Triumvira diliyle, kurgusuyla, kişi ve karakterleriyle, yarattığı İstanbul atmosferiyle de sağlam bir roman. (…) İttihat ve Terakki dönemiyle ilgili belki de en kuşatıcı ve doyurucu anlatılardan birisini okuyacaksınız.
(A. ÖMER TÜRKEŞ, 17 Mart 2006, Radikal Kitap)
Tarihin sisinden bilinçle, bilgiyle, duyguyla, özenle süzülmüş ışıl ışıl bir roman Triumvira. (…) Triumvira’yı sadece “yakın tarihimizi irdeleyen bir kitap” diye nitelemek, ona da, romana da, sanata da yapılmış bir haksızlık olacaktır.
(NİHAT BEHRAM, 3 Ağustos 2006, Cumhuriyet Kitap)
Romanda o günlerin günümüze aktarılması, mekânların ve eşyaların betimlenmesi, kılık kıyafetten, yaşama biçimlerine kadar her şey eksiksiz aktarılmış ve bu aktarımda dilin kullanımı da son derece görkemli.
(H. HÜSEYİN YALVAÇ, Ağustos 2006, Milliyet Sanat)
Ahmet Aziz’in “Triumvira”sını okudum… (…) Romanı bitirdikten sonra yakın tarihimizde bir gezintiye çıkmış gibiydim. Tarihin derinliğinde bir su pınarının pırıltısı içindeydim… (…) Bu roman okunmalı, tartışılmalı!..
(HİKMET ÇETİNKAYA, 10 Ağustos 2006, Cumhuriyet gazetesi)
Az sayıdaki gerçek ve gerçekçi romanlardan biri Triumvira. (…) Triumvira’nın başarısının bir ucunda, anlattıklarının günümüze ışık tutması bulunmaktadır; ama daha da önemlisi, romanı roman yapan öğelerin tümünü taşıyor olması bu başarıyı daha somut kılıyor; aynı zamanda, bundan sonra yazılacak tarihsel romanlara olumlu örnek oluşturuyor. (…) Her yönüyle farklı, türünde örnek gösterilebilecek özgün bir roman Triumvira.
(BURHAN GÜNEL, Ağustos-Eylül 2006)
Osmanlı’nın son dönemlerini kuvvetli bir ışıkla aydınlatan, son dönemin iyi romanları arasına girmeye hak kazanan önemli bir belgesel roman: ‘Triumvira’
(HASAN GÜRKAN, Ağustos-Eylül 2006, Bakırköy Martı’sı)
“Triumvira”, 20. yüzyılın başlarındaki İstanbul’u, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Birinci Dünya Savaşı ve öncesinin acılarını başarıyla yansıtan bir roman. (…) Tarihsel romanları sevenler için önemli bir kitap Triumvira.
(HASAN AKARSU, Eylül 2006, Damar)
***
1. Bölüm
Yorgun atların çektiği tramvaydan indi, ilk sokağa saptı. Sokağın sessiz tenhalığında, gıcırdayan kaloş kunduralarının sesi, artan bir tempoyla kulaklarında ahenkli bir hâl aldı, bu yankıyı dinleyerek yürümesini sürdürdü. Bir konak arabası, koyu karanlık bilinmez bir yaratık gibi çok yakınından geçip, dikkatini dağıtmadan onu geride bıraktı. Çift yaylı, çift atlı, tam çarklı bir sırık araba; bir bacağını altına alarak oturmuş bir yük taşıyıcıyla birlikte diğer yanından geçti. Arabacıyla kısa bir an göz göze geldi. Kaloş sesi, ahengini bozmamak için çabalıyordu. İleriden birisi, en pahalı cinsinden bir Seylavi safkan Arap beygirini, Makriköy’deki(1) düz topraktaymış gibi öyle doludizgin koşturuyordu ki, hayvanın dört ayağı da yerden kesilmişti. Cüppesi caddede uçuşan, sarığı kafasından düşmek üzere olan sürücü, âdeta kendisini Veli Efendinin düzenlediği bir koşuda zanneder gibiydi. Sanki atın üzerinde Konti, İstepan ya da Yanko Efendi vardı. Bu beklenmedik hareketlilik üzerine, sokağın nalbandı hızla dükkânının önüne çıktı, kapısının üst kısmında yer alan küçük nallar mıhlanmış yumurtalarına baktı, başını iki yana sallayıp, söylenerek içeriye döndü. Açık renk kırmızı fesli, mavi dizlikli ve aynı renkten klabdanlı cepken giymiş, beli kırmızı kuşaklı bir seyis, savatlı Çerkez kamçısını kızgınca havaya doğru şaklattı. Nalbant dükkânının önündeki bir başka Arap seyis, çeşitli renkte boncuklarla süslenmiş çulla örtülü, yelesi ve siyah kuyruğu ince uzun, pek makbul hünerli atının üzerinde gezdirdiği kaşağıyı elinden yere düşürdü. Kaşağının içindeki halkalardan çıkan şakırtılı seda ve seyisin bu sesin nağmelerine uydurarak okuduğu Arapça kafiyeli maval da sonlanmış oldu.
Evden çıkınca önce berbere uğrayıp saç tıraşı olmuş, sıra sakalının düzeltilmesine geldiğinde, kafası boş lâkırdılarla sepete dönmüştü. Berberin makastan ve usturadan daha çok çalışan çenesi, yapılan işe yansıyıp zaman uzadıkça, o da ha bire sigaraya uzanıp sayıyı artırmış ve kafasının çevresinde yoğunlaşan dumanı sürekli tokatlamıştı. Semt hamamının mermer kurnasında kirlerini atarken, berberin; sanatının piri ve büyüğü Selman-ı Farisî hazretlerinin ruhuna fatiha okuyup, salâvat-ı şerif getirerek başlayan, dinle devam edip, tarihe ve yeni mevzulara yelken açmak için sabırsızlanan konuşmalarından da arınmış, fes kalıpçısına dingin ulaşmıştı.
Bu hazırlıkların tümünü, Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit’in konağına gitmek için yapmıştı. Müşirin akrabasıydı, ama onu en son gördüğü zamanı hatırlamıyordu. Aldığı davetin nedeni, onun en küçük kızına Fransızca dersi vermekti. Bu ilişkiyi, her ikisiyle de akraba olmayan ortak bir tanıdıkları kurmuştu. Müşirle, 93 Harbi’nde şehit düşen babası kardeş çocuğuydular.
*
* *
Sokakla konak bahçesini birbirinden ayıran, sarmaşık sardırılmış yüksek ve sağlam duvar boyunca ilerleyerek büyük kapıya ulaştı. Sokağa açılan büyük kapının iki yanından boynuz gibi uzanmış demir kollara bağlı; özenle işlenmiş, oymalı, yaldızlı, sık telli İrankâri cam fenerlerin arasından içeriye doğru baktı. Birbirini kucaklamış, sık aralıklı, büyük ve kesif çeşitli türden ağaçların arasından, uzaktaki konak bir siluet hâlinde görünüyordu. Akşam ezanına kadar her zaman bir kanadı daima açık olarak tutulan, içeriden konağın kapıcı odasına bitişik kapıdan girdi. Geniş avluyu bitirip, binanın ana giriş kısmına geldi. İki tarafından ikişer basamakla çıkılan geniş ve uzun mermer binek taşını geçip, daha geniş bir mermer sahanlığa ulaştı. Bu sahanlığın çevresi, üstü tahta kapaklarla örtülmüş içi su dolu birçok yangın kovasıyla donatılmıştı. Duvarlarda uzun sırıklara bağlı epey bir yangın kancası ve ağızlarına meşin kın geçirilmiş bir o kadar kısa saplı balta, aynı amaç için kullanılmaya hazır olarak asılı bekliyordu. Sahanlığın biraz ilersindeki cam çerçevelerle bölünmüş kısmın ortasındaki iki kanatlı camlı kapının önünde durdu. Yakışıklı zenci harem ağası büyük maun konak kapısını açtı, ne erkeğe ne de kadına benzeyen üçüncü bir ses tonuyla:
“Kim diyeyim efendim?” diye sordu.
“Cemal Hikmet…”
“Müşir hazretleri bekliyorlar efendim, buyurunuz!” dedi harem ağası.
Cemal Hikmet, kapının iki yanına dikilmiş, nöbetçi gibi duran Rodos vazolarının bulunduğu bölüme ulaşabilmek için Aubusson halısının üzerinden geçmek zorundaydı. Harem ağası çekingenliğinin ayırdına varmışçasına üçüncü sesiyle: “Buyurunuz efendim”i yineleyerek, iki sözcükten de oluşsa, hemen fark edilen saygı dolu davetini tekrarladı.
Birçok insanı alabilecek büyüklükteki alt kat sofasının ortasında; yuvarlak, üstü mermer büyük bir masa, girişin sağ yanında Le Roy marka uzun çalar saat ve tepelerinden aşağı ince sarı bir zincirle billûr kâse kandil, âdeta geceleri de güzel ve müsamahalı göstermek için sarkıyordu. Karşı duvardaki bölmeler içinde, maiyetteki silâhşorların silâhları olmak üzere çok zarif bir silâhlık duruyordu.
Fevkalâde bir ışık alanına ulaştılar birlikte. Kusursuz bir deniz ve dağ tablosu karşıladı Cemal Hikmet’i. Tavana dek uzayan pencereleri kırmızıya bürümek için Cenevre’den gelmiş kumaşlar sakınılmaksızın kullanılmıştı. Yoğun çiçek örgeleriyle bezeli Keşmir seccadeleri; sık düğümlü, ince dokunmuş Babür halıları geniş sofanın tabanında, yabancı gözleri tedirgin edici mübalağalı bir görüntüyle birbiriyle kucaklaşmıştı. Buradaki Juan Royal ve Şam vazoların ise, girişteki nöbetçi Rodosları gölgede bırakacak denli güzellik ve değer saçıyor olmaları, gün ışığını daha iyi almalarından kaynaklanmıyordu. Harem ağasının âdeta zorlayarak buyur ettiği bu ortamda Cemal Hikmet, ilerlemekte büyük zorluk çekiyordu. Keşmir seccadelerin birinde mor, diğerindeyse canlı yeşil üzüm salkımları, dallarından koparılıp bulundukları yere yerleştirilmiş gibi duruyorlardı. Babür halılarının iki renk iplikten bükülmüş çözgüleri, düğümleri gibi yündü, ama küçük mimari kafesler işlenmiş çiçekli halılar ipek sanılacak denli inceydi. İki yüz, üç yüz yıl önce, kim bilir hangi Hint ya da Türk hükümdarı için Lahor’da yapılmıştı bunlar.
Geniş pencerenin yanındaki duvarın tam ortasında; âdeta kükremeden hemen önce çekilmiş oldukça fiyakalı, bol madalyalı, saltanatlı, gazadan yeni dönmüş bir nazır paşa veya vali paşa dede resmi vardı. Kaşlarını çatmış, delici bakışlarını karşı duvara dikmişti. Tozları alınırken bile büyük titizlik gösterildiği hemen anlaşılan, el sürmeye kıyılamayacak, bir düzen içinde aralarına serpiştirilmiş gümüş heykelciklerle birbirinden ayrılmış; renk renk, cilt cilt, boyuna ve kalınlığına göre tasnif edilmiş, altın varaklı kitapların yer aldığı oymalı tahta kütüphaneyi, duvarda asılı olduğu yerden sonsuza değin gözaltına almıştı. Abdullah Biraderlerin Beyoğlu’ndaki fotoğrafhanesinin padişah tuğrası taşımasının haklılığını belgeleyen resim, Kevork Abdullah imzalıydı. Resmin yanındaki Hattat Abdülfettah Efendinin celi sülüs levhaları, aynı türden çerçeveler içindeydi. Birkaç yüzyıl İsa Mesih’in kanlı resmine mistik görevde kullanılmış kilise kökenli bu ikon çerçeveler, üstlendikleri misyonu henüz tamamlamamış gibiydiler ve yeni yerlerini yadırgıyormuşçasına duruyorlardı.
Cemal Hikmet, paşa dede resminin derinlerine dalmış; kimliğini, akrabalık derecesini, soyağacındaki yerini çözmeye çalışıyordu ki, ardındaki ses onu ürküterek döndürdü.
Erkânıharp müşirliğini bacaklarında taşıdığı şeritlerde ispatlayan, başı siyah atlas takkeli, bıyık ve sakallarındaki beyazları yok etmek için kınalanmış Sermet Raşit Bey, henüz enfiye çekmiş zor nefes alır bir sesle:
“Bu gördüklerin, rahmetli Sunullah Paşanın haremi Nakiye kadının terekesindendir, aç-açık, baldırı çıplak kalmasınlar diye satın aldım. Yardım yani… Çerçeveler terekeyle alâkalı değil, onların hikâyesi başka…” dedi. Erkânıharp müşiri biraz durdu, Cemal Hikmet’in gözlerine görünmeyen gözlerini dikti. O kadar kısık gözlerle bakıyordu ki, görüp görmediği belli olmuyordu. “Namazın son rekâtına gelmiş, selâm vermek üzereydim ki geldiğini duydum,” diye yarım bıraktığı cümleyi tamamladı. Aklına yeni gelmiş gibi, emir olarak algılanabilecek, daha doğrusu, ifade ediliş biçiminden öyle olması gereken bir söz daha ekledi konuşmasına: “Çıkalım!” dedi.
Cemal Hikmet, nereye yönelmesi gerektiğini düşünürken, hitabını harekete dönüştürüp, önünde ilerlemeye başlayan babasının kardeş çocuğu Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit’in inisiyatifine teslim etti kendisini.
Alt kat sofasının dip tarafında yer alan; oldukça enli, çifte merdivenli bölüme yöneldiler. Basamaklarının Karabağ yol halısıyla döşendiği, kim bilir kaç asırlık kaç ceviz ağacının merdiven olduğu bu bölümde kristal parmaklıklara tutunup, zenginliği ayakları altında çiğneyerek tırmanmaya başladılar. İnsan boyu tunç ampir şamdanların arasından geçip, altın yaldızlarla kaplı tavanın, sarraf dükkânı parlaklığına bürüdüğü üst kata ulaştılar. Buraya sanki gökten altın yağıyordu. Girişin iki üç adım ötesinde, yine insan boyundaki tunçtan bir heykel; başka bir mekânda, tek başına zengin bir görüntü çizecek olsa bile, burada, bu konakta fukara ve zavallı duruyordu.
Doğudan ve Batıdan, dünyanın çeşitli ülkelerinin çeşitli şehirleri; gümüş, altın, ipekli olmuş; buraya, bu konağa taşınmıştı.
Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit, tavanın ortasından sarkan otuz mumlu, büyük ve mükellef Venedik avizenin heybetli görüntüsüyle bütünleşmek istercesine tam altına geldiğinde durdu, Cemal Hikmet’e gene buyurgan bir ses tonuyla oturmasını söylerken, gözleri birbiriyle cenkleşiyordu. Cemal Hikmet, Louis-Philippe koltuğa ilişirken hürmetine sahtelik bulaşmıştı. Küçüldüğünü, eksildiğini hissetti.
Gümüş bir tepside, varlığı hissedilmeyen bir başka harem ağası ıhlamurları getirdi. Bu harem ağasının rengi beyazdı. Elinde tuttuğu gümüş tepsi kadar, süt gibi dikkat çekici bir beyaz…
Yüksek arkalıklı Fransız eskisi koltuğa ruhanî bir havayla oturan erkânıharp müşiri; ıhlamurunu içtikten sonra, sağ kol hizasındaki yeşil çuha kaplı çekmecenin üzerindeki sakal tarağı, sürmedan, tespih ve saatin yanında bulunan şal kese içindeki hayli büyük, hayli derin, kapağı yeşim taşlı, kenarları altın enfiye kutusunu çıkardı. Tütünleri ince ince kıyılıp mayalandırılmış, limon yağı damlatılıp, bergamot esansı akıtılmış Hint rendesi enfiyesinden iki çimdik burnuna çekti. Çok sert olduğu ve her seferinde hapşırttığı için, Suud ya da İmam-ı Gazali denen enfiye cinslerini, daha çok nezle olduğu zamanlar tercih ederdi. Etrafı beyaz çiçek desenli dantellerle çevrilmiş koyu lâcivert ipek enfiye mendilini kullanırken, Cemal Hikmet’in gözlerinin duvarda takıldığı yere bakıp; yüz ifadesinin tam ortasına, hemen her zaman her nedenle yaptığından dolayı alışkanlık kazandırdığı, ağır ve oturaklı maskesini takarak:
“Goblen,” dedi. “Fransız…”
Salonun ilerisinde bir yerde, geniş bir alana yayılmış, bir bakışta büyük bir topluluk ağırlayabilecek konumda olduğu hemen göze batan yemek masası grubu, tüm haşmetiyle düzenli bir biçimde, her an hazır olarak, saygın ve seçkin misafirlerini ağırbaşlılık, sessizlik ve huşu içinde bekliyordu. Alevle buluşmaya can atan mumlar, gümüş şamdanların içinde, naftalin kokulu bembeyaz ipekli bir örtünün üstünde sıralanmışlardı. İngiliz deri sandalyeler, birbirlerine ve masaya uygun uzaklıkta, yan yana, bir nizam içinde dizilmişlerdi.
Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit; duruşundaki ruhanîliği, yüzündeki oturaklı maskesini bozmadan, enfiye kutusunu ait olduğu şal kese içine yerleştirdi, çekmecedeki yerine bırakırken, oradan akamber tespihini eline aldı, tekbir ve salâvat getirerek parmaklarının meleke kesbetmiş, alışkın, kıvrak, esnek, tecrübeli hareketleriyle, aynı zaman dilimi aralıklarında, ne geç ne de erken, birbiri peşi sıra çekmeye başladı. Salondaki sessizlikte bir süre –bu sürenin ne kadar olacağını erkânıharp müşiri belirlemişti ya da belirleyecekti– tespih tanelerinin birbirine vuruşundan oluşan tek dize ses bu mekânda yankılandı. Sürenin dolduğuna karar veren Sermet Raşit, tavanda bir şeyler görmek ister gibi başını ağır ağır yukarıya doğru kaldırdı, güzel kokular yayan tespihini çekmeyi bırakarak Cemal Hikmet’e uzattı:
“Bu tespih…” dedi, bir an gözlerinin ucu ile Cemal Hikmet’e baktı, “Burunlar düşünülerek yapılmıştır. Vükelâ tespihidir,” diye ekledi. Konuşmasının etkisini ölçmek için biraz durdu. Kısık gözlerini tavandan aldı, tam olarak Cemal Hikmet’e yöneltti. Akamber tespihini gergin olarak elinin üstünde iki sıra ip gibi sardı, fazlalıkları avucunun içinde topladı. Yumruklaştırdığı elinin, tespihin kapatamadığı yüzeyinden fırlamış yaşlı damarlar, çizgi çizgi ortaya çıkmıştı. “El öpülürken güzel koku yayar,” diye kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını. Cemal Hikmet, alt sofadaki karşılaşmalarında müşirin elini öpmemiş, yalnızca sıkmakla yetinmişti. Müşir; kendisince kabul edilemez bu davranışa dikkat çekmek için, akamber tespihinin güzel kokularıyla harmanlanmış konuşmasını başlatmış, bu doğrultuda sürdürmüş, bitirmek niyetinde olmadığını ise: “El öpmekle dudak aşınmaz. Biz Abdülhamid Efendimizin karşısında; ellerimiz, alınlarımız, sakallarımızla yerlerde sürünür, onun eteğini, kutsal ayaklarını öpmek için sureler ve dualar eşliğinde yarışırız,” diyerek belli etmişti. Cemal Hikmet’in gözleri, Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit’in parlak ve temiz ayakkabılarına kilitlendi. Bu ayakkabıların hissesine düşen ak ve kara sakal kalıntılarını, salya artıklarını görmeye çalıştı.
Bu konaktan kazanacağı paraya çok ihtiyacı olmasına rağmen, o anda ders vermekten vazgeçti. Buradan en hızlı biçimde nasıl kurtulacağının hesabını kafasının içinde kurmaya başladı. Müşir sözü hâlâ bırakmamıştı, ama konuyu değiştirmişti:
“Sen Mekteb-i Sultanî’den(2) ehliyetnameni almıştın değil mi?” diye sordu.
Cemal Hikmet:
“Ben hem Türkçe hem de Fransızca bölümünü bitirdim müşir hazretleri, ehliyetname değil, Mekteb-i Sultanî diploması aldım.”
“O zaman sen, Fransız üniversitelerinde de okuyabilirsin.” dedi müşir.
“Burada hukuku bitirdim efendim.”
Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit, yassı başlı fildişi damaklı ağızlığına, elvan kâğıda konup hazırlanmış Yenice tütününden sigarasını takarken:
“Bak sen,” dedi, “Biz de akraba olacağız. Sen bunca okul bitiriyorsun, bana haber vermiyorsun.” Cemal Hikmet ne demesi gerektiğini düşünürken, ayaklarının altındaki zilli sultan seccadesini incelemeye başladı. Müşir önceden de yaptığı gibi, kısa bir an ara verdiği konuşmasını sürdürmeye başlayınca Cemal Hikmet rahatladı.
“Gerçi,” dedi müşir, “İrtibatımız kopuk da olsa, senin Mekteb-i Sultanî’ye girişini takip etmiştim. Vahap Efendi miydi neydi okula kaydını yaptıran?”
“Vahan Efendi, müşir hazretleri,” diye düzeltti Cemal Hikmet. “Babamın arkadaşıymış.”
“Rahmetlinin garip arkadaşlıkları vardı,” dedi Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit.
Konuşması bitmemişti, yeniden başlayacaktı ki, Cemal Hikmet biraz da sert bir şekilde araya girdi:
“Vahan Efendi garip biri değildi. Mekteb-i Sultanî’nin eski müdürlerinden biriydi!” dedi.
Erkânıharp müşiri:
“Açık söyleyeyim,” dedi, “Mekteb-i Sultanî yerine başka bir okula gitseydin daha iyi olurdu. Ben de el verirdim o zaman bu işe. Ama annen…” diyerek bir süre durakladı. Sonra sürdürdü konuşmasını. “Annen lâf dinlemez bir kadındı, Vahan Efendinin sözlerinde hikmet var sanırdı. Gerçi baban da yaşasaydı, sen gene Mekteb-i Sultanî’ye girerdin, o da başka mesele ya…”
Cemal Hikmet:
“Babam 93 Harbi’nde şehit olduktan sonra, annem yalnız kaldı müşir hazretleri.” dedi. “Çaresizdi, kimsesizdi, para durumumuz da iyi değildi, bunları ben o yaşımda bile hissedebiliyordum. Vahan Efendinin bize maddî manevî büyük iyilikleri dokundu. Bir şey sorabilir miyim efendim?” Sorusunun cevabını beklemeden, asıl suali sordu: “Niye karşısınız müşir hazretleri Mekteb-i Sultanî’ye?”
“Niye karşı olmayayım evlâdım, çorba gibi bir okul… Müslüman, Hıristiyan, Musevi…” diyerek cevapladı. Bir zamanlar Paris, Brüksel, Cenevre demeden Ahmet Rıza’nın ardında; eşitlik, kardeşlik, hürriyet çığlıkları atarken ne kadar kararlı, ne kadar inançlıysa; bugün de o günlerin tam tersi ifadeleri kullanırken, aynı yüksek ses tonuyla konuşuyordu Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit. Sesinin tonuna otoritesini de eklemişti. “Buna gâvuru da karşıydı, Müslüman’ı da…” dedi, “Namık Kemal ve Yeni Osmanlılar da karşıydı, Papa Pius da… Her neyse bitirmişsin, iyi olmuş, yapacak bir şey yok. Ama hareketlerine, konuşmalarına dikkat et. Ortalık karışık, gün geçtikçe de karışıklıklar artıyor. Herkes birbirini izliyor. Bunları benden duymuş olma, sana bir sır vereyim, durum vaziyet hiç iyi değil. Selânik karışık… Grev, boykot, direniş… Makedonya’daki 3. Ordu ve Edirne’deki 2. Orduda yer yer hareketler oluyor, Manastır ahalisi huzursuzluk çıkarmak gayreti içinde. Padişahımız efendimiz yumuşak, sevecen, halkın hamisi biridir bildiğin gibi, özellikle bomba hadisesinden bu yana çok temkinli, istemediği sertlikleri her an uygulamaya koyabilir. Olabilir mi böyle bir şey, bu ülkede koskoca padişaha; en yüksek mertebeye gelmiş, bütün kuvvetini kudretini Allah’tan alan efendimiz hazretlerine bomba atılıyor. Ne akıl, ne düşünce, ne hırs…”
Cemal Hikmet’in çehresinde en ufak bir değişiklik meydana gelmedi, lâkin erkânıharp müşirinin az önce fildişi ağızlığa taktığı sigarasını yaktığı kibritin kan rengi kutusuna dikkati çekildi. Alâmet-i farikası kılıç şeklinde olan bu kibritleri eskiden onlar da kullanırdı. Cemal Hikmet, müşir akrabasıyla benzer bir şey kullanmanın şaşkınlığını yaşadı bir an. Fakat bu kibritler artık kullanılmıyorlardı. Bakkal yasaklandığını söylemişti ona. Bu ülkede her şey yasaktı. Bu kibritin yasaklanması da yadırganacak bir şey değildi, o yüzden bakkalın söylediklerini önemsememişti. Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit’e dönüp art niyetsiz:
“Yasaklanmamış mıydı müşir hazretleri?” dedi. Sorusunu işaret parmağıyla desteklemek için, alâmet-i farikası kılıç şeklinde olan kırmızı kibrit kutusunu gösteriyordu.
Müşir parmak desteğine rağmen anlamamıştı soruyu. Soruyla konuşmaları arasındaki ilişkiyi aradı. Bulamadığı belliydi.
“Ne yasaklanmamış mıydı?” diye o da karşı bir soru sordu.
“Kibrit efendim,” dedi Cemal Hikmet.
“Ha o mu?” dedi Sermet Raşit. “Yasak! Evet yasaklandı! Bak üzerinde ne yazıyor? Fransız mektebi bitirdin, bilmen gerekir!” Kibrit kutusunu Cemal Hikmet’e uzattı.
Cemal Hikmet, oturduğu koltuğun kol ucunu kucaklayan tunç sarıklı kölemenlere tutunur gibi yaparak kalktı, biraz ilerideki müşirin yanına gidip kibrit kutusunu aldı. Uzun zaman evlerinde kullanmış olmalarına rağmen, dikkatini o ana değin çekmeyen sözcüğü gördü.
“Union efendim.” dedi.
“Manası nedir?”
Cemal Hikmet:
“Birlik, birleşme, evlilik, uyuşma, anlaşma, dayanışma, beraberlik.” dedi.
“İttifak da diyebilir miyiz?” diye sordu erkânıharp müşiri.
“Evet efendim, bu söz ittifak anlamına da gelir.”
Sermet Raşit:
“Ha, peki! Kiminle kimin ittifakı ve kime karşı?”
Cemal Hikmet:
“Bilmem müşir hazretleri, siz daha iyi bilirsiniz!” dedi.
“Evet,” dedi müşir, “Fransa ile İngiltere’nin ittifakı. Ve bu ittifak da tabiî ki bize karşı, yani Osmanlı’ya… Kibrit İngiltere’den geliyor, üstünde Fransızca ittifak yazıyor. Bu özel bir niyeti ifade ediyor mu, etmiyor mu?”
“İngilizce’de de union kelimesi var,” dedi Cemal Hikmet. “Aynı anlamlara geliyor.”
Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit:
“Her neyse… İşte bu lâkırdı yüzünden yasaklandı kibritler. Ben yalnızca, bu toplatılan kibritlerden üç çuvalına el koydum. Her birini benim bir konağa bıraktırdım. Ziyankâr olmamak lâzım, bu zor zamanlarda tutumlu olmak gerekiyor.” dedi. “Bir işin var mı? Avukatlık mı yapıyorsun?” diye konuşmasının yönünü değiştirdi.
“Avukatlığı bir arkadaşımın yanında denedim, olmadı efendim. Meşihat Dairesi Mektubî Kaleminde iş bulmuştum, oraya da bir arkadaşım alındı. Kendi çapında tanınmış biridir. Belki sizce de malûmdur. Mehmed Hamdi, Elmalılı Küçük Hamdi diye de bilinir.”
“Duydum adını, Beyazid Camii’nde birkaç kez gördüm. Ders de veriyormuş orada galiba? Kayserili Mahmud Hamdi Efendinin yetiştirmesiymiş, ateş gibi bir genç olduğunu söylüyorlar. O ne mezunudur?”
“Mekteb-i Nüvvab efendim. Bilirsiniz kadı yetiştirilir orada. Ayrıca Medrese-i Süleymaniye’de de ders veriyor.”
“Arkadaşlığınız nasıldır? Böyle insanlarla arkadaşlık pekiyidir, zarar gelmez insana.”
“Arkadaşlığımız merhabadan öte değildir. Onun üzerine bilgim etraflı değildir.”
“Meşihat Dairesine giremeyince ne yaptın? Nerede iş buldun?”
“Az biraz boşta dolaştım, sonra Hariciye Nezareti Tercüme Kaleminde iş buldum. Arada sırada da düzensiz bir gelir karşılığı Sabah gazetesine yazı veriyorum.”
Cenevre’nin kırmızı kumaşlı perdeleri arasından içeriye süzülen güneşin parlak ışıkları, bu yaz gününde kâh kırılıp kâh uzayarak, hem pencerelerle hem de konağın manzarasını oluşturan denizle tatlı ve hoş oyunlar oynuyordu. Sanki deniz, bu konak için büyük bir sahne olarak tasarlanıp düzenlenmişti. Cemal Hikmet’in gözleri aşağıdaki sahneyi seyretmeye başladı. Üsküdar, Eyüp, Kadıköy, İstanbul arasında müşteri taşıyan tek kürekli dolmuş kayıkları, Boğaziçi köylerinin yükünü sırtlanmış çift kürekli pazar kayıkları, karnı geniş mavnalar; Büyükada, Heybeliada ve diğer yakın adalara çalışan, bir dalgadan ötekine geçerken, semaya doğru gürleyip inildeyen, yelkenleri hava ile şişmiş adayavrusu kayıkları, tekraren gün boyu yüzerek, dalyanların ve sahillerin balık ihtiyacını karşılayan altı düz çırnıklar; sefer hâlindeyken, gövdesine sarılan suyu kısa bir süre içinde çarkı ile köpürtüp, küçük kükremeler çıkararak parçaladıktan sonra, dans edercesine dağıtan Şirket-i Hayriye vapurlarıyla deniz savaşına tutuşmuş gibiydiler. Geçmişin küçük deniz emektarları, Tersane-i Amire’nin bu dev vapurlarına âdeta umutsuz saldırılarından birini daha, mavi bir atlas gibi hafifçe kabarıp homurdanan deniz suyunun küçük beyaz köpüklü dalgalarından cesaret bulup, bugün de sergiliyorlardı.
“Sabah’tan…” diyerek şehit kuzeninin oğlunu konuşma alanına çekmek istedi Sermet Raşit. Kullanılan söz tek başına anlamsızdı, ama parmaklarla yapılan işaret gayet açıktı! Cemal Hikmet çabuk toparlandı, soru cümlesini tekrarlatmadan cevapladı.
“Sözü edilecek bir para değil müşir hazretleri,” dedi.
“Papadopulos Efendinin çıkardığı zamanlar, gençliğimde ben de okurdum. Ötekiler kırk parayken, Sabah on paraya satılırdı. Boyu diğerlerinden küçüktü, ama en çok o satardı. Şemsettin Sami’nin tiryakisiydim. Yönetim Mihran Efendiye geçince, birkaç yıl daha devam ettim. Bana sorarsan vazgeç işin gazetecilik bölümünden. Sen devlette ilerlemeye bak. Gazeteler, padişahımızın kutsal haklarına ve devletin çıkarlarına dokunmamaları için, basılmadan önce muayene de edilseler, yazdığın yazıdaki bir kelime, bazen sansür memurlarının kırmızı kaleminin gözetiminden kaçacak olsa Matbuat Nizamnamesi dikilir karşına. Hesaplı ve ihtiyatlı olmak ve ayrıca çeneyi de tutmak lâzım. Çünkü ortalık oldukça tuhaf… Hiç ummadığın insanlar ihtilâlci kesilmiş. Neyse gelelim bizim kızın ders işine. Haftada birkaç defa gelebilir misin? Sen ne kadar zaman ayırabileceğini söyle, ben tercüme kaleminden istediğin kadar izin alırım. Hem bir yandan maaşın çalışır, hem de sen burada çalışır para kazanırsın,” dedi ve altın sigara tabakasını Cemal Hikmet’in gözüne sokar gibi uzattı müşir.
“Almayayım efendim,” dedi Cemal Hikmet.
Sermet Raşit yanındaki çekmecenin üzerine uzandı, çıngırağı aldı ve salladı, sese gelen harem ağasından kalem kâğıt istedi. Blue-blanc bir hokka, vasıtî bir kamış kalem, kâğıtlar ve zarflar konmuş küçük bir seyyar çalışma masası geldi önüne. Erkânıharp müşiri, kamış kalemi hokkaya batırdı, yazmaya başladı. Cemal Hikmet uzaktan ne yazdığını göremiyordu, ama yazış özelliğini ayırt edebiliyordu. Önce tevkii, sonra talik sandı. Ama satırlar arttıkça harflerin biçimi, bitişmesi ve istif yapısından divanî olduğunda karar kıldı. Harfler bazen iç içe geçiyor, kuyruklar uzuyor, kıvrımlar oluşturuyordu. Satır sonları ise belirgin bir şekilde yukarıya doğru dönüyordu. İmzasını talik hatla attı. Mektubu zarfladı, üzerine, Hariciye Nezareti Tercüme Kaleminde tanıdığı izzetlûnun adını yazıp uzattı. Ancak üç yıllık iptidaiyi bitirebilmiş, ilmihâl ve tecvidi öğrenmiş, Kur’an-ı Kerim’i okuyabilen birisi için hiç de fena sayılmazdı yazısı. Demek ki çocukluğunda iyi bir Selânikli hocanın eline düşmüştü.
Erkânıharp Müşiri Sermet Raşit yerinden doğrulup, ayağa kalktı. Cemal Hikmet onu izledi. Müşir, akamber vükelâ tespihini ayakta da çekmeye devam ederek yürüdü. Alt kat sofasına indiler. Büyük maun konak kapısını açıp, Cemal Hikmet’i içeri buyur eden yakışıklı harem ağası nereden ve nasıl çıktığı belli olmaksızın birdenbire yanlarında belirivermişti. Cemal Hikmet, bu kez değil müşirin elini öpmek, sıkmadı bile. Müşir, yelek cebinden çıkardığı üstü minyatürlü ve değerli taşlarla süslü altın enfiye kutusundan peş peşe, çimdik çimdik burnuna çekti. İçinde yüzdüğü, kendisini çepe çevre saran ziynet ve zenginlik sembollerini çifter çifter, her fırsatta sergilemek için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Tespih tanelerinden yayılan kokuyla, enfiyenin kokusu birbirine bulaşmıştı.
Cemal Hikmet, Sermet Raşit’in enfiye kültürü olmadığı sonucuna vardı, çünkü çimdikleri burnuna çekerken zarafetten ve incelikten epey uzaktı. Konaktaki şarktan ve garptan toplanmış asarıatika eşyaları gibi, müşir de doğulu ve batılı kılığına bürünüyordu. Aslında ikisi de değildi.
Cemal Hikmet, bu konakta ders verirse, her gün yüzünün bir bölümünü kaybedeceğini düşündü. Müşirin daha ileri gitmeyeceğini, konağın maun kapısına harem ağasıyla devam edeceğini anladı. Selâm mesafesini kaybetmeden veda cümlesini kullandı, sessizce konağı terk etti.
Dönüş yolunun uzun bölümünü tamamlayıp, Aksaray’da atlı tramvaydan indi. Topkapı’ya kadar uzanan, yoksulluğun ve sefaletin kol gezdiği sokağına girmeden, annesinin ısmarladığı ilâçları almak üzere Eczane-i Ethem Pertev’e yöneldi.
İstanbul’da Aksaray farklı bir semtti. Binbirdirek semtinde, Vezir Hanı’nda ve Tahtakale’de esrarhanelere borçları olan, kapıdan kovulan, değişik mekân arayan; vücutları zayıflıktan kurumuş, betleri benizleri uçmuş, gözlerinin feri kaçmış kimi hırsız, kimi dilenci esrarkeşler; dalgın, başları eğik, gerekli gereksiz gülüp, kendi kendilerine anlamsız sözler söyleyerek, bazen de hiddet fırtınalarına kapılarak Aksaray’ın tenha yerlerinde esrarın vehim ve hayalleriyle buluşup kaldıkları yerden devam ederlerdi. Bunların kimi sokak ortalarında düşüp kalır, bazıları cami avlularına sığınıp sızar, kıvrılıp yatarlardı. Ölçüyü haddinden fazla kaçıran bazıları da çırılçıplak vaziyette zabıta tarafından bulunup götürülürlerdi. Sermayeleri, üzerinde oturdukları büyükçe bir iskemle olan, nefesinden şifa umulan zatlar da; Çemberlitaş, Beyazid, Hasır İskelesi dışında, Aksaray denilen bu semtte iş tutar, hasta okuyup para kazanırlardı. Önce, yüce ve muhterem bir cedde sahip oldukları rivayetini yayarlar ve sonra da onlardan kaynaklanan nefeslerini şifa niyetine müşterinin varidat durumuna göre ağır veya hafif fiyatlarla satarlardı. Bunlar her sakaldan bir tel çekip, köseye sakal yaparlar, bir koyundan birçok post çıkartırlardı. Bazen hastanın getirilemediği hâllerde, evlere de gider, böylesi bir durumda üç gün okuyup nefes ederlerdi.
Dikkatsiz ve dalgın yürüyordu. Hamdi Şuayb Efendinin yeni feracesi dikkatini çekti. Adam bütün kazancını büyük Kargir Çarşı(3) içindeki ilmiye terzisine yatırıyordu. Birbirlerini belli belirsiz selâmladılar. Hamdi Şuayb Efendi, her zamanki gibi, bir törene gidiyor ya da dönüyor havasındaydı. Adımları yavaş ve debdebeliydi. Bir letaifnameden fırlayıp Aksaray’a düşmüştü. Bu türde yazılmış kitaplardaki gülünç ve komik düşsel kahramanlara benziyordu. Sanki Karabet Palamutyan buralarda dolaşmış ve bu efendiden kopya çekerek Letaif Hazinesi kitabını yazmıştı.
Hamdi Şuayb’ın diz altına kadar inen feracesinin; yarım kolları epey çuha harcanarak oldukça bol dikilmiş, dar yaka kenarlarına ise bu yaz sıcağında kürk geçirilip, sırmalarla da süslenmişti. Simli, sırmalı, oyalı, ayaklara kadar uzanan uzun kollu büyük yakalı kadın feracelerini iradesiyle yasaklayıp, onları çarşafa sokan Abdülhamid, Hamdi Şuayb’ı görse, bir irade de erkekler için çıkarırdı.
Cemal Hikmet, Arnavut Kasım Bozacısını geçti, biraz ilerideki eczaneye girdi, burnunun ucunda düşecekmiş gibi duran gözlüğüyle, tezgâhın üstündeki kâğıdın yazılarına dalmış, birbirine karıştırdığı birtakım tozları terazide tartan eczacının dikkatini dağıttı, terslenerek bakmasına aldırmadan Sirop Pertev ile İksir-i Süreyya istedi. Oradan çıkıp evine ulaşıncaya kadar bir dolu fese ve sarığa selâm verdi, selâm aldı. Din adamlarının sarık sarılmış feslerine, çeşmelerden su taşıyan sakaların; evlerin alt katındaki bakkalların; şifalı otlar, elvan şekerler, iğne iplik satan aktarların abanili, yemenili, yazma tülbentli feslerine… Hünnabi, narçiçeği, güvez, siyah, kırmızı renkli; üzerleri sargısız çıplak dal fesli mektubî kalemi kâtiplerine, şakirtlerine… Her selâm verişinde, başındaki fesin ibiğine takılı ibrişim püskül sağa sola savruluyordu.
————
(1) Bakırköy.
(2) Galatasaray Lisesi.
(3) Kapalıçarşı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıTriumvira
- Sayfa Sayısı381
- YazarAhmet Aziz
- ISBN9789754881042
- Boyutlar, Kapak14x20, Karton Kapak
- YayıneviYalçın Yayınları / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ~ Aziz Nesin
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz
Aziz Nesin
Aziz Nesin Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı önce radyo oyunu olarak yazdı. Kazandığı büyük başarı üstüne sahne oyunu haline getirdi. Israrlar üzerine senaryonusunu yazdı;...
- Dem ~ Sadık Yalsızuçanlar
Dem
Sadık Yalsızuçanlar
“Yüz katlı bir yükseklikte, yüzüncü makamdasın. Çamdağı’nda sessiz, kimsesiz, sadece O’nunla mısın? Mecazlara emanet edilmiş bir yer değil orası. Söz de değil, ses de....
- Açıkla Bana Bu Işığı ~ Cezmi Ersöz
Açıkla Bana Bu Işığı
Cezmi Ersöz
Hayatı anlamak için, tıpkı yazmaktan vazgeçtiğim zamanlarda olduğu gibi başımı bir suyun içine sokuyor, tam boğulacağım sırada başımı yukarı kaldırıyor, can havliyle nefes alıyor,...