Murathan Munganın yaşama dair derin ve incelikli gözlemlerle zenginleştirdiği bu öyküler, kadınlar hakkında, erkekler hakkında, ilişkilerin gerilimi hakkında, ebeveynler hakkında, zamanın geçiciliği ve bazen de oturup kalıcılığı hakkında, tesadüfler hakkında kısaca hayat hakkında Eldivenler, hikâyeler, 10 öyküden oluşuyor. Eldivenler, Ansızın her şey, Kaset, Yaz gibisi var mı?, Kötü adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film, Krepenin duvarı, Islık, Çarpışma, Tabut ve Geçici kesinlikler.
İçindekiler
Eldivenler 9
Ansızın her şey 31
Kaset 57
Yaz gibisi var mı ? 65
Kötü adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film 73
Krepen’in duvarı 85
Islık 103
Çarpışma 109
Tabut 113
Geçici kesinlikler 123
Eldivenler
Hülya Ekşigil için
Tuhaftır, onunla evlendiğimde âşık değildim. Artık yaşım otuz üçtü, bazen boş kâğıtlara yazıp bakıyordum, o koyu siyah iki adet 3 rakamının yan yana duruşunda belirsiz geleceğim için uğursuz bir işaret buluyor, bir an önce bir karar vermem, elimi çabuk tutmam gerektiğini düşünüyordum; anlayacağınız, otuzunu geçmiş çoğu kadın gibi paniklemeye başlamıştım. Üstelik, beni, üç yıllık bir rötarla yakalamıştı bu panik. Zaman, kadınlar için daha çabuk geçer. Kadınların yaşının da, kediler gibi, yediyle çarpılması gerektiğini söyleyenler, ne doğru söylemişler! Aşk evliliğinden umudu kesmiştim ama, “mantık evliliği” gibi bir lafın şemsiyesi altında bana bir hayat olmadığını bilecek kadar da kendimi tanıyordum. Haklı olarak, Peki ne istiyordun? diye soracaksınız. Yıldırım aşkı, yakıcı tutku, karşılıklı anlayış, sevgi ve saygıya dayanan falan gibi bir şey değildi istediğim; üst üste iki gece horlasa, sabahına bu duygulardan eser kalmayacağını bilecek kadar bilgi ve deneyim sahibiydim artık. Geçirdiğim bunca yılda, beyaz atlı prenslerin emeklilik günlerini hesaplayabilecek kadar da gelecek duygusu edinmiştim. Kısacası, evlenme zamanımın geldiği, hatta geçmekte olduğu kafama iyice dank etmişti! Kendimce “basit bir çözüm” arayışı peşindeydim; Elbette, evlenmek için birbirinden yeterince hoşlanan, ama beklentileri büyük olmayan iki kişinin, hayal kırıklığına yer bırakmayacak kadar sade, rahat, güvenli ilişkisini istiyordum. Birbirinden hoşlanıyor olmak ve temel kurallarda anlaşmak yeterliydi benim için. Tabii, evleneceğim adam da, aynı gereksinim ve niyetlere sahip olmalı, en azından bu konuda benim gibi düşünmeliydi. Şu aradıklarıma nesnel bir gözle bakılacak olursa, bunun aşk evliliği yapmak kadar güç bir şey olduğu daha işin başında anlaşılır elbet. Ben de anlamıştım tabii, ama başka çarem de yoktu; bilirsiniz, evlilik, yaratıcılıktan yoksun, seçenekleri hayli sınırlı bir alandır, İnişsiz çıkışsız, büyük dalgalanmalar barındırmayan, ancak ölçülü heyecanlara izin veren, tarafların birbirlerini büyük beklentiler ve umutlarla rahatsız etmediği, saygılı, ölçülü, mesafeli bir ilişkiydi istediğim. Ben böyle güzel güzel, tane tane sayıyorum ama, bütün bunları ağzına gözüne bulaştırmadan becerebilecek kaç adam tanıyorsunuz Allahaşkına? Şu koca memlekette topla-san birkaç kişi ya çıkar, ya çıkmaz. İnanır mısınız, işte o birkaç kişiden biri, tam da o günlerde bir piyango gibi bana çıktı.
Tanışmamız bile çok komik oldu.
İlkin, yakın arkadaşım Lale’ye açtım konuyu. Ne zaman birine önemli bir şey söyleyecek olsam, önce burnumu çekerim, o gün de öyle yaptım. İlkin burnumu çektim, ardından, “Sana bir şey söyleyeceğim,” dedim: “Ben, artık evlenmek istiyorum.”
Bomboş, dümdüz, hiçbir şey söylemeyen bakışlarla bir süre yüzüme baktı. Beni yeterince suçlu hissettirdiğine emin olduktan sonra, “Hayattan ümidini iyice kesmiş olmalısın,” dedi.
Onunla tartışacak değildim. Lale böyleydi.
Ama durumumun ciddiyeti eteğimden sarkıyor olmalı ki, daha fazla üzerime gelmedi.
“Bir bakınalım etrafa, kim var kim yok?” dedi. Sonra da umutsuzluğu vurgulayan bir sesle ekledi: “Biliyorsun, işin kolay değil; o meşhur kitapta söylendiği gibi: ‘Dünya evli erkeklerle dolu!’ Her neyse, madem bu kadar kararlısın, iki yıl daha bekle seydin de, elin adamına, çeyiz diye Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Otuz Beş Yaş’ şiirini götürseydin ya.”
Diyorum ya, Lale böyledir işte!
Birkaç gün sonraydı, ben, bu konuyu fazla ciddiye almadığını düşünmeye başlamıştım ki telefonla aradı, “Biri var,” dedi. “Evlenmek istiyormuş. Cumartesi gecesi Nazan’ın evinde yemek var, sen de çağrılısın, adamı da çağırıyorlar.”
“Ah, Nazan’a söylemeseydin keşke!” dedim.
“Nasıl söylemeseydim?” dedi. “Adam, Nazan’ın arkadaşı; üs-telik adam, Nazan’a söylemiş evlenmek için kız aradığını. Nazan’ın elinde uzun bir liste vardı, herkesin adını çizip seni başa yazdırmak için, ne şantajlar yaptım, ne rüşvetler verdim bir bilsen! Mızırdanma da cumartesiye hazırlan!”
Cumartesi gecesi gelip çattığında, tuhaftır, hem heyecanlıydım hem değildim. Adama ilişkin Lale’den aldığım birkaç bilgi kırıntısı ve hayata ilişkin tuhaf bir yeniklik duygusuyla çıktım yola; her an vazgeçip eve dönebilir, yatağıma kapanıp hüngür hüngür ağlayabilirdim. Bir şeyi başaramamıştım ve bunun tam olarak ne olduğunu bilemiyordum. Bu da beni kötü ediyordu. Feci bir trafik vardı; “İstanbul”, “cumartesi gecesi” ve “trafik” sözlerinin bir araya gelmesi, insana cehennem özletir, bilirsiniz; bir araba mezarlığı içinde yol alıyor gibiydim; radyo kanallarının birbirinden yılışık sunucuları, birbirinden budalaca şeyler söylüyor ve art arda feci parçalar çalıyorlardı. Memleketimizin acı gerçeklerine elmas değerinde bir örnek daha: Hiçbir yere kaçamıyordunuz! Kanaldan kanala atlayarak kurtulamıyordunuz hiçbirinden! Her yerde onlar vardı! Bense, gecenin şu vakti, yüzünü hiç bilmediğim bir adamın karşısına görücüye çıkmak için, elimde karışık kuruşuk bir tarifle, karanlık ve çetrefil sokaklar arasında, ara sıra orda burda rastladığım, üstelik pek hazetmediğim birinin, Rumelihisarı sırtlarındaki evini arıyor ve bir türlü bulamıyordum, bu arada yüzyıla benzeyen saatler geçiyor, öfke ve pa nikten terleyip duruyordum. Kendimi en az sevdiğim zamanlar, terlediğim zamanlardır. Bana kendime güvenimi kaybettiren en önemli şey, terlemektir. Oysa daha şimdiden gerginlikten donuma kadar sırılsıklamdım; bir an önce eve dönüp duş almak, bir kahve içip her şeyi unutmak istiyordum. Çoktan pes etmiş, hatta evlenmekten bile vazgeçmiştim; galiba vazgeçemediğim ve hazmedemediğim tek şey, o lanet olası evi bulamamış olmaktı. Hayatta. inatçılığım bana çok şey kaybettirdiyse de, sonunda o geceyi ve evliliğimi kazandırdı. Ben. ormanda kaybolmuş kızlar gibi, bütün o masal engellerini bir bir aşıp da Nazan’ın evini bulduğumda, onlar benden ümidi kesmiş, yemeğe oturmuşlardı bile…
Tahmin edersiniz ki. başlangıç çok kötüydü. Böyle durumlarda, yolda kurduğunuz bütün o düzgün, kısa ve özlü cümleler dağılıp gider; yerini, başı sonu birbirine karışmış kırık dökük özür cümlelerine bırakır gecikmenizin mahcubiyetine, gerekçelerinize inandırma gayretinizin sakaleti karışır, geceye ayırdığınız enerjinin önemli bir bölümünü başka bir yerde harcamış olmanın bitkinliğiyle, süklüm püklüm olmasanız da, kendinizi öyle hissederek sonunda bir yere ilişirsiniz. Üstelik, o gece bütün bunlara ek olarak, başlı başına bir faktör olan Nazan vardı. Nazan, kelimenin tam anlamıyla bir “faktördü”! Daha gecikme nedenlerimi sıralamaya başladığım anda, beni inançsız gözlerle dudak bükerek dinlemiş, sözlerimi tamamlamamı bile beklemeden, -sanki evlerine bir şey diyen varmış gibi- aslında evlerini bulmanın ne kadar kolay olduğunu, başlarına ilk kez böyle bir şey geldiğini, gösterişli el kol hareketleri eşliğinde gereğinden yüksek sesle anlatmaya başlayarak herkesin dikkatini dağıtmış, beni de “bir adres bile bulmaktan âciz” sersem kız durumuna düşürmüştü. Hani, kendi mahkemelerimizden çok daha fazla tanıdığımız Amerikan filmlerindeki mahkeme sahnelerinde, jüriyi ikna etmek için çırpınan hırslı, iddialı kadın avukatlar vardır. Nazan tam onlar gibiydi işte; böyleleri, aynı anda iki şeye birden inandırmaya çalışırlar sizi: Hem davadaki haklılıklarına, hem de kadın olmanın iyi bir avukat olmaya asla engel olmadığına: bu sırada da. gereğinden fazla enerji harcarlar. Bu da onları, çirkin ve yorucu kılar. Zaten bana kalırsa, hangi konuda olursa olsun, gayret, kendi başına çirkin ve yorucu bir şeydir. Çok çabuk gülünç hale gelebilir çünkü. Belki bu yüzden, her zaman sade bir çalışkanlıktan yana oldum: kendiliğinden ve gösterişsiz çabaları sevdim.
Nazan’ın, ısıttığını iddia ettiği çorbayı daha önüme koyarken beni elemiş olduğuna, listesindeki adları çizili diğer kızları düşünmeye başladığına rahatlıkla yemin edebilirim. (Hem de onun karşı tarafın avukatı olduğu bir mahkemede.)
Allahtan, Lale, böyle şeylere pabuç bırakacak biri değildi.
Bizi tanıştırırken, moralimi düzelten, güzel, yalın, gösterişsiz ama şık şeyler söyledi benim hakkımda.
Elimi, kavrayıcı ama ölçülü bir biçimde sıkmış, gözlerimin içine bakarak sade bir bakışla gülümsemişti adam. Davranışlarında dostça bir şeyler vardı. İnsanın gözlerinin içine içine, ruhunun esrarına varmak istercesine delici bakışlarla bakan erkeklerden hiç hoşlanmam! Dikkatimi çeken ilk özelliği, sakinliğiydi. Kayıtsız ya da ilgisiz değildi, yalnızca sakindi. Bu içimi çok ferahlatmıştı. Otuz beş, en fazla kırk yaşında gösteriyordu. Kırk üç yaşında olduğunu öğrendiğimde, şaşırdım mı, şimdi anımsamıyorum. Daha tanışır tanışmaz, ne yazık ki, üçüncü ya da dördüncü sorum, burcunun ne olduğuydu. Anket sorularıyla insan tanımaya kalkışan liseli kızlara benzemeyeyim diye, kendimi tutmaya çalıştıysam da, başarılı olamamış; merakım, mahcubiyetimi yenmişti.Telefonlarda ısrarla sorduğum halde, ne Lale nede Nazan adamın burcunu biliyorlardı; kendisine sorduğumda da, bir süre düşündükten sonra yanıtlamış olması, böyle şeylerle ilgilenmediğini belli ediyordu. İlk bakışta göze çarpan bir özelliği yoktu. Düzgün, hoş bir adamdı. Yakışıklı sayılabilirdi. Koyu renkli, kareli bir gömlek vardı üzerinde -ki. bana erkeksi bir çekicilik ifade eder bu-; temiz, bakımlı, iddiasızdı. Kendini göstermek için öne çıkmaya çalışmıyor, ya da kendi davranmadan, ilkin karşıdakini tartmak için geri durmuyordu. Tuhaf bir biçimde, daha ilk anda güven veriyordu insana; hani kalabalık bir yerde, birkaç dakikalığına çantanıza, eşyanıza gözkulak olması için güvenilecek birini bakınırken, ilk seçeceğiniz kişiydi. Tepkileri de, zamanlamaları da doğru ve yerindeydi. Bulunduğu ortamı yalnızca kendi hacmiyle kaplamaya çalışan, kendini gereğinden fazla önemseyen, pozcu, numaracı erkeklerden olmadığı hemen anlaşılıyordu. Fazlalıksız biriydi. Belli ki, kendine yetmeyi bilenlerdendi. Az konuşuyordu ama gizemli, derin adam sanılmak için böyle yapanlarınkinden çok farklıydı bu. Her şeyinde olduğu gibi, konuşmasında da tutumlu bir ölçü tutturmuştu. Karşısındakini dinlerken de, kendi düşüncelerini açıklarken de aynı dikkat ve özeni gösteriyordu. Gördüğüm kadarıyla, tartışırken, kazanmak ya da haklı çıkmak değil, anlamak ve anlatabilmiş olmak önemliydi onun için. Bütün bu özellikleri hoşuma gitmişti. Yer yer kırlaşmış saçları konuşurken sık sık alnına dökülüyor, iri, uzun parmaklarıyla onları geri atıyor, insanın gözünün içine temiz ve hilesiz bakıyordu. Belli ki. gençlik yıllarında uzun zaman spor yapmış; şimdilerde biraz kilo almış, kalınlaşmıştı; ama eti sıkı hoş bir kalınlıktı bu: diriliğini yitirmemişti. Hani derler ya. ilk görüşte kanım ısınmıştı adama. Ama yalnızca o kadar. Bu kadarına bakarak karar vermek gene de zordu; öyle ya, böylesi iyi bir koca da olabilirdi, iyi bir arkadaş da… Mesleğini önceden söylemişlerdi; ekonomistti, tam olarak anlamadığım işler yapıyordu, “uluslararası işletmecilik” gibi bana hiçbir şey ifade etmeyen bir konuda uzmandı; bağımsız çalışıyor; yerli, yabancı finansman kuruluşları için özel araştırmalarda bulunuyordu; pek zengin sayılmazdı, bunu “hırssızlığıyla” açıklamıştı; parayı, yalnızca gereksinimlerini karşılamak için istiyordu; hali vakti yerindeydi ya, bu kadarı da yeterliydi benim için. Aradığım bütün o kolay bulunmaz özelliklerin yanı sıra, bir de zengin olmasını beklemek açgözlülük olurdu doğrusu. Nazan’ın, gece boyunca kendini tutamayıp yaptığı bütün o kötü kalpli esprilerine, gereksiz laf sokuşturmalarına, ev sahibesi olmanın zorunlu nezaketi gereği bile olsa, bir türlü engel olamadığı habasetine, Lale’nin bütün bunları ustalıklı manevralarla savuşturmasına, hatta zaman zaman Nazan’ı zor durumda bırakan karşı ataklarına rağmen, benim için gerçekten kötü başlayan gece, güzel geçmiş; ılık, yumuşak bir sonla noktalanmıştı.
Bir buçuk ay sonra evlendiğimizde herkes şaşırmıştı.
Lale, son ana kadar bana emin olup olmadığımı sordu.
Bülent de -böylelikle adının Bülent olduğunu öğreniyorsunuz- Nazan’la kocasını çağırıp çağırmadığımı. Çünkü, Nazan’ın, o gece yaptıkları neyse ne de, o geceden sonraki günler, listesindeki diğer kızları ısrarla Bülent’le tanıştırma gayretlerini hiç bağışlamamışım doğrusu. Ama gene de çağırdım. Bülent, bu tür kızgınlık, kin gütme, intikam alma, nispet yapma, rekabet ya da ödeşme duygularına çok yabancıydı. (Ki, yaygın kanının tersine, bunlar kadınlar arasında, erkekler arasında olduğundan çok daha yaygın ve köklüdür; erkekler en büyümemiş halleriyle bunu hoyrat oğlan çocukları gibi ortalıklarda yaşarken, kadınlar ustaca saklamayı, zehirlerini zamana yaymayı bilirler.) Bülent, böyle şeyleri bir tür küçüklük olarak görüyordu. Dahası, Nazan, sahiden arkadaşıydı, ne yapabilirim? Benim de olanları büyütmeye niyetim yoktu. Sonuçta Bülent’le beni o tanıştırmış, evlenmeme neden olmuştu.
Yazsonuydu evlendiğimizde. Kışa sıcak, huzurlu ve evli olarak girmek istemiştim. Sade bir düğünle evlendik. Bütün yakınlarımızın ortak kanısı, her şeyin gereğinden fazla sade oluşuydu. Lale, “Evlilik dediğin de böyle mahcubiyet içinde yapılmaz ki!…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıEldivenler, Hikayeler
- Sayfa Sayısı168
- YazarMurathan Mungan
- ISBN9789753427272
- Boyutlar, Kapak13 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Burada Ejderhalar Var ~ Ayşegül Kopdagel
Burada Ejderhalar Var
Ayşegül Kopdagel
Ayşegül Kopdagel, yıllar içinde biriktirdiği öyküleri ilk Burada Ejderhalar Var adıyla kitaplaşıyor. O “bura”nın neresi, “ejderhalar”ın ise neler olduğunu hepimiz yakından biliyoruz aslında. Uğultusunu...
- Gezgin ~ Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin
Sadık Yalsızuçanlar
Gezgin, Mağribli bilge İbn Arabi`nin kendi ruhunda yaptığı ve bereketli bir ömre yayılan manevi gezinin öyküsü. Kartallar gibi kimsenin uçamadığı sarp kayalıklarda gezinen, hiçbir...
- Yoklar Kitabı ~ Adil İzci
Yoklar Kitabı
Adil İzci
“Neden yazıyorsunuz?” diye sorarlar zaman zaman. Biraz da, “Yazmak neye yarar ki?” anlamında mı sorarlar bunu bilmem. Sanıyorum öyle… “Belleğin devinmesine, yitenlerin hayal âleminde...