralel olarak, arka planda irdelediği ve kendine has, yer yer güldürücü, yer yer iç burkucu bir mizah gücüyle eleştirdiği mutlak ve normatif bilgilerin yanı sıra dünya görüşü, insan sevgisi, iyilik ve kötülük anlayışı, önyargı, tolerans ve dostluk kavramı eşliğinde yapılan bu yolculuk, sadece genç okuyuculara değil, yetişkinlere de düşünsel dünyanın kapılarını açıyor.
Büyük Şeytan Savaşı, okuyucunun yalnızca hayal gücünü değil bilinçaltını da harekete geçiriyor. Bu, temanın, anlatımın ve dil kullanımının ortak bir başarısı.
Büyük Şeytan Savaşı’nda, ölüm ele almıyor ama yaşam ve insan irdeleniyor.
Yazar, serinin ilk kitabı Şeytan’ın Çırağı’nda çocukların ve çocukluğunda bizzat kendisinin kafasına takılan sorulan, fantastik bir anlatımla yanıtlamaya çalışıyor: Cennet ve cehennem var mı? ölümsüzlük iyi bir şey mi? İnsanlar ölüyorsa, dünya kötülüklerle doluysa.
Tanrı iyi olabilir mi? O her şeye kadirse, ölüm ve kötülüğü neden ortadan kaldırmıyor? Eserde olayların akışı içinde sık sık karşımıza çıkan bu soruların yanıtlarını yazar, hayatta hiçbir şeyin mutlak olmadığı, insanların hem iyi hem kötü yanlan olduğu ve ikisinin hep birlikte hayatın bir parçası oldukları şeklindeki mesajlarla sunuyor.
Dine evet mi yoksa hayır mı sorusu Kenneth Bogh Andersen’ın kitaplarında önemli bir yer tutuyor. Bu özellik Büyük Şeytan Savaşı serisinde de ön plana çıkıyor. Bu açıdan İngiliz yazar Philip Pullman’dan esintiler bulunduğu söylenebilir. Bogh Ander- sen da Pullman gibi Hristiyanlıgın ve diğer dinsel kavramların eleştirel bir tartışmacısı ve bunu, konuyu sıkıcı hale getirmeden yapmasını da biliyor.
“Büyük Şeytan Savaşı serisi çocuklar için bir İlahi Komedya. Onlara cehennemi anlattım, nasıl bir yer olduğunu göstermek istedim, kendi kanlı ve komik versiyonumla elbette,” diyor yazar.
Kenneth Bogh Andersen fantezi, korku, bilimkurgu veya mizah tarzında yazıyor. Bazen bunları aynı eserde bir arada kullanıyor. Örneğin, diğer bir çoksatan olan altı kitaplık Antboy (Karınca Çocuk) her şeyden önce bir korku romanı olsa da ağırlıklı olarak mizah ve fantezi unsurları içeriyor.
Fantezi tarzı yazara, hem yaşadığımız dünyanın kurallarından, kısıtlamalarından ve normlarından uzak ve özgür hem de gözünün ve yüreğinin alabildiğince kendisine ait olan hayal dünyasına yelken açabilme olanağı tanıyor.
Yazarın burada en çok dikkat ettiği husus, anlatım tarzının ve temaların okuyucuya zoraki ve yapmacık gelmemesi. ”Mizah ve korku pekâlâ bir arada olabilir ancak bu, tekil konuların ve/veya olayların üstüne örtülen bir örtü gibi kullanılırsa, o zaman olmaz,” diyor yazar, “önemli olan, farklı tarzları bir arada ve birbirlerine karışmış bir şekilde sunabilmek.
Yoksa bu, okuyucuya üzeri şekerli ciğer ikram etmek gibi bir şey olurdu. Ayrıca genç okuyucular çok duyarlılar, bu tür aksaklıkları hemen fark edebiliyorlar.”
Kitaplarındaki mizahi unsurların bolluğuna ve olayların bir fantezi kozmosunda geçmesine karşın, Kenneth Bogh Andersen’ın kahramanlan daha ziyade günlük hayatın gerçek sorunlarıyla savaşıyorlar. Yani onlar sıradan kahramanlar.
Kenneth Bogh Andersen’ın eleştirmenlerden en fazla övgü aldığı hususlardan biri, eserlerindeki dilsel deneysellik. Alışılagelmişin dışındaki anlatım şekillerinin, sözcük bileşimlerinin ve gramatik kombinasyonların, kuramsallığı esnekleştirip hafifleterek, anlatımda yarattığı canlılık ve orijinallik, genç okuyucunun dikkat ve konsantrasyonunu da canlı tutuyor. Bu noktada, gençlerin kalıplardan ziyade yeniliklere açık ve yatkın oldukları unutulmamalı.
Büyük Şeytan Savaşı’nın kahramanlarını kötüler oluşturuyor. Kötüleri, okuyucuda dehşet uyandırmadan, aksine onun sempatisini kazanacak bir şekilde betimlemek hakkında yazarın görüşleri ilginç.
Ona göre alışılagelmiş “Hollywood filmi” kalıplarına göre çizilen cehennem tablosu bir ateş, çığlık ve acı kaosu. Bunlar onun romanlarında da mevcut fakat yazar mekân olarak bir taşra ortamı seçerek, köy toplumunun sosyal yapısını ve insan ilişkilerini de tabloya arka kapıdan sokuveriyor ve bu, temayı etkiliyor.
Cehennem köyünde, şeytanlar ve canavarlar birbirlerine karşı aşın kötü davranamıyorlar. Aksi takdirde bu, köy toplumunun işlerliğini kaybetmesi demek olur. Dolayısıyla cehennem köyünün şeytan ve canavarları bunu gerçekten hak edenlere karşı kötü davranabiliyorlar.
Eserdeki bir başka ilginç unsur, Ludfer’ın sempatik tiplemesi. Bu, kötülüğün gerekli hatta iyi olduğu temasıyla el ele gidiyor. Şeytan’ın eskiden Tanrı’nın koruyucu meleği olduğu düşünülürse, bir zamanlar onun da bu mutlak iyiliğin bir parçası olduğu hatırlatılıyor. İçinde o zamanlardan kalan ufacık bir melek kırıntısı olduğunu düşünmek mümkün.
Filip Engell’in maceralarının bir parçası olarak sıkça ele alınan ahlakı temalardan biri de bireyin kişisel seçim imkânları. Özgür iradeye inanıyor musunuz? Bu soru sık sık irdeleniyor.
Hatta bu tema, yazarın fantezi tarzındaki tüm eserlerinde ön planda ve Slaget i Caissa (Caissa Çatışması) üçlemesinde ve Himmelherren’ddi (Göklerin Efendisi) çok daha somut işleniyor. Özgür iradenin elimizden alındığını sandığımız durumlar olabilir. Fakat esasında daima bir seçim hakkımız vardır ve önemli olan da budun Özgür irade sorumluluk gerektirir, ikisi acı tatlı hep el ele gider.
Büyük Şeytan Savaşı bu düzeyde ve bağlamda değerlendirildiğinde, toplumcu gerçekçi romanın tipik izlerini de taşıyor. Fantastik kurgulama, daha ciddi ve derin konuları, daha somut ve doğrudan ele alabilme olanağı da doğuruyor.
Kader, özgür irade, neyin hakikat neyin hayal olduğu gibi hususlar sık sık fantastik ve mitolojik motiflerle bezenerek işlenen tarihin de ilgi alanına girer ve bu yüzden tartışmaya açık ve hazır, ön plandadırlar. Üstelik başkahramanlar Tanrı’yla, ölümle ve Şeytan’la karşı karşıya gelme imkânına kavuşunca, böyle derin sorulara yanıt verme ve yeni sorular sorma olanağı da doğar.
Şeytan, doğal olarak kafalarımızda kötülüğün simgesi olmasına karşın, Şeytan’ın Çırağı‘nda durumun böyle olmaması, okuyucunun ve eleştirmenlerin yazara kötülüğün onun kafasında nasıl bir şey olduğu sorusunu yöneltmelerine neden olabiliyor. Yazar bunu şöyle yanıtlıyor:
“Bu kitapta, Lucifer’ın somut bir amacı var. Vazifesinin gerektirdiği bir amaç. Karanlık Prens görevini bıraktığı gün, görevi hemen devralacak birini bulup hazır bulundurmak. Ve bu görevi en iyi veya en kötü şekilde yerine getirmek için de canını dişine takıp çabalıyor. Kötülük birçok şey olabilir ve birçok şekilde ortaya çıkabilir. insan bu konuda yazmaya kalkışsa bir değil, ciltler dolusu kitap yazılabilir. Ben mutlak kötülüğü, Filip’in baş düşmanı Aziel’in şahsında betimlemeye çalıştım.”
Slaget i Caissa adlı eserin en son satırında şöyle der yazar: “Tanrı ile Şeytan satranç oynarken, kuralları kim koyar?”Büyük Şeytan Savaşı‘ndaysa Tanrı ile Şeytan karşılıklı zar atıyorlar.iyilikle kötülüğün savaşına, kötülüklerin dünyasındaki derin dostluklara ve baş döndürücü maceraların fantastik kozmosuna hoş geldiniz.Zevkli okumalar.
BÖLÜM 1
Haftanın Mahkûmu
Filip onu duyabiliyordu. Çıt çıkmayan bodrumda kulağa bir fısıltı gibi gelen adımlarını. Beklenti içinde çıtırdayan parmaklarını. Evet, hatta dudaklarındaki gülümsemeyi bile işitebiliyor gibi geldi ona.
Filip, hademenin alet edevatını sakladığı büyük metal dolabın arkasına büzüldü ve dikkatlice ileri, köşeye doğru baktı. Duvarda aniden beliren gölgeyi görünce yüreği ağzına geldi.
Olağanüstü büyüklükteydi. Tıpkı şeytan gibi. O garip ışık ona oyun oynamıyorsa, gölgenin bir boynuzu varmış gibi görünmüyor muydu? “Neredesiiiin?” diye sordu gölge neşeyle. “Haydi, çık dışarı!” Filip olduğu yerde olabildiğince büzüldü. Sırtından aşağı terler boşanıyordu. Fırındaymış gibi sıcak basmıştı.
Yoksa Soren’le birlikte okulun bisiklet mahzeninde hapis kaldığı için ona mı öyle geliyordu?
Ona Şeytan seren da diyorlardı. Karıştığı tüyler ürpertici şeytanlıklar hakkında ciltler dolusu kitap yazılabilirdi. Eğer iblis bir oğlan olacak olsa bu, rahatlıkla Seren olurdu. Kurbanları, okul avlusunda rastgele yakaladığı veya ıssız koridorlarda rastladığı dersleri asan çocuklar değildi. Hayır, 8. sınıfa Filip’in iki sınıf üstü giden Şeytanseren buna tenezzül etmeyecek denli işinin ehliydi.
Her hafta başında kendine yeni bir kurban, yeni bir mahkûm seçer, cuma akşamı paydos zili çalana kadar da yakasını bırakmazdı. İnsan bir kere Haftanın Mahkûmu olma şerefine erişti mi ortalıktan kaybolup o haftayı sağ salim atlatmayı ummaktan başka yapacağı bir şey yoktu. Ondan sonra Seren dikkatini bir başkasına çevirirdi ve insan ancak o zaman rahata kavuşurdu. Bir süre için.
Bu hafta Filip’i seçmişti. Şu ana kadar olabildiğince ucuz atlatmıştı. Seren ona bir avuç kum yedirmiş, kızların soyunma odasındaki duşlardan birine bağlamış ve Seren beslenme çantası ve meyve parasını çaldığı için bir gün sabahtan akşama kadar aç dolaşmıştı. Ah, evet, unutmadan, kalem kutusunun içine de işenmişti. İki kere.
Ama yine de tüm bunlar diğer çocukların Seren yüzünden maruz kaldıklarının yanında hiç kalırdı.
Fakat daha hafta sonu gelmemişti. Cuma günkü son dersti, Filip hâlâ Haftanın Mahkûmu’ydu ve şu an bisiklet mahzenindeki dolabın arkasına büzülmüş, duvardaki o koca gölgeye bakıyordu. Sanki duvara boyanmış gibiydi ve avının peşindeki yırtıcı bir hayvan gibi onun nasıl havayı koklayıp kulak kesilerek iz sürdüğünü hissedebiliyordu. Filip üzerindeki buz gibi terlerin kokusu onu ele vermese bile küt küt atam kalbinin vereceğini düşündü. Buharlı lokomotif gibi sesler çıkarıyordu.
Halbuki şimdi yukarıda, sınıfında, matematik dersinde olmalıydı. Tam şu an, matematik öğretmenleri Jorgen’e, matematik sorusunu çabuk bitirdim, herhalde bir sakıncası yoktur, demek için parmağım havaya kaldırmış sınıfında oturuyor olmamalı mıydı?
Yani nasıl olmuştu da birden burada bulmuştu kendisini? Hem de antik Colosseum’daki aslanları bile bir ıslıkla korkutup kaçırabilecek bir oğlanla birlikte…
Suç Mikkel’deydi.
Mikkel eşofmanını soyunma odasında unutmuştu ve Jorgen’e bir koşu oraya gidip elbiselerini alıp alamayacağını sormuştu. Filip de gelebilir miydi? En fazla bir dakika alırdı.
Sınıfta tam o sırada durum karmakarışıktı: Sınıftakilerden birkaçı teneffüste dövüşmüş, bir tanesi yaralanmıştı; dört tanesi o an ev ödevi yapmayı unuttuklarını haykırınca diğer birkaçı, “Ama biz yaptık,” diye feryat etmişti.
Sinirli bir el hareketi Mikkel’le Filip’in gitmelerine izin verdi.
“Kahretsin!” diye bağırdı Mikkel, oğlanların soyunma odasına girdiklerinde.
Birisi jimnastik çantasını karıştırmıştı, içindekilerin her biri bir köşeye atılmıştı. “Acaba bazıları neden parmaklarını kendine saklayamaz ki?”
Ortalıktakileri birlikte topladılar ama Mikkel onları bir gözden geçirince, havlusunun olmadığını fark etti.
“Gidip baksana, acaba salaklar merdivenden aşağı mı attılar?” diye sordu ve jimnastik salonunun girişinin yanındaki kapıyı işaret etti. Oradan bisiklet mahzenine iniliyordu ve kapı aralıktı.
Filip merdivenden aşağı daha on basamak ya inmiş ya inmemişti ki kapı aniden güm diye arkasından çarpıp kapandı. Güm sesini, yuvasına yerleşen bir sürgünün tık sesi izledi.
“Mikkel?” Kapının kulpunu kavramıştı ama kapı bir milim bile oynamamıştı yerinden. “Mikkel hiç de komik değil!”
Mikkek’in, “Affedersin, Filip,” diyen sesi duyuldu. “Ama o böyle yapmamı söyledi. Yoksa gelecek hafta sıra bana gelirmiş.” Ve sonra uzaklaşıp kaybolan adım sesleri geldi.
“Mikkel! Mikkel, geri dön!”
Haykırışları bisiklet mahzenine inen merdivenden kıvrıla kıvrıla ilerledi, ta aşağılarda bir başka dünyadan gelen ümitsiz yalvarışlar gibi duyuldu. Filip gri gölgelere doğru döndü.
Okulun avlusuna çıkan merdiven boşluğu bodrumun ta öbür uçundaydı ancak burada korkağın teki gibi duracağına kendine hâkim olursa herhalde Soren gelmeden oraya varabilirdi.
Işık hızıyla kendini uzun merdivenlerden aşağı fırlattı, bodrumu baştan başa fırtına gibi geçti. Her an Soren’in, yüzünde şeytani bir sırıtışla gölgelerin arasından fırlamasını bekliyordu. Fakat hiçbir şey olmadı ve avlu çıkışı ileride belirdi. Başarmıştı!
Hemen hemen…
Fakat buradaki kapı da Filip açmak için var gücüyle asıldığında bir milim bile oynamadı yerinden. Birisi arkasına dışarıdan engel koymuştu. Bu demekti ki geriye sekizinci sınıfa çıkan geniş merdivenler kalmıştı ve…
Bir gıcırtı Filip’i düşüncelerinden ayırdı. Ve sonra adım sesleri… Ardından da tanıdık bir sesin şakıması: “Neredesiiiiin? Ortaya çıkabiliiiiirsiiin!”
Artık burada hapisti. Köşeye kıstırılmıştı. İyi sonuçlanmasını ummaktan başka yapabileceği bir şey yoktu ki bu bile işin içine
Şeytan soren girdiği için yeterince kötüydü.
“Ne de sessizsin ama!” dedi Soren keyifle ve ardından ürpertici bir homurtuyla ekledi: “Ben bunu hemen değiştirmesini bilirim.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Fantastik Gençlik Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞeytan'ın Çırağı
- Sayfa Sayısı352
- YazarKenneth Bogh Andersen
- ÇevirmenNur Beier
- ISBN9786055360641
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümcül Şüphe ~ Alex Berenson
Ölümcül Şüphe
Alex Berenson
2007 yılında Edgar Ödülü’nü kazandığı bu ilk romanıyla Alex Berenson kısa sürede adından söz ettirmeyi başardı. Gözü kara ABD ajanı John Wells, El Kaide’ye...
- Ateş Ustası ~ Maria V. Snyder
Ateş Ustası
Maria V. Snyder
Yelena’nın ruhları yakalayıp serbest bırakabilen bir ruh-bulan olduğu haberi hızla yayılınca insanlar huzursuz olmuştu. Zaten bir süredir sıra dışı yetenekleri ve geçmişiyle göze batıyordu…...
- Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç
Maurice Leblanc
Paris’te esrarengiz bir adamın peşine düşen “Pırlanta Kralı” Rudolf Kesselbach, bir sabah otel odasında ölü bulunur. Cesedin üzerinde Arsen Lüpen’in kartviziti vardır.