Sadece adalete uygun olduğunu düşündüğü görevleri kabul eden ve işini inanılmaz bir ustalıkla yerine getiren Alman kökenli tetikçi Paul Schumann bir gün yakalanır. Onu yakalayan memur Paul’e iki seçenek sunar; ya hapishaneye girecektir ya da gizli bir hükümet görevinde yer alacaktır. Paul’den, gazeteci kimliği altında Berlin’de düzenlenecek Olimpiyatlara gitmesi istenir. Berlin’deki görevi Hitler’in gizli silahlanma projesinin acımasız mimarı olan Reinhard Ernst’in peşine düşmek ve onu öldürmektir. Eğer başarılı olursa, Paul’ün suçu bağışlanacak ve yasal bir şekilde devam edebilmesi için, genç adam mali olarak desteklenecektir. Eğer bu görevi reddederse hapishaneye girecek ve elektrikli sandalyeye mahkum edilecektir.
Tetikçi, dönemin etkileyici detayları, mükemmel bir şekilde betimlenmiş mekanlar, Olimpiyat aletleri ve üst düzey Nazi subaylarıyla desteklenmiş bir roman. Bunların bir kısmı gerçek bir kısmı da kurgu. Hızla ve beklenmedik şekilde değişen olaylar dizisi ve insanı kuşku içinde bırakan savaş öncesi Berlin, okuyucuları nefes kesici ve hiç beklenmedik bir sona sürükleyip şaşırtıyor.
***
Nazi karşıtı protesto suçundan 1943’te idam edilen Ham ve Sophie Sclıoll kardeşler Oranienburg kampında esaret altındayken 1935’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüş olan gazeteci Carl von Ossietzky ve Kristal Gece olarak da bilinen Nazi destekli Yahudi karşıtı isyanlarda bir çetenin bir sinagogu harap etmesine izin vermeyen polis memuru Wilhdm Kruzfeld’in anısına… Kötülüğe bakıp “Hayır” diyen dört kişiye…
“[Berlin] fısıltı doluydu. Yasa dışı gece yarısı tutuklamalarından, SA kışlalarında işkence edilen mahkûmlardan bahsediyorlardı… İktidarın birbiriyle çelişen binlerce ağzından çıkan gürültülü ve öfkeli sesler tarafından boğuldular.”
Christophcr Isherwood, Berlin Hikâyeleri
Tetikçi
13 Temmuz 1936, Pazartesi
1. Bölüm
Loş apartmana adımını atar atmaz ölü olduğunu biliyordu.Avucunun içindeki teri sildi. Mekâna bir göz gezdirdi. Gece geç saatlerdeki Hell’s Kitchen trafiğinin belli belirsiz sesleri ve dönmekte olan Monkey Ward vantilatörü, sıcak nefesini pencereye doğru çevirdiğinde yağlı perdelerden çıkan dalgalanma sesi haricinde bir morg kadar sessizdi.Tüm sahne ölüydü.
Ters bir şeyler…
Malone’un içkiden kafayı bulmuş ve sızmış bir halde burada olması gerekiyordu. Ama yoktu. Etrafta mısır viskisi şişesi yoktu. Serserinin en sevdiği içkinin kokusu bile yoktu. Bir süredir de buralara gelmemiş gibiydi. Masanın üzerindeki The New’ York Sun iki gün öncesine aitti.
Gazete, soğuk bir kül tablası ve yarısına kadar katılaşmış sütün mavi halesiyle dolu bir bardağın yanında duruyordu.
İşığı açtı.Evet, dün koridorda dururken de fark ettiği gibi mekâna bakan bir yan kapı vardı. Ama sıkı sıkıya kapalıydı. Ya yangın merdivenine çıkan pencere? Dar sokaktan görülmeyecek bir şekilde kümes teliyle güzelce kapatılmıştı. Diğer pencere açıktı ama o da parke taşlarından on metre yüksekteydi.
Çıkış yolu yoktu… Malone neredeydi? Paul Schumann merak ediyordu.
M.alone kaçıyordu. Malone Jersey’de bir barda bira içiyordu, Malone Red Hook rıhuımının altında bir beton kalıbının üzerindeki heykel olmuştu.
Fark etmezdi.
Sarhoşa ne olmuş olursa olsun, Paul, serserinin bir yemden başka bir şey olmadığım ve bu gece burada olacağı haberinin de yalandan ibaret olduğunu anladı.Dışarıdaki koridorda sürüklenen ayaklar. Metal şakırdaması.
Ters bir şeyler…
Paul tabancayı odadaki masanın üzerine koydu, mendilini çıkardı ve yüzünü sildi. Ölümcül Orta Batı ısı dalgasından kaynaklanan yakıcı hava New Yor k’a kadar gelmişti. Ama belinde 45lik Colt 1911 taşırken ortalıkta ceketsiz yürüyemezsin ve bundan dolayı Paul de takım elbise giymeye mahkûmdu. Tek sıralı, tek düğmeli gri keteıı bir ceket. Beyaz pamuklu gömleği su içindeydi.
Ona karşı hazırlandıkları koridorda bir sürüklenme daha. Bir fısıltı, bir şakırdama daha.
Paul pencereden dışarı bakmayı düşündü ama suratından vurulacağından korktu. Açık tabutlu bir cenaze merasimi istiyordu ve mermi veya saçma yarasını düzeltebilecek kadar iyi bir levazımatçı tanımıyordu.Ama onun peşinde olan kimdi ki?
Luciauo değildi elbette, Malone’a dokunmak için onu tutan adam oydu. Mayer Lansky de değildi. Tehlikelilerdi, evet, ama yılan değillerdi. Paul her zaman onlar için üst düzey bir iş çıkarır, dokunma ile onlar arasında bağlantı kurabilecek en ufak bir ipucu bırakmazdı. Hem eğer ikisinden biri Paul’ıı ortadan kaldırmak isteseydi, ona sahte bir işle tuzak kurmaya gerek duymazlardı. Öylece ortadan kaldırırlardı.
Peki, onu oltaya getiren kimdi? Williamsburg’dan O’Banion veya Rothstein ya da Bay Ridge’den Valenti olsaydı, birkaç dakika içerisinde öldürülmüş olurdu.
Süslü Tom Dewey olsaydı, ölüm biraz daha uzun sürerdi.
Masaya tekrar oturduğunda emaye lavabonun üstünde duran duvardaki tozlu aynada kendisini terk etti. Açık mavi gözlerinin olması gerektiği kadar korku içerisinde olmadığını düşündü. Yüzü ise yorgundu. İri bir adamdı -1.80’in üzerinde boyu ve 90 kilodan fazla ağırlığı vardı. Saçı anne tarafına çekmişti, kırmızıya çalan kahverengiydi; açık teni babasının Alman atalarından geliyordu. Cildi biraz yaralıydı -çiçek hastalığından değil, gençliğinde yediği çıplak yumruklardan ve yakın zamanda da Everlast eldivenlerinden. Ayrıca beton ve çuval bezinden.
Meşrubatından bir yudum aldı. Coca-Cola’dan daha baharatlıydı, Hoşuna gitti.
Paul durumunu gözden geçirdi. Eğer O’Banion, Rothstein veya Valenti olsaydı, yani, hiçbiri Malone’u, bir devriye polisinin karısını öldürmüş ve bunu oldukça çirkin bir şekilde yapmış olan, tersanelerde perçinçilikten dönme serseri bir gangsteri, umursamayacağını biliyordu.
Ona sorun çıkaran her kanun adamını da aynısı ile tehdit ederdi. Bronx’tan Jersey’ye kadar bölgedeki tüm patronlar yaptığından dolayı şok olmuşlardı. Sonuçta eğer onlardan biri Paul’e dokunmak istese bile niye onun Malone’u indirmesini beklemeliydi ki.
Bu da peşindekinin muhtemelen Dewey olduğu anlamına geliyordu.
Öldürülene kadar bıı şekilde sıkışıp kalmış olmak canını sıktı. Yine de, doğrııyıı söylemek gerekirse, yakalanacağı için Paul’ün çok da içi parçalanmıyordu.Çocukluğunda olduğu gibi, kendisinden daha iri iki üç çocukla düşüncesizce kavgaya girer; er ya da geç yanlış serserilere bulaşır ve sonunda da kırık bir kemikle kalırdı. Şimdiki kariyerinde de aynı durum söz konusuydu. Sonunda bir Dewey veya bir O’Banion onu alaşağı edecekti.
Babasının en sevdiği laflardan birini düşündü: “En iyi günde de, en kötü günde de, güneş eninde sonunda batar.” Şişman adam renkli askılarını şaklatır ve eklerdi. “Üzülme. Yarın yepyeni bir yarış başlıyor.”Birden telefon çalınca yerinden zıpladı.Paul uzun bir an boyunca siyah telefona baktı. Yedinci veya sekizinci çalıştan sonra cevap verdi. “Evet?”“Paul,” dedi gevrek ve genç bir ses. Mahallenin kelimeleri yutan aksanma sahip değildi.“Kim olduğumu biliyorsun.”
“Ben başka bir apartmanın koridorundayım. Burada altı kişiyiz. Yarım düzine daha da sokakta var.”
On iki mi? Paul garip bir sakinlik hissetti. On ikiye karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu. Öyle ya da böyle onu yakalarlardı. Royal Crown’dan birkaç yudum daha aldı. Acayip susamıştı. Vantilatör sıcak havayı odanın bir tarafından öbür tarafına taşımaktan başka bir şey yapmıyordu. “Brooklyn mi yoksa Batı Yakasın’dan çocuklar için mi çalışıyorsunuz? Sadece merak ettim,” dedi.
“Beni dinle, Paul. Şimdi şöyle yapacaksın. Üzerinde sadece iki tane silah var, değil mi? Colt. Ve şu küçük 22lik. Diğerleri evinde.”Paul güldü. “Bu doğru.”
“İkisini de boşaltacaksın ve Colt’un sürgüsünü de açık bırakacaksın. Sonra kapalı olmayan pencereye yürü ve onları dışarı fırlat. Sonra ceketini çıkaracaksın, yere bırakacaksın, kapıyı açacaksın ve odanın ortasında ellerin havada ayakta bekleyeceksin. Ellerini iyi kaldır, en yukarı kadar.”“Beni vuracaksınız,” dedi.
“Ödünç bir zamanda yaşıyorsun nasıl olsa. Ama dediğimi yaparsan biraz daha uzun yaşayabilirsin.”Sonra arayan kişi telefonu kapattı.Ahizeyi yerine bıraktı. Bir an için birkaç hafta önce çok güzel geçen bir geceyi hatırlayarak hareketsiz bir şekilde oturdu. Marion’la beraber Coney Island a minyatür golf oynamaya gitmişlerdi. Sosisli sandviç yemişler ve sıcağı yenmek için bira içmişlerdi. Gülerek lunaparktaki bir falcıya sürüklemişti onu. Sahte Çingene kartları okumuş ve ona bir sürü şey söylemişti. Kadın bu olayı kaçırmıştı gerçi. Eğer parasını hak etseydi, bu olay da o okumaların arasında bir yerlerde kendini gösterirdi.
Marion… Ona ne iş yaptığını hiç söylememişti. Sadece bir spor salonu olduğunu ve arada sırada geçmişleri şaibeli bazı adamlarla çalıştığını söylemişti. Aniden onunla geçecek bir geleceği dört gözle beklediğini fark etti. Batı Yakası’ndaki bir kulüpte on sente dans eden kızlardandı, gündüzleri de moda tasarımı okuyordu. Şu anda çalışıyor olmalıydı. İşi, gece bir veya ikiye kadar sürerdi. Ona neler olduğunu nasıl öğrenecekti acaba?
Eğer Dewey ise, muhtemelen onu arayabilirdi.Eğer Williamsburglu çocuklarsa, arayamazdı. Hiçbir şekilde.Telefon yeniden çalmaya başladı.
Paul duymazdan geldi. Büyük silahının şarjörünü çıkardı ve haznedeki mermiyi boşalttı. Sonra toplu tabancadaki mermi yuvalarını boşalttı. Pencereye yürüdü ve tabancaları teker teker dışarı attı. Aşağı düştüklerini duymadı.Meşrubatını bitirip ceketini çıkardı ve yere bıraktı. Kapıya doğru yöneldi ama bir an duraksadı. Kelvinator’e geri döndü ve bir tane daha Royal Crown aldı. Kafasına dikip bütün şi şeyi bitirdi. Sonra yüzünü tekrar sildi, kapıyı açtı, geri çekildi ve kollarını kaldırdı.
Telefon çalmayı kesti.
“Buraya Oda denir,” dedi gri saçlı ve ütülü beyaz üniformalı adam, sonra da ufak bir kanepeye oturdu.
“Sen hiç burada bulunmadın,” diye ekledi tartışmaya mahal olmadığı anlamına gelen keyifli bir kendine güvenle. Sonra ekledi. “Ve sen burayı hiç duymadın.”
Saat gece 11 ’di. Paul’u Malone’un oradan buraya direkt getirmişlerdi. Yukarı Doğu Yakası’nda özel bir kasaba eviydi ama zemin kattaki çoğu odada sıralar, telefonlar ve Teletip makineleri bulunmaktaydı. Sadece oturma odasında divanlar ve koltuklar vardı. Buranın duvarlarında deniz kuvvetlerinin yeni ve eski gemilerinin resimleri vardı.
Köşede bir dünya küresi duruyordu. Franklin D. Roosevelt mermer bir şömine rafının üzerindeki bir noktadan ona bakıyordu. Oda fevkalade soğuktu. Kliması olan bir özel ev. Düşünsenize.Paul, hâlâ kelepçeli bir halde, rahat bir deri koltuğa oturtulmuştu. Ona Malone’un evinden dışarı kadar eşlik eden daha genç iki adam – onlar da beyaz üniformalar içindeydi – yanındaydılar ama biraz arkasında oturuyorlardı. Onunla telefonda konuşanın adı Andrew Avery idi; al yanaklıydı, düşünceli ve keskin gözlere sahipti. Bir boksörün gözleriydi ama Paul onun hayatında hiç yumruk yumruğa kavga etmediğini biliyordu.
Diğeri Vincent Manielli idi; koyu tenliydi ve Paul’e muhtemelen Brooklyn’in aynı bölgesinde büyüdüklerini işaret eden bir sesi vardı. Manielli ve Avery Paul’ün binasının önünde lastik topla beyzbol oynayan çocuklardan pek de büyük görünmüyorlardı; ama öylelerdi, her şeyden önce, deniz kuvvetlerinde teğmenlerdi. Paul Fransa’dayken altında görev yaptığı teğmenler yetişkin adamlardı.Tabancaları kılıflarındaydı ama deri kayışları açıktı ve ellerini silahlarına yakın tutuyorlardı.
Karşısında oturan ve daha yaşlı olan subay bayağı yüksek rütbeliydi. Eğer üniformadaki dekorasyonlar yirmi yıl öncesi ile aynı ise denizci yarbayı olmalıydı.
Kapı açıldı ve beyaz denizci üniforması içinde çekici bir kadın içeri girdi. Bluzundaki isim kartında Ruth Willets yazıyordu. Yarbaya bir dosya uzattı. “Her şey bunun içinde.”
“Teşekkür ederim, Yeoman.”
Paul’e bakmadan odadan ayrılırken, subay dosyayı açtı, iki tane ince kâğıt çıkardı ve dikkatlice okudu. Bitirdiğinde, gözlerini kaldırdı. “Ben James Gordon. Deniz Kuvvetleri İstihbarat’tan. Bana Boğa derler.’’
“Bu sizin genel merkeziniz mi?” diye sordu Paul. “Oda yani?”
Yarbay onu duymazdan geldi ve diğer ikisine baktı. “Siz kendinizi tanıttınız mı?”
“Evet, efendim.”
“Sorun yok. değil mi?”
“Yok, efendim.” Konuşan Avery idi.
“Kelepçelerini çıkarın.”
Maniclli eli silahına yakın bir şekilde Paul’ün sıkılmış parmaklarına huzursuz bir şekilde bakarken. Avery de kendisine söyleneni yaptı. Maniclli’nin elleri de bir dövüşçünün elleriydi ama Avery’ninkiler bir tekstil çalışanınınki kadar pembeydi.Kapı yeniden açıldı ve içeri başka bir adam girdi. Altmışlarındaydı ama bir iki filmde gördükleri o genç aktör Jimmy Stewart kadar ince ve uzun boyluydu. Yüzünü Times ve Herald Tribune’daki makalelerden tanıdı. “Senatör?”
Adam Gordon’a karşılık verdi. “Siz akıllıdır demiştiniz. Bu kadar bilgili olduğundan haberim yoktu.” Tanınması pek hoşuna gitmemiş gibiydi. Senatör Paul’u tepeden tırnağa süzdü, oturdu ve kısa ve kalın bir puro yaktı.
Hemen sonra başka bir adam daha içeri girdi. Senatörle yaklaşık aynı yaştaydı ve feci buruşuk beyaz ketenden bir takım giymişti. Sardığı vücut büyük ve yumuşaktı. Bir baston taşıyordu. Paul’e göz ucuyla baktı, sonra da kimseye bir kelime etmeden köşeye çekildi. O ila Paul’e tanıdık görünmüştü ama Paul nereden olduğunu çıkaramadı.
“Şimdi,” diye devam etti Gordon. “Durum şu, Paul. Luciano için iş yaptığını biliyoruz, Lansky için iş yaptığını biliyoruz, diğerleri de var. Ve onlar için ne yaptığım da biliyoruz.”
“Neymiş o?”
“Sen bir tetikçisin, Paul,” dedi Manielli memnuniyet içerisinde. Buııu söylemeyi dört gözle bekliyorum; gibiydi.
Gordon, “Geçen mart Jiınmy Coughlin seni görmüş…” dedi. Kaşları çatıldı. “Siz ne diyorsunuz? ‘Öldürmek’ demiyorsunuz.”
Paul düşünmeye başladı. Bazılarımız “rahatlatmak” derdi. Paul’ün kendisi “dokunmak” kelimesini kullanırdı. Çavuş Alvin York’un savaşta düşman askerlerini öldürmesini tanımlamak için kullandığı tabirdi. Bir savaş kahramanının kullandığı terimi kullanınca Paul kendini daha az serseri gibi hissediyordu. Ama, tabii ki, Paul Schurmann o an bunların hiçbirini paylaşmadı.
Gordon devam etti. “13 Mart’ta Jimmy seni Hudson kıyısındaki bir depoda Arch Dimici’yi öldürürken görmüş.”Paul. Dimici ortaya çıkana kadar dört saat boyunca mekânı gözlemişti. Adamın yalnız olduğuna emindi. Jimmy herhalde kasaların arkasında sızıp kalmıştı.
“Şimdi, bana dediklerine göre, Jiınmy en güvenilir tanıklardan biri değil. Ama elimizde sağlam kanıtlar var. Vergiden birkaç çocuk onu yasadışı alkol satmaktan İçeri almışlar, o da sanki ispiyonlamak için anlaşma yapmış. Anlaşılan yerden bir tane de mermi kovanı almış ve sigorta olarak saklıyormuş. Üzerinde hiç parmak izi yok – buna izin vermeyecek kadar akıllısın. Ama Hoover’ın adamları senin Colt’un üzerinde bir test yaptılar. Silahın üzerindeki çiziklerle tutuyor.”
Hoover mı? FBI da mı işin içinde? Ve zaten silah üzerinde bir test yapmışlar. Silahı Malone’un camından aşağı fırlatalı daha bir saat bile olmadı.
Paul üst ve alt dişlerini birbirine vurdu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTetikçi
- Sayfa Sayısı493
- YazarJefferey Deaver
- ÇevirmenBurak Türkgülü
- ISBN9789944822480
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Can Kırığı ~ Akira Mizubayashi
Can Kırığı
Akira Mizubayashi
Akira Mizubayashi “Can Kırığı”nda anımsama, köksüzleşme ve sonsuz yas gibi izlekleri klasik müziğin tınılarıyla buluşturuyor. Tokyo, 1938 yılı. Klasik müzik tutkunu dört amatör müzisyen...
- Sophie’nin Yaramazlıkları ~ Comtesse De Ségur
Sophie’nin Yaramazlıkları
Comtesse De Ségur
Moskova Valisinin kızı Sophie Rostopchine, Kont Eugene de Ségur ile evlenip (1819) Parise yerleşmiş, torunlarına anlatageldiği öyküleri, yıllar sonra kaleme almış bir soyludur. Sonuç,...
- Yasak İlişki ~ Barbara Taylor Bradford
Yasak İlişki
Barbara Taylor Bradford
Amerikan televizyonunun otuz üç yaşındaki ünlü muhabiri Bill Fitzgerald, görevli olarak uzun bir süre Bosna'da kaldıktan sonra, savaştan bıkmış, yorgun düşmüştür. 1995 Kasım'ının son günlerinde, eski arkadaşı, Time dergisinin savaş muhabiri Francis Xavier Peterson ile buluşmak üzere Venedik'e gider.