Bugün bilmediğimiz, tanımadığımız bir şeye tapma zamanı değildir. Özellikle okumuş yazmış olanların, kendi mukaddeslerini tanıma konusundaki görevleri daha da ağırdır. Bu sadece İslamî bir görev değil, aynı zamanda bilimsel ve insanî bir görevdir de. Herkesin şahsiyeti kendi inançlarını tanıdığı ölçüde değer taşır. Çünkü inanç, tek başına bir erdem değildir. Tam olarak bilmediğimiz bir şeye inanıyor olmamızın fazla bir değeri yoktur. Aksine erdem, inandığımız bir şeyi iyice bilmektir. Madem ki biz İslam’a inanıyoruz, o halde onu doğru tanımak ve doğru tanımak için de doğru bir yöntem seçmek zorundayız.
Şimdi şu soruyu sormalıyız: Hangi yöntem, İslam’ı doğru tanıma yöntemidir? İslam’ın hakikatlerini tanımak için Avrupaî yöntemlerden birini, mesela doğal, psikolojik veya sosyolojik bir yöntemi taklit etmek ve yararlanmak zorunda değiliz; aksine kendimiz yöntem seçimi konusunda bir yenilik yapmak için çaba harcamalıyız. Elbette Avrupa’nın bilimsel yöntemlerini tanımak gerekir, ama onları “cebren” taklit etmeye gerek yoktur. Bundan dolayı bizim vazifemiz, İslam hakkında bir araştırma yapmazdan önce, İslam’ı araştırmanın en iyi yöntemini seçmektir.
İÇİNDEKİLER
Ali Şeriati
Yayıncının Notu
Farsça Yayıncının Notu
BİRİNCİ BÖLÜM
İslam’dan Önce Araplar
Yemen Medeniyeti
Gassânîler
Cahiliye Arapları
Din
Adnânî Arapları
Adnânî Arapları: Dış Dünya ile Bağlantı
Adnânî Arapları: Kültür ve Medeniyet
Toplum, Hükümet, Gelenek
İKİNCİ BÖLÜM
İslam’ı Tanıma Metodu
Peygamber’in Şahsiyetinin Bazı Özellikleri
Zirvede Bir Salabet, Zirvede Bir Mahbubiyet
Peygamber’in Yükseklerde Duruşu
Köhne Değerleri Yıkması ve Yeni Değerler İnşa Etmesi
Peygamber’in Eğitimi
Zaaf Halinde Kudret
Evin İçindeki Peygamber
Mahrumların Dostu Muhammed
Peygamber’in İntizamı
Peygamber’in Vefatı
Hicretten Vefata Dek
Okuyucu ile Birkaç Husus
Hicret
Takip Başladı
Kuba’da
Şehre Giriş
Mescit
İkinci Hutbe
Hayatın On Yılı
Hicretin İlk Yılı
Hicretin İkinci Yılı
Hicretin Üçüncü Yılı
Hicretin Dördüncü Yılı
Hicretin Beşinci Yılı
Hicretin Altıncı Yılı
Hicretin Yedinci Yılı
Hicretin Sekizinci Yılı
Hicretin Dokuzuncu Yılı
Muhammed Ölüyor
İslam’ın İlk Dönemindeki Bazı Olayların İncelenmesi
Peygamber’in Ölümü
Selmân-ı Pâk ve İran İslam’ının İlk Maneviyat Tomurcukları
Dr. Abdurrahman Bedevî’nin Yazdığı Giriş
Louis Massignon
Hayatı
Eserleri
Kişiliği
Başlangıç – Medâin ve Kûfe – Selmân’ı Nasıl Araştırmak
Gerekir
Konunun Özeti
1. Rivayetlere ve Eskilerin Sözlerine Dayalı Selman’ın
Hayat
Hikâyesinin Özeti ve Horovitz’in Eleştirel Görüşünün
Analizi
2. Selman’ın Müslüman Olmasıyla İlgili Rivayetin
Tahlili
“Selman Ehlibeyttendir” Hadisi
Kerdid ve Nekerdid/Yaptınız ve Yapmadınız
3. Selman’ın Medain’de Ölümü
Abdulkaysoğullarının Müttefiki Olarak Irak’a Gelişi
Hakkındaki Varsayımlar
El Sanatkârları Sınıfında ve Bazı Dinî Silsilelerde
Selmanî İsnat
4. Selman’ın Kur’an’ın Nüzulu Konusunda Muhammed
Yanındaki Tarihî Rolü
Onun Ali ile Birlikte Sonraki Rolü
Mim ve Aynı Karşısında Sin’le İlgili Olarak Şiî
Gannusî’nin Görüşleri
Sonuç
Ek-1
Aşırı Fırkalar Selmaniye Veya Siniye Hakkında
Yayınlanmamış Beş Metin
Ek-2
Kaynaklar Hakkında Bilgiler
A. Kaynakların Sınıflandırılması
B. Doğu Dillerindeki Kitaplar
C. Avrupa Dillerinde
İşaretler
İmam Rıza’nın Veliahtlığı Meselesi Hakkında Kısa Bir
İnceleme
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Eğitim ve Öğretim Mektebi
Mektep
Serbestlikler
Yaş Serbestliği
Başlama Zamanı Serbestliği
Eğitim Süresi Serbestliği
Bireysel Serbestlik
Kafa
Dersler
Medrese
Kurum
Ev
Medres
Hoca Hücresi
Kütüphane
İdarî Sistem
Talebe
Sınıfsal Köken
Hoca Seçimi
Hücrenin Belirlenmesi
Medrese Bursu
Tahsil Bursu
Gelirler
Öğrenim Aşamaları ve Bölümleri
Ortak Dil
Mukaddimât
Arap Edebiyatı
Naklî
Cevaz
Dirayet İlmi
Özgürlük ve Sorumluluk
Hariç
Eğitim Öğretimde İki Zıt Felsefe
Toplum
Toplumsal ve İnsanî Eğitim Öğretim Sistemi
Realizm Temeli Üzerinde İdealizm
EKLER
İslam Tarih ve Medeniyetini Tanımanın Gerekliliği
Çeşitli Dinlerde Tanrı
İki Mesih
Yahudilikte Tanrı
İslam’da ve Dünya Dinlerinde Tanrı
Açık ve Kapalı Toplumlarda Dünyagörüşü Kavramı
Açık Dünyagörüşü ve Kapalı Dünyagörüşü
Sağlıklı Açık Toplum ve Sağlıksız Kapalı Toplum
Eski Toplumda ve Yeni Toplumda Biz ve Ben
Açık Toplumlarda Yalnızlık ve İntihar
Kabile Toplumlarında Totemizm
Kur’an ve Bilgisayar
Kur’an’ın Mucizeliği Nasıl İspat Edilebilir?
Taklidin Esesları
Pratik Taktiklerde Esneklik Zarureti
Yapmamak Anlamadan Yapmaktan Daha İyidir
Aydınların Fikrî Değişimler Eğrisi
Âdem’in Yaratılış
İhlâs
Din ve Hikmet
Kur’an’da Salih Ameller ve İyilikler
Arabistan’ın Kültürel Coğrafyası
Kur’an’a Bir Bakış
Kur’an’da Tabii İlimler
Surelerin Adlandırılması
ALİ ŞERİATİ
23 Kasım 1933’te Horasan eyaletine bağlı Sebzivar’ın Mezinan köyünde dünyaya geldi. 1950’de Meşhed’deki Öğretmen Koleji’ne girdi. 1952’de Meşhed yakınlarındaki Ahmedâbâd köyünde öğretmenliğe başladı. 1955 yılında Mektebi Vâsıta’yı yazdı. Ebuzeri Gıfarî’yi tercüme etti. 1956’da Meşhed Üniversitesi’ne girdi. Ulusal Direniş Hareketi’ne üye olduğundan, babası ve diğer üyelerle birlikte tutuklandı, altı ay tutuklu kaldı. 1959’da Alexis Carrel’den Dua’yı tercüme etti. Üniversiteden başarıyla mezun oldu. 1960’ta Fransa’ya gönderildi, orada sosyoloji ve dinler tarihi üzerine çalıştı. Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne aktif olarak katıldı. Bu faaliyetlerinden dolayı Paris’te tutuklandı; bu arada birçok makale, konuşma ve çevirisi değişik dergilerde yayımlandı. Sosyoloji ve dinler tarihi alanında doktorasını tamamlayarak 1962’de İran’a dönerken sınırda tutuklandı; aylarca hapiste kaldı. Hapisten çıktıktan sonra öğretmenlik yapmaya başladı ve Meşhed Üniversitesi ve diğer merkezlerde konferanslar verdi. Hüseyniyei İrşad 1973 Eylül’ünde kapatıldı. Savak, Şeriati’yi aramaya başladı. Kendisini bulamayınca babasını tutukladı. Babası bir yıl kadar hapsedildi. Şeriati teslim oldu ve on sekiz ay hücrede kaldı. 197577 arası Savak’ın takibinden sürekli kaçıp başkalarının evlerinde kalarak çalışmalarına devam etti. Sabahlara kadar süren konuşmalar yaptı. 16 Mayıs 1977’de Avrupa’ya hicret etti. Otuz gün sonra İngiliz İstihbaratı’nın yardımıyla Savak tarafından şehit edildi.
YAYINCININ NOTU
Yayınevimiz, Şeriati düşüncesini külliyat olarak okurlarına sunmakla önemli bir hizmet vermektedir. Merhum Şeriati, dünyanın bugün yaşayan iki önemli medeniyeti olan, İslam ve Batı medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulmuş ender şahsiyetlerden biridir. Dahası, bir sosyolog gözüyle incelediği konuları, dahiyane bir düşünce işçiliği ile işlemiş ve Fars edebiyatının kendisine kazandırdığı akıcı üslupla ortaya koymuştur. Bilimsel liyakati, özgün bakış açısı, dindarlığı ve inandığı doğrular uğruna can verecek kadar yürekli kişiliği ile sadece İran gençliğini arkasından sürüklemekle kalmamış, dünya Müslümanlarının öze dönüş çabasına katkıda bulunarak bir döneme damgasını vurmuştur. Onun bu özgün ve özgürlükçü tutumu, sadece İslam düşmanlarının tepkisini çekmekle ve onlar tarafından şehit edilmekle kalmamış, dost ve kardeş bildiği Müslümanlardan da çok büyük tepkiler almıştır. Çünkü onun düşünceleri, Batılı saldırı karşısında çok derin ve güçlü bir mukavemet oluştururken İslam geleneğini kirleten ve çöküntüye sebep olan bidat ve hurafelere de ağır darbe indiriyordu. Tabiî bu da bilinçsiz kesimler nezdinde İslam’ın kendisine yapılan bir saldırı olarak algılanıyordu.
Kendi tabiriyle içinde doğup büyüdüğü geleneksel Safevî Şiîliğine yönelttiği eleştiriler yüzünden İran’da dışlanırken, Şiî bakış açısı nedeniyle de Sünnî dünyadan önemli tepkiler almıştır. Ancak Şeriati, her ne kadar Ali Şiası ve Safevî Şiası ayrımı yapsa ve Safevî Şiîliğini eleştirse de eleştirdiği düşünceden bütünüyle kurtulamamış ve söz konusu etkilerle Sünnî dünyanın kabul edemeyeceği kimi düşünceler serdedebilmiştir. Sahabiler hakkında kullandığı ifadeler hoşgörü sınırını zorlayan kusurlar olarak değerlendirilebilir. Ayrıca yaşadığı çağ ve çevrenin etkisiyle Fransız sosyalistlerinden etkilendiği ve kimi yorumlarında bu etkinin izlerinin görüldüğü de söylenebilir.
Ali Şeriati’nin de her insan gibi hata edebileceğini, hatalarının ve savaplarının sadece kendisini bağlayacağını okuyucunun takdir edebileceğine inanıyoruz. Fecr Yayınevi olarak, ölçümüzün Kur’anı Kerim ve onun numunei timsali olan Hz. Peygamber (a.s) olduğuna inanıyor, Şeriati de dahil bütün insanların bu ölçüler içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Onun her görüşünü onaylamadığımız halde eserlerini yayınlıyor, ama katılmadığımız görüşlerine de müdahale etmeyi uygun görmüyoruz. Çünkü böyle bir müdahalenin düşüncelerin doğru anlaşılmasına engel olacağı, bunun da hem yazar hem okur açısından bir hak ihlali sayılacağı kanaatindeyiz. Buna rağmen kimileri, tasvip etmedikleri düşüncelerden dolayı bilinçsiz okuyucuların olumsuz etkileneceği gerekçesiyle vebal alacağımızı düşünebilirler. Fakat biz, genelde Müslüman olmanın, özelde Şeriati okuru olmanın, okuduğu her şeyi kabullenen değil, eleştiren bir seviye gerektirdiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bütün olumsuzluklarına ve kusurlarına rağmen Şeriati’nin o engin birikiminin bizlere çok şey kazandırdığına ve kazandıracağına inanarak eserlerini külliyat olarak yayınlamaya karar vermiş bulunuyoruz. Buna paralel olarak hem Fars hem de Türk edebiyatına vukufiyetiyle temayüz etmiş mütercimlerden oluşan bir heyet oluşturarak eserlerin en az hata ile çevrilmesine de özen gösterdik. Bu nedenle tercümeler, sadece söz konusu eserleri dağınık vaziyette sunulmaktan kurtarmayacak, Şeriati okurunun liyakatsiz tercümelerden çektiği sıkıntıları da asgariye indirecektir.
Külliyattaki kitapların bazılarında yazara ait olmayan dipnotlar yer almaktadır, İran’daki Dr. Ali Şeriati Eserlerini Derleme Bürosu tarafından eklenen notların sonunda (Derleyen), yayınevimiz tarafından ilave edilen notların sonunda (Fecr), mütercimlerin ilave ettiği notların sonunda ise (Çev.) ifadeleri kullanılmıştır. Bunların dışındaki dipnotlar Ali Şeriati’ye aittir.
Bütün hassasiyet ve çabamıza rağmen, insan olmamız hasebiyle gözümüzden kaçan kusurlar olursa okurumuzdan özür diler, eleştirilerine müteşekkir kalırız. Bu vesileyle Şeriati’ye Allah’tan rahmet diler; başta değerli mütercimler olmak üzere, editörlere, tashih ve redakte heyetine ve eserlerin sizlere ulaşmasında emeği geçen bütün dostlara gönülden teşekkür ederiz.
FECR YAYINEVİ
FARSÇA YAYINCININ NOTU
Bu derleme, aşağıda olduğu gibi her biri bazı bölümler içeren üç bölüm ve sekiz kısımdan meydana gelen “Ekler” bölümünden oluşturulmuştur:
Birinci Bölüm:
1- İslam’dan Önce Araplar: Büyük öğretmenin Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki şifahi derslerinden oluşan bir bölümdür. Maalesef öğretim yılı tarihi ve ders başlığı belli değildir. Bizim asıl kaynağımız, aynı zamanda söz konusu fakülte öğrencileri tarafından düzenlenmiş ve çoğaltılmış olan yazılardır.
İkinci Bölüm:
1- İslam’ı Tanıma Metodu: HŞ. 1347 yılı Aban ayının üç ve dördünde ardışık iki gecede Hüseyniye-i İrşad salonunda bu başlık altında verilmiş bir konferanstır. Yukarıda anılan metin, bizzat Öğretmenin gözetiminde düzenlenmiş ve Derleme Bürosu, onu söz konusu konferans kaseti ile karşılaştırdıktan sonra sadece bir parça zaruri düzeltmeler yapmıştır.
2- Peygamberin Şahsiyetinin Bazı Özellikleri: Bu bölüm, Şehidin ömrünün son yıllarındaki özel oturumların birinde gerçekleştirilmiştir. Bu konuşma kasetinin “Peygamberin Doğumu” adıyla bilindiği dikkate değer. Bu başlığın seçilmesinin sebebi, sadece bu konuşmanın Peygamberin doğum gününe tesadüf etmiş olmasıdır. Başlık tarafımızdan değiştirilmiştir.
3- Hicretten Vefata Dek: Bu bölüm, peygamberliğin 15. yüzyılının başlangıcı münasebetiyle Tahrir alanında meydana getirilmiş ve bundan önce makaleler mecmuasında “Peygamberlerin Sonuncusu Muhammed” adıyla iki cilt hâlinde HŞ. 1348 yılının Şehreyur ayında yayınlanmıştır. Yukarıdaki metnin birçok bölümü her ne kadar 30 numaralı (Meşhed İslambilimi) Eserler Mecmuasının bazı bölümlerinden özetlenmiş ve daraltılmış olsa da gerçekte yeni konuların varlığı, onun buraya yerleştirilmesini gerektiriyor.
4- İslam’ın İlk Dönemindeki Bazı Olayların İncelenmesi: Bu bölüm, Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde HŞ. 1346-1347 öğretim yılında “İslam Tarihi” adı altında ders olarak verilmiş şifahi konuşmanın bir parçasıdır.
5- Selman-ı Pak: Bu eser, Profesör Luis Massignon tarafından yazılmış ve Şehit Öğretmen tarafından Farsçaya tercüme edilmiştir. Bu bölüm, söz konusu eserin tercümesine bir ilavedir ve aşağıdaki konuları ihtiva etmektedir:
a) Doktorun önsözü
b) Doktor Abdurrahman Bedevî’nin Doktor tarafından tercüme edilen önsözü
c) Massignon’un biyografisinin ve eserlerinin Doktor tarafından tanıtımı
d) (Sorbon Üniversitesi hocası ve Massignon’un arkadaşı ve meslektaşı) Profesör Henry Corbin’in Tahran Üniversitesi’ndeki Konuşması. Belirtilmesi gerekir ki bu konuşma bizzat Doktor tarafından tercüme edilmemiş olmasına rağmen Doktorun ona işaret etmesi ve okuyucuların Profesör Massignon’u oldukça çok tanıması ve böylece teselsülü korumak sebebiyle onu gizlemekten kaçındık.
6- İmam Rıza’nın Veliahtlığı Meselesi Hakkında Kısa Bir İnceleme: Hapisten kurtulduktan sonra hemen Kum şehrinde sevenlerinden birinin evinde gerçekleştirilen özel bir konuşmadır.
Üçüncü Bölüm:
1- İslamî Eğitim ve Öğretim: Bu bölüm, Şehit Öğretmenin Meşhed Üniversitesi’nden tasfiye edildikten sonra Bilimler Bakanlığı için yazmış olduğu bir araştırma risalesidir.
Ekler:
1- İslam Tarih ve Medeniyetini Tanımanın Zarureti: Bu kısmın ana kaynağı, Öğretmenin Meşhed Üniversitesi’nde İslambilim başlığı altında dört oturumda gerçekleştirilen ilk derslerinde öğrencilerin tuttuğu notlardır. Bu notlar çeşitli konuları ihtiva ettiği için onların bir kısmı, “Çeşitli Dinlerde Tanrı” ve “Açık ve Kapalı Toplumlarda Dünyagörüşü Kavramı” bu bölümden ayrılmıştır.
2- Çeşitli Dinlerde Tanrı: Birinci kısmın açıklamasına müracaat ediniz.
3- Açık ve Kapalı Toplumlarda Dünyagörüşü Kavramı: Yine birinci kısmın açıklamasına müracaat ediniz.
4- Kur’an ve Bilgisayar: El ile yazılmış olan bu kısım, bundan önce metindeki bazı değişiklerle iki şekilde basılmıştır. Asıl el yazısı bulunamadığı için -diğer baskıya göre daha tam olan- İrşad Yayınları tarafından yayınlanmış metni kaynak olarak kullandık.
5- İslamî Meselelerde Şekil ve Muhteva İlişkisi: HŞ. 1355 yılındaki özel bir oturumdaki konuşmanın başından ve sonundan bir bölümdür. Onun orta kısmı daha önce “Hak Kapısına Varlık Tokmağını Vurmak” başlığıyla Külliyatın 2. Kitabında basılmıştır.
6- Kur’an’da Salihalar ve Haseneler: Bu kısım da birinci bölümü “Miraç ve İsra” adıyla Külliyatın 2. Kitabında yayınlanan özel bir konuşmanın ikinci bölümüdür.
7- Arabistan’ın Kültürel Coğrafyası
8- Kur’an’a Bir Bakış: Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde verilen “İslamî Bilgiler” dersinden bir bölümdür.
***
Sonunda aşağıdaki hususların hatırlanması zaruridir:
1. Konunun daha iyi anlaşılması için Derleyen tarafından eklenmesi gerekli görülen kelime veya kelimeler [ ] içinde belirtilmiştir.
2. Kasette kelime veya kelimelerin duyulamadığı veya hatta tahmin edilemediği yerlerde onların yerine …* işareti konulmuştur.
3. Doktor ile katılımcılar arasında geçen soru-cevap şeklindeki diyaloglarda sorular özetlenmiş, kapalı veya gereksiz diyaloglar atılmış ve onların yerine bazı paragrafların başında … (üç nokta) kullanılmıştır.
Şehit Öğretmen Doktor Ali Şeriati’nin Eserlerini Derleme ve Düzenleme Bürosu (Derleyen)
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM’DAN ÖNCE ARAPLAR
Hatırlatma: İslam’ı tanımak için, her din, hareket ve şahsiyet konusunda olduğu gibi, onun ortaya çıktığı muhiti ve zamanı da tanımak gerekir. Günümüzde bu hususun lüzumunu bilmeyen kimse yoktur. Nitekim her yazarın, çalışmasının başında (eğer bu alanlarda yazıyorsa), bunu tekrarladığını görürüz. Ne var ki bu söz İran’da bir tercümeden ve taklitten ibaret olup çok zaman pek de işe yaramayacak şekilde gerçekleştirilir. Örneğin edebiyat tarihinde veya bir şairin, filozofun, büyük bir tarihî ve siyasî şahsiyetin biyografisinde, onun muhiti, zamanı ve yaşadığı çağdaki durum da tanıtılır. Ama bu tanıtım, sanki bir muhite veya döneme ait olayların ve şartların müstakil olarak yazılması amaçlanmış gibi gerçekleştirilir. Oysa burada sadece söz konusu muhitin bir resmini çıkarmakla yetinmemek lâzımdır. O muhitin şartları, halleri ve özellikleriyle, bu muhitin kendisini tanımak hatırına derinlemesine incelendiği din, hareket veya şahsiyetin çeşitli halleri ve özellikleri arasındaki bağlantıyı keşfetmek ve böylece bu muhiti incelediğimiz konunun ortaya konmasında az çok payı olan etkenler bakımından da ele almak gerekir.
Hazar Denizi’nin güney sahillerinde bulunan balık havyarı hakkında bir inceleme yapmak istediğimizde, bu denizin güney sahillerinde bulunan çeşitli tuzları ve maddeleri, denizdeki gelgiti, denizin durgunluğunu veya sakinliğini, iç akıntıları, güneş ısısını ve yansıma kalitesini ve buna benzer hususları bilmemiz gerekir. İran ile Rusya arasındaki denizin sınırını, Hazar Denizi’nin ticarî ve siyasî bakımdan önemini, balıkçılık anlaşmalarını, Hazar, Gîlân ve Mâzenderân halkının psikolojisini ve efsanelerini araştırmak, 20. yüzyılın başında Hazar kıyılarında meydana gelen karışıklıkları ve değişimleri, özellikle ormanlık bölgelerde yaşayanların ve merhum Sipehdâr’ın kıyamlarını, Hazar Denizi’nin Rusya’nın İran üzerinde, bilhassa kuzey bölgelerinde nüfuz elde etmek için giriştiği çeşitli oyunlarda oynadığı rolü tahlil etmek değil. Bu bilgilerin çok yararlı olduğu doğrudur, ama bunların balık havyarını tanımaya nasıl bir yardımları olabilir?! Her neyse, geçelim…
Burada cahiliye dönemi Araplarından ve onların ülkesinden özet olarak söz edeceğim. Çünkü bu alanda, konuyu az çok derinlemesine tanımamızı sağlayacak kadar Farsça kaynak bulunmaktadır. Bu yüzden sadece, öncelikle sizlerin kolayca ulaşamayacağı, ikinci olarak Peygamber gönderildikten sonraki İslam’ı ve tarihî akımları tanımaya yardımcı olacak, üçüncü olarak da bu hususta kendi araştırma ve düşüncelerimden çıkardığım konular üzerinde biraz daha fazla duracağım. Bu konuları Arap ırkından, tarihinden ve coğrafyasından söz eden kitapları okuyarak ikmal etmeniz gerektiği açıktır; çünkü ben burada, tarihî ve sosyolojik meselelere dair derin tahlillerimi ve şahsî çıkarımlarımı ifade etmek için gereken kısa işaretler dışında, sizlerin kitaplara başvurarak kolayca elde edebileceğiniz konular üzerinde durmayacağım:
Arabistan, batıda Kızıl Deniz, doğuda Fars Körfezi ve Umman Denizi ve güneyde Hint Okyanus’u arasında bulunan bir yarımadadır.
Bu topraklar deniz sahillerinde yer aldığı hâlde, yüzyıllar boyu susuz kalmış dudaklarıyla, kupkuru ve yakıcı güneşi yağmur yüklü bulutları nadiren taşıyan bir gökyüzünün yolunu gözlemiştir. Arabistan coğrafyasını incelerken, yazarların ve araştırmacıların genelleyici görüşleri yüzünden çok zaman duçar olunan bir yanlışa düşmeme konusunda dikkatli olmak gerekir. Çünkü bunlar, Araplar hakkında çoğunlukla genel ve klişe bir yargıda bulunarak Arabistan Yarımadası’ndan tek bir ülke gibi söz etmektedirler. Bunun nedeni, insanlar konusunda ırkın, coğrafya konusunda da belli doğal sınırların ayırıcı özellik olarak kabul edilmesidir. Bundan dolayı bu genel çizgiler ve ayırıcı özelliklerle sınırlı hususlar hakkında, çoğu zaman dikkatten ve gerçekten uzak genel yargılara varırız. Bu genel bakış da pek çok hayalî uydurmalara, hatta aynı konuda nice zıt ve çelişik görüş farklılıklarına yol açar. Arabistan Yarımadası yaklaşık 3.200.000 km2 yüzölçümüyle coğrafî bakımdan son derece çeşitlilik gösterir. Bu çeşitlilik o kadar fazladır ki bu toprakların tümü hakkında genel bir yargıda bulunmak dikkatten ve gerçekten uzak olacaktır. Yarımada’nın etrafını çevreleyen ve zaman zaman 3.000 metreye varan irili ufaklı yükseltilerden oluşan doğal duvarlar, adayı çevredeki denizlerin neminden mahrum etmiştir. Ancak Yarımada’nın güneybatısındaki Yemen, Kızıldeniz kenarında olup, doğal şartlar bakımından yaşamaya ve tarıma daha elverişlidir.
İslam’ın ortaya çıktığı Arabistan’ın merkezi, ortada Necd1, Necd ile Tihâme arasında Hicâz2 ve Kızıldeniz’in doğu kıyılarıyla Yarımada’nın batısındaki yüksek bölge arasında bulunan Tihâme’den3 ibarettir. Bu bölgede, yükseltisi az, tek tük birkaç dağın görüldüğü kum tepeleri var olup korkunç bir yumuşak kum okyanusunun kuşattığı bir ada görünümündedir. Güneyde, ürkütücü “Rub’u’l-Hâlî” çölü ile yarımadanın merkezine doğru incelerek uzanan ve bir boğaz şeklinde kuzeyde “Nufûd” sahrasına ulaşan “Dehnâ” çölü bulunur. Yarımadanın yaklaşık üçte ikisini kaplayan bu iki büyük sahra arasında, Necd’e doğru genişleyen nispeten geniş bir kumluk bölge daha vardır.4 Bu korkunç kum okyanusları, durgun sahralar olmayıp okyanuslar gibi fırtınalı yerlerdir. Pek çok hava akımı, buraların sükûnetini her canlı varlığın hayatını şiddetle tehdit edecek şekilde bozar. Bu çöllerde “semûm ve hamsîn” adı verilen fırtınalar ansızın patlak verir, kıpkırmızı kumlar ufkun rengini kızıla boyarlar. Bu kızıllık önce koyulaşır ve ardından kurşunî bir renge dönüşür. Güneş, rengi soluk ve belirsiz bir hâlde, gökyüzünü kaplayan yoğun toz bulutlarının ardında kızıla bürünür. Kum okyanusları yerden hareket edip havada şiddetle savrularak oradan oraya saldırır. Ayakların altı birdenbire boşalır, korkunç ve kocaman bir vadi açılır. Bir anda koca koca kum tepeleri gözler önüne serilir. Develer korkudan kaçışmaya başlar, yollar kaybolur. Çölde yeni yeni dağlar ve yüksek tepecikler oluşur. Doğal yol işaretleri yer değiştirir. Birisi bu fırtınadan canını kurtaracak olsa, fırtına sonrasında, kanlı gözleri aradığı hiçbir şeyi bulamaz, çünkü her şey değişmiştir. Ortada bir ırmak yoktur, ama irili ufaklı vadiler vardır. Vadiler, içinde su bulunmayan nehir yataklarına benzerler! Bu yataklardan, sadece yağmurun sürekli yağdığı günlerde su akmaya başlar. Bu su, o kızgın kum yatakları üzerinde ne kadar ilerleyebilir ki? İnsan hayatı ortamı, kendi varlığını bu çöle öylesine bağlı görür ki ona dair en küçük bir mahrumiyet duygusu kanlı savaşlara yol açar. Bu geniş ve fırtınalı okyanuslar üzerinde yüzen gemiler sadece develerdir; bu gemilerin biricik korkusuz ve usta kaptanları da çöl Arapları.
Güney, kuzey ve batıdaki bu engin okyanuslar dışında, baştan sona volkanik kayalarla kaplı, “harrât” (harre’nin çoğulu) adı verilen başka çöller de vardır. Mu’cemu’l-Buldân sahibi Yâkût-i Hamevî, yirmi “harre”den söz eder ki Medine’nin de içinde bulunduğu “Vâkım Harre’si” bunların en ünlüsüdür. Harre günü (yevm-i harre), Yezîd b. Muâviye’nin, kendisinin hilafetine oy vermeyen Medine’yi kuşattığı ve üç gün boyunca halkın arasına karışmış olan vahşî askerlerini her türlü cinayeti işlemede serbest bıraktığı gündür. Yâkût, Yarımada’daki “harrât”ı şöyle anlatır: “Harre, üzeri leke leke delikli siyah taşlarla kaplı kupkuru bir yerdir; sanki o taşlar ateşte pişirilmiştir.”5
Araplar üç gruba ayrılırlar:
1- İslam’dan önce yok olmuş olan Bâdi’e veya Âribe Arapları. Bunlar Âd (Peygamberleri Hûd) kabilesi, Semûd (Peygamber-leri Sâlih) kabilesi ve nüfuz sahaları bazen Şam’a ve Mısır’a dek uzanmış olan Amâlîk, Tasm, Cedlîs, Emîm, Curhum, Hadra-mût ve bunların şubelerinden ibaret olan kabilelerdir. Bu ka-vimler, şimdiki Araplardan daha önce Arabistan topraklarında yaşadıklarından “Âribe” ve yok oldukları için de “Bâdi’e” adıyla anılmışlardır.
Bâdi’e Arapları da iki şubeye ayrılırlar:
Lâvez b. Sâm neslinden olan Amâlîk (Amâlika) koluna Sâmî, Âdem b. Sâm neslinden olan ötekilere de Ârâmî adı verilmektedir. Amâlîk, Mısır ve Irak’ta hüküm sürmüşlerdir. M.Ö. 18. yüzyılda Bâbil’de kurulan büyük Hammurabi devleti bu şubeden doğmuştur.
2- Kahtânî Arapları (Tevrat’ın tabiriyle Yaktânî): Hammurabi devleti yıkıldıktan sonra Araplar Yemen’e göç ettiler. Mezopotamya ve Bâbil medeniyetlerine öteden beri aşina olduklarından, bu medeniyeti Yemen’e taşıyarak orada yerleşik olan Ma’în, Sebâ, Tebâbi’a ve Himyeriyye devletlerini [kurdular]. Yemen’de Marib barajının yıkılıp (meşhur Arim seli yüzünden) Yemen’in viran olmasından sonra, pek çok kabile buradan Irak’a göç ederek Doğu Roma hâkimiyeti altındaki Şam’da Gassân, Lahm, Kinde ve İran hâkimiyeti altındaki Irak’ta Hîre (Lahmiyyîn) devletlerini kurdular.
3- İslam’ın içlerinden çıkmış olduğu Araplaşmış Araplar: Bunlar, Arabistan’a çok sonraları geldiklerinden Adnânî (tevhidin bayraktarı İsmâîl b. İbrâhîm’in oğullarından Adnân’a mensup) olarak adlandırılmışlardır. Necd, Hicâz ve Tihâme’de yaşarlar; Kudâ’a, Mudar, Ayâd, Enmâr, Kureyş ve Temîm vs. kabilelerinden ibarettirler.
Yemen Medeniyeti
Arapların sosyal ve coğrafî durumunun çeşitliliğine genel bir bakış atıldığında, İslam’dan önceki cahiliye Arapları hakkındaki her türlü genel yargının temelsiz kalacağı iyice hissedilebilir. Yemen, söylediğimiz gibi, öteden beri seçkin bir uygarlığa, sosyal ve siyasî merkeziyete sahip olmuştur. Yemen dini ve medeniyeti, parlak Mezopotamya medeniyetinin, özellikle de tarihte yüksek bir konuma sahip Bâbil medeniyetinin bir devamıdır.
Yemen medeniyetinin parlaklığı, onların bütün mitolojileri, dinleri, kıssaları ve düşüncelerini dolduracak kadar Arapların hayal gücü üzerinde etkili olmuştur. Avrupalıların yeni araştırmaları, gerçeklerin üzerindeki perdeleri kaldırmış ve Yemen medeniyetine ait seçkin eserleri ortaya çıkarmıştır.
1815 yılında, Himyeri yazısı keşfedilmiş, Dr. Rot Sen, “Sebâ” yazıtlarının kopyalarını Avrupa’ya götürmüştür. Fransız Cron, Arabistan’ın güneyindeki 65 kitabe ve 20 tabletin kopyalarını çıkarmış, böylece Himyeri dili aydınlığa kavuşmuştur. 1869 yılında Fransız Sâmîbilimcisi Holevy 70 belge bulmuş, Glaser 1882-1894 yılları arasında dört kez Arabistan’a giderek çok önemli ve ayrıntılı metinlere ulaşmıştır. 1895’te İngiliz Bent, Kızıldeniz yani Habeşistan yakınlarında Seba yazısıyla yazılmış bir kitabe bulmuştur.
Yemen, coğrafî bakımdan, Kızıldeniz’i Hint Okyanusu’na bağlayan Bâbu’l-Mendeb kenarında, Afrika’ya en yakın mesafede, Habeşistan ile komşu olmaya uygun bir yerde bulunmaktadır. Bu hassas konumu Yemen’i ticarî bakımdan çok önemli hale getirmiş ve yüzyıllar boyu kadim doğu ile batı arasında (İran, Hindistan vs. Doğu Roma toprakları, Şam, Filistin vs.) bir eşya alışveriş merkezi olmuş ve bu yönüyle Habeşistan ile rekabet etmiştir. Bölge halkının geçmişte parlak Mezopotamya ve Bâbil medeniyetlerine aşinalığı ve böylesine uygun bir konum elde etmiş olması, özellikle de Arabistan’ın öteki bölgelerinin aksine deniz iklimi ve nemi bakımından tarıma ve insan hayatına uygun oluşu, onları ticaret ve tarım hayatı, dış dünyayla temas, geçmiş medeniyet ve birikimlerini koruma yönünden çeşitli meziyetlere sahip kılmıştır. Yunanlıların buraya “Mutlu Arabistan” demeleri boşuna değildir.
Kızıldeniz’in iki yakasında karşılıklı olarak yerleşmiş olan ve her ikisi de doğu ve batı ile ticareti kendi ellerinde tutmak isteyen Habeşistan ve Yemen arasındaki eski rekabet, iki küresel rakibi, İran ve Roma’yı, aradaki bu zıtlıktan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya sevk etmiştir. O zamandan itibaren, Habeşlilerin Hıristiyan oluşu, doğu toplumlarıyla bağlarını daha da güçlendirmiş olan Habeşistan ve Roma (Bizans) ile ister istemez bu bağ karşısında kendilerini birbirlerine yönelmiş olarak bulan Yemen ve İran arasında çok yakın ilişkiler meydana gelmiştir. Bu durum, bölgede bir dizi önemli tarihî olayın vuku bulmasına yol açarak Yemen’i uluslararası çatışmaların ve çalkantıların sahnesine sokmuştur.
İran mitolojisinde Yemen, “Hâmâverân Çölü” [adıyla] çok tanınmış bir isimdir. Kâvûs’un sevgilisi Sûdâbe, Hâmâverân padişahının kızıdır. Kâvus, onun uğruna Yemen’e asker çıkarmış, hile yaparak orada güya esir düşmüş ve Rüstem, her zaman olduğu gibi, Hâmâverân padişahının yardımına gelen Mısır ve Berber ordusunu yenilgiye uğratmıştır. Kâvûs, kendisiyle birlikte zindanda olan Sûdâbe’yi kurtararak İran’a geri götürmüştür. Bu efsane, Enûşîrevan’ın, Yemen padişahı Seyf b. Zî-Yezen’in yardımıyla işgalci Habeşlilere karşı asker sevk etmesi olayını hatıra getirmektedir. Nitekim kimilerinin dediği gibi, belki de “Hodâynâme” yazanlar, o mitleri bu olay üzerine yazmışlardır. Yemen, Habeşlilerin elinden kurtulduktan sonra, İranlıların eline düşmüş ve tarihin hep tekrarlanan hikâyesi burada bir kez daha gerçekleşmiştir.
Yemen Habeşîleri bir kez daha kıyam ederken, Enûşîrevân’ın emriyle İranlı komutan “Vehrûz” yeniden Yemen’e gitmiştir. Bu emir şu şekildedir: “Yemen’de Habeşlilerden kim varsa, genç yaşlı, kadın erkek, büyük küçük hepsini öldür; Habeşlilerden hamile olan her kadının karnını deş, çocuklarını dışarı çıkar ve öldür; Yemen’de saçı kıvırcık olan kim varsa -sen onların Habeşlilerden olduğunu bilmesen de o Habeşlilerden demektir- onları ve çocuklarını öldür; Yemen’de onlara taraftar olan, gönüllerinde onlara sevgi besleyen kim varsa hepsini öldür ki orada Habeşlilerden kimse kalmasın.” (Târîh-i Bel’amî). Bu “öldür öldür”ün ardından, Habeşliler Yemen’de ortadan kalkmış, onların yerini İranlılar almıştır. Enûşîrevân, Vehrûz’dan sonra, ne zaman ata binmek istese birini öldüren ve ikiye yarılmış cesedinin üstünden geçen “Zîn veya Zerîn” adında vahşî bir canavarı Yemen yönetimine atamıştır. Bu adam, İranlı atlı birlik komutanlarından birisiydi.
Yemen’deki son İranlı hâkim Bâzân’dı. Bâzân, İslam Peygamberi-nin mektubu geldikten sonra Husrev-i Pervîz tarafından, “Kendi adını onun adından önce yazacak kadar küstahlaşmış olan bu köleyi (Muhammed’i)” yakalamak ve başkente göndermekle emrolunmuştu. Ne var ki Husrev-i Pervîz, oğlu Şîrûye’nin eliyle öldürülmüş, Bâzân da Muhammed’e iman etmiştir. Bu tarihî, ekonomik ve coğrafî zeminde Yemen Araplarının medeniyet seviyesini tahmin etmek mümkündür. Toplum çeşitli ve belirli sınıflara sahipti. Askerler, çiftçiler, zanaatkârlar, tacirler ve din adamlarının her birinin kendilerine özgü sosyal ve psikolojik âdetleri ve özellikleri vardı. Yemen’de tarım sele ve yağmura dayalıydı. Altın, gümüş, demir ve değerli taşları çıkarmayı biliyorlardı. Ülkede mimarlık sanatı çok ileriydi. Son kazılarda ele geçen eserler, Arapların, hatta İslam tarihçilerinin, Yemen padişahlarının saraylarının ihtişamı ve azameti konusunda naklettikleri hayret verici efsanelerin büsbütün asılsız olmadığını göstermektedir. Hemedânî ve Mu’cemu’l-Buldân sahibi Yâkût-i Hamevî, Melik el-Buşrah Muhsib’in M. 1. yüzyılda inşa ettiği ve üçüncü halife Osman zamanına kadar ayakta olan Gamdân sarayı harabelerinin hâlâ görülmekte olduğunu söylerler. Buranın yıkıntılarını görmüş olan Hemedânî’nin tanıklığına göre, bu saray 20 katlı ve her kat arasındaki mesafe iki zira’ imiş. Son katının çatısı, yekpare şeffaf bir mermer taşından yapılmış olup arkasından bakıldığında havada uçan kuşları görmek mümkünmüş. İçi boş bakır heykellere vuran rüzgâr esintisinin yankılanmasıyla birlikte aslan kükremesi sesi gelirmiş…
Padişahların muhteşem sarayları, ünlü Marib barajının yanı başında, barajın arka tarafındaki gölün ucunda inşa edilmiş.
Yemen medeniyeti, özellikle de dini, Mezopotamya ve Bâbil’in taklidi olmakla birlikte, Yemen’in dış dünyayla sürekli ve geniş teması, bu toprakları Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştîlik ve Hicaz Araplarının putperestliği gibi dinlerle tanıştırmıştır. Yemenlilerle Habeşliler arasında başlangıçta ırkî ve ekonomik yönü olan düşmanlık, zamanla bir dizi dinî düşmanlığı da beraberinde getirmiştir ki hepsinden kötüsü Kur’an’da da zikredilen Zû-Nuvâs ve Ashâb-ı Uhdûd kıssasıdır.
Zû-Nuvâs, M.S. 6. yüzyılın ikinci yarısında, Hıristiyanlığa inanan ve sırtını Doğu Roma İmparatorluğu’na yaslayan Habeşlilere rağmen, Yahudi dinine inanmış ve Arabistan’da kök salmaya başlayan Hıristiyanlığın kökünü kazımak istemiştir. “Yezdigird’in üstün olduğu dönemdi; Yahudi âlimlerinin sözleri Zû-Nuvâs’ın hoşuna gitti ve Yahudi dinine girdi. Bunun üzerine Yahudiler onu Necrân’a (Yemen ve Hicâz arasında) gitmekle görevlendirdiler. Orada Hıristiyanlar vardı. O, onları Hıristiyanlıktan çıkıp Yahudiliğe inanmaya davet etti. Onlarsa buna direndiler. Zû-Nuvâs derin bir çukur kazdırıp içine devasa bir ateş yaktırdı; Hıristiyanlıktan dönmeyen ve Yahudiliğe inanmayan herkesi o çukura attırdı. Zû-Nuvâs ileri gelenleriyle birlikte orada oturup (seyrediyordu); yirmi bin kişi orada yandı, bütün İnciller de yakıldı.
… Hıristiyanlardan bir adam, yarı yanmış bir İncil’i alıp Kayser’in yanına gitti. … Zû-Nuvâs’ın neler yaptığını anlattı. Kayser dedi ki: Yemen bana çok uzaktır, ama Yemen Habeşistan’a yakındır. Bir mektup yazıp onunla Habeş kralına gönderdi. Bu adam oraya gitti. Habeş kralı olup bitene ağladı. Yaklaşık yetmiş bin adam toplayıp Eryât adlı ünlü bir komutanı Yemen’e gönderdi. Zû-Nuvâs onlara karşı hezimete uğradı. Kendisini denize attı ve kimse onu bir daha görmedi.” (Mucmelu’t-Tevârîh, s. 169).
Bu ordunun bir diğer komutanı olan Ebrehe, Eryât’a karşı ayaklanıp bizzat Yemen’deki işgalci Habeş ordusunun komutasını eline aldı. M. 570’te Kâbe’yi yıkmak üzere savaş fillerini oraya doğru süren de budur. Savunmasız hâldeki Mekke’ye girmeden önce çiçek hastalığı (belki de veba) ordusunu dize getirmiş ve İbrahim’in evi tehlikeden korunmuştur. Kur’an’da sözü edilen “ashâb-ı fil” Ebrehe’nin fil süren ordusudur: “Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (105/Fil Suresi 1-5) Kıssanın ayrıntısına, Şerî’atî ve Ebu’l-Futûh-i Râzî tefsirlerinden, ilmî tefsirine ise Tantâvî’nin el-Cevâhir’inden bakılabilir.
Hîre, kuruluşu Buhtu’n-Nasr’a nispet edilen Kûfe yakınlarında, aynı adla anılan ırmağın kenarında bir şehirdir. Araplar M. 3. yüzyıl başlarında, Eşkânî hâkimiyetinin son zamanlarındaki kargaşadan yararlanarak Mezopotamya ile Fırat arasındaki bölgeyi kolayca işgal edip burada tarım yapmaya başladılar. Yavaş yavaş yerleşmeye başlayıp şehir hayatına geçtiler. Yemen Kahtânî Araplarından olan Lahmî kabilesi, burada bir hanedan kurdular ve bu hanedanın padişahları saltanat yerleri dolayısıyla Hîre kralı olarak adlandırıldılar. Bir oldu bitti ile karşı karşıya kalan Sâsânîler, imparatorluklarının hemen yanı başında güçsüz bir emirliğin varlığına katlanmakla kalmadıkları gibi, Arabistan çölündeki bedevilerin İran’ın sınır boylarındaki köylere ve şehirlere sürekli baskınlarının ve yağmacılıklarının da acı hatırasıyla, kendilerine karşı güçsüz ama vahşî çöl Araplarına karşı güçlü bir hükümetin kurulmasını İran’ın güvenliği açısından yararlı görerek, onu Sâsânî uygarlığına karşı çölün kıyısında koruyucu bir set olarak telakki edip desteklediler.6 Bunlar Sâsânî sarayıyla yakın temas kurduklarından, İran medeniyetiyle tanıştılar. Medenî ve ileri bir toplumla temas kurduklarında kendilerini küçük gören, bu aşağılık duygusunun çılgınca bir hayranlıkla körü körüne ve anormal bir taklide yönelmeye zorladığı, kendisini tıpkı onlar gibi medenî göstermeye çalıştığı, bunun da kolaylıkla gerçekleşmediğini gördüğünde -yapması kolay olduğu için- onun özelliklerini ve âdetlerini taklit hususunda örnek aldığı modelden de ileri gidecek kadar abartıya kaçan düşük seviyeli her milletin tabiatında olduğu gibi, bunlar da zahirî teşrifatlarda, muhteşem saltanat sarayları inşa etmede ve kendilerine özgü saltanat törenleri düzenlemede, hayret verici Sâsânî saraylarından da ileri gittiler. Muhtemelen sadece yeme içme işleri için yapılmış olan Havernak Sarayı (güneşe bakan kelimesinden gelir)7, Beyaz Saray, İbn Necîle Sarayı, Sedîr vs. hepsi yoksul bir ülkede, sahibinin taklidini çıkaran geri kalmış bir milletin içinden çıkmış kukla bir rejimin göstergesidir.8
Hîre emirleri resmen Sâsânî şahlarının kuklası ve maaşlı adamlarıydılar, hayat tarzlarında da onları taklit ediyorlardı. Ne var ki bu ırkın seçkin özelliklerinden birisi olarak, Türklerle (özellikle Osmanlı İmparatorluğu) ve Avrupalılarla (sömürge ve batı medeniyetini alma sırasında) uzun süreli temaslarının da gösterdiği gibi, Araplara özgü gelenek, görenek ve görüşleri korumuşlardı. Bu kendini kaybetmemişlik, emirlerin, özellikle de halkın, İranlılara olan bütün bağlılıklarına rağmen şahsiyetlerini korumalarına, onların içinde eriyip gitmemelerine, hatta belirli bir sosyal ve ahlâkî güç olarak bağımsız bir hâlde Sâsânî İmparatorluğu’nun yanı başında kalmalarına, ne zaman İran’ın siyasî sistemi bozulacak ve iç düşmanlıklar ülkede merkezî yönetimi ve huzuru bozacak olsa, kendilerini o keşmekeşin içine atıp İran siyasetinde rol üstlenmelerine yol açmıştır. Nitekim Munzir b. Mâu’s-Semâ, başlangıçta Mezdek’e iman eden Enûşîrevân’ın babası Kubâd’a muhalefet ederek İranlı siyaset ve din adamlarıyla Mezdek hareketi aleyhine işbirliğine giriştiğinde, Kubâd, sadece Lahmîler ile yönetim konusunda rekabet eden güçlü Kinde kabilesinin yardımı sayesinde geçici olarak onun elini iktidardan kesebildi. O da Enûşîrevân tarafından Mezdekîlerin katledilmesinden sonra, hâkimiyeti yeniden Hâris b. Kindî’nin elinden aldı. Havernak sarayının yapım hikâyesi (ki adı bile bu işlerde Sâsânî şahlarını ne kadar taklit ettiklerini gösterir), Sinmâr-ı Rûmî’nin başına gelen uğursuz macera (ki başka birisi için bir daha böyle bir saray inşa etmesi korkusuyla feci şekilde öldürülmüştür9) ve Munzir’in 1. Yezdigird ile irtibatı meşhurdur. Onun oğlu olan Munzir, söylentiye göre Behrâm’ın sert ve efsanevî çöl terbiyesine aşina olmak üzere çocukluğunda yanına gönderildiği kimsedir. (Bu da onların kendi şahsiyetleri ve istiklallerini korudukları gibi, ruhî ve terbiyevî istiklallerini de koruduklarının bir başka göstergesidir.) Saltanat iddiasında bulunanların hemen her yerde birbirlerinin canına kastettikleri Yezdigird’in ölümü sonrasında, Behrâm’ın mürebbisinin desteği, onun öteki dâhilî rakiplerine galebe çalmasında çok etkili olmuştur. Siyasî bakımdan İranlıların yönetimi altında oldukları hâlde, kendilerini dağılmaktan ve çökmekten koruyan kavmî ve ırkî geleneklerini ve karakterlerini sürdürerek zaman zaman Sâsânîlerin son dönemlerinde zirveye çıkmış olan İran’daki siyasî karışıklıklardan yararlanmak suretiyle büyük bir imparatorluğun iç ve dış siyasetine karışabilmiş olmaları da bu durumun bir başka açık şahididir.
Her milleti ve her gücü yenmeleri imkân dâhilinde olan Sâsânî, Yunan ve Roma imparatorlarının kendilerine boyun eğdirmekte zorlandıkları çölün karşı yakasındaki bu büyük set ve onun her türlü kayıttan azade sert ve çevik komutanları, Sâsânî rejiminin son yıllarında yıkılmıştır. Tarih, her ne zaman bir kimseyi bütün sosyal ve siyasî engellere ve etkenlere rağmen galip getirmek istese, gerekli ortamı şaşırtıcı ve mucizevî bir şekilde önceden hazırlar. Tarih, Ebu Talib’in10 yoksul ve avare yetimini, yanık çölün bağrından, sapı samandan ayırt edemeyen bir bölük yarı vahşî deve çobanının arasından çıkarıp cihangir İran imparatorluğuna, onun medenî halkına ve bayındır ülkesine galip getirmek isteğinde bakın gerekli ortamı nasıl hazırlamıştır:
Adiyy, Sâsânî sarayının Arapça mütercimiydi. Nu’mân onu öldürdü. Oğlu Zeyd, babasının katiliyle dostluğunu sürdürdü. Nu’mân, tarihte pek çok kez tekrar edildiği üzere, öldürdüğü adamın oğlunu babasının yerine Husrev-i Pervîz’in sarayına gönderdi. Elinin altında yedi binden fazla kadın bulunan Husrev-i Pervîz, haremini çoğaltmak için sürekli kadın peşinde koşardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İslam Felsefesi
- Kitap Adıİslam'ı Tanıma Metodu
- Sayfa Sayısı582
- YazarAli Şeriati
- ÇevirmenProf.Dr.Derya Örs-Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç-Dr.Murat Demirkol
- ISBN9786055482435
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFecr Yayınları / 2012