Hayat kitaplarda yazılanlar gibi değilmiş. Kitaplarda her kelimenin altında başka bir kelime gizliymiş. Her yüzün altına başka bir yüz… Böyle gidiyormuş; bunun sonu yokmuş. Geç de olsa şimdi anlıyorum. Beni aşar bu kelimelerin altındaki kelimeler, bu yüzlerin altındaki yüzler… Ben içimdeki acıya bakarım. İçimdeki enayiliğe bakarım. Evet, kelimelerin altındaki kelimeyi, yüzlerin altındaki yüzü biliyorum ama ben seni içimde hissederken, sana inanmışken, şehrin her tarafında yanan bir ışık vardı. Yollarda, bahçelerde, hiç durmadan yanan bir ışık…
Tek başıma, hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorum. Hep yeni hayatlar yaşamayı isterken, kendimi aynı hayatı tekrar tekrar yeniden yaşarken buluyorum… Sisli bir gecede yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi… Yanına gidip konuşmak istediğim insanları da işte bu kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını görüyorum… Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne ben onlara… Sisli gecelerde birbirimize uzaktan bakıp yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz… Umudum kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni, duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkânsız görünüyor artık bana… Ama evimde duramıyorum yine de… Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi gözüküp dinlemeseler de anlıyor gibi yapıp gerçekte anlamasalar da…
Anılar, birer zorba gibi yükleniyor üzerime. Durmadan hesap soruyorlar benden… Tekrar tekrar aynı görüntüler belleğimi kanatıyor… Ve hep o yüz… Yüzdeki o ışık, ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum… Öğrendiğim her yeni bilgi, eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor… O yüzün sahibine kaderini anlatmak isterdim… Oysa o yüz, ışığının farkında bile değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde… O yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş… O da kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği yolunu arıyor… Her kayıp gemi, bana kırılgan ve bitimli aşkları hatırlatıyor… Dostluklar, sisin ortasındaki kayıp gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor… Ziyan olmuş hayatlar, bu sisi biraz daha koyultuyor… Her talihsiz karşılaşma, başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kılmaya gidiyor… Her ziyan edilmiş hayat, başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor…
Evimin duvarları bile, ayrılığın şarkısını söylüyor. Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın şarkısını… Ayrılık, zorba anılarıyla geliyor… Her zorba anı, beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor. Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve yeniden bir araya gelmiştik. O zaman, itiraf etmişti biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim, “Kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın?” demek olmuştu. Yüzüme çok tuhaf ve o güne dek hiç bakmadığı gibi bakmıştı… Sadece, “İlk bu mu geldi aklına, seni tanıyamıyorum!” demişti… Neden ilk tepkimin o olduğunu, bugün bile anlamış değilim ama ne zaman aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım… Ve daha binlerce zorba, acıtan anı…
Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim, istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye gitsem, hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin tutsağıyım sanki… Ben değil, bu zorba anılar götürüyor beni istediği yere… Sevgi nasıl bulaşıcıysa, nefret de öyle bulaşıcı… Nasıl bakıyorsa insan dünyaya, öyle görüyor, ne görüyorsa… Kararmışsa gönlü insanın, nereye baksa, orada kararmış gönüller görüyor… Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse, dibe vurmuş sanıyor… Hem öyle bir gece ki bu, gözlerim kapanmayı bilmiyor… Gözlerim, nereye baksam, varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni… Oysa hayallerimin rüzgârı, beni benden alıp uzaklara götürsün isterdim… Ama hayallerimin kanatları beni anılarımdan koparacak kadar güçlü değil… Hayallerim beni, ben anılarımı seyredip duruyorum… İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız yapamıyorum. Beni dinleyemeyecekleri, asla anlayamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı seviyorum… Hem korkuyorum onlardan, hem korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine de…
Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu’nda…. Gecenin kim bilir hangi saati, yine de her yer insan dolu… Kimse evine gitmek istemiyor sanki… Gece koyulaştıkça, yalnızlık derdi artıyor… Sadece benim evimin duvarları değil, bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye katlanamıyor… Evler saçmalığın kederinde boğulmuş, yanlış yerde arıyor herkes kendisini… Anılar zorba, bellek yorgun, hayaller kanatsız… Kimin gözlerine baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok başkasıyım, diyor… Kimi sevsem, bu sevgiyle yarışacağı yerde benimle yarışıyor… Kim beni sevse, bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor… Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor… Kim beni öpse, ayrılığın ipini geçiriyor boynuma… Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor… Oraya benden önce, sevgiyi öğrenmeden nefreti öğrenen kadın gidiyor… Nereden dönsem, ardımda küskünlüğüm kalıyor… Kimse kurtulamıyor bu küskünlük ten. Şiirler, “Aşk nefret etmektir,” diye bitiyor…
Taksim’de, gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum… Bunca geç olmasına rağmen saat, her yer öylesine gürültülü ve kalabalık ki… Onca gürültüye ve onca kalabalığa rağmen, her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki… Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek için durmadan boşlukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca konuşuyorlar…
Biraz kuytu, kalabalıktan uzak bir banka oturuyorum… Sanki her yer gözüküyor bu banktan. Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları geçiyor… Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp arıtıyor onu…
Kendimle o kadar meşgulüm ki biraz geç fark ediyorum yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara bakıp benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da beni düşündüğünü anlıyorum… Uzaklara baksa da hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum…
Yüzüme bakmadan soruyor: “Gece ne kadar sessiz değil mi?..” Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne… “Evet,” diyorum bir an durakladıktan sonra… “Onca gürültüye rağmen öylesine sessiz ki…” “Çünkü,” diye devam ediyor, “kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendisine öylesine gömülmüş ki…” “Neden böyle?” diye soruyorum ona… Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak yanıtlıyor beni: “Hepimiz, kendimizi başkalarından çok farklı sanıyoruz ama aslında birbirimize o kadar benziyoruz ki… Bu yüzden birbirimize ne denli çok görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey öylesine değişecek ki… Ama bu bağları göremiyoruz bir türlü… Herkes kendisi diye, bilmediği bir başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına gömülüyor… Birlikte ama yalnızız… Bilir misiniz, İbranicede bu iki sözcük tek bir harfle ayrılır… Yalnız, yahid, demektir; birlikte ise, yahad…” Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: “Bana hikâyenizi anlatır mısınız?” diye soruyor… Şaşırmıyorum bu sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı hissediyorum… Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş gemilere benzettiğim insanları… Ziyan olmuş hayatları… Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede nefrete dönüştüğünü… Yaralarını onarmak için ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları… Zorba anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış hayalleri… Her talihsiz karşılaşmanın başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını… Yalnızlığımı ve hayatın o korkunç belirsizliğini… Artık beni anlayacak birini bulmaktan ümidimi kestiğimi anlatıyorum ona…
Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun ışıklarına bakarak yanıtlıyor: “Öyle demeyin. Sizi anlayacak birileri mutlaka vardır. Hem yalnızlık bizi olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar. Belirsizlikse çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız birbirimize. İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki gizli anlamı göremiyoruz…
O şimdi ne yapıyordur…”
“Kim?” diye soruyorum şaşkınlıkla…
“Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıYine Seninle Geldi Hayat
- Sayfa Sayısı121
- YazarCezmi Ersöz
- ISBN9789754782448
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTekin Yayınevi / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Meğer Ben Feministmişim ~ Elif Doğan
Meğer Ben Feministmişim
Elif Doğan
Kendimi ilk ne zaman ‘feminist’ olarak adlandırdığımı hatırlamıyorum. Bunun zaman aldığını biliyorum sadece… Zaman içinde, o güne kadar ‘varsayılan doğru’ olarak kabul ettiğim her...
- Belleğin Kuytularından ~ Hilmi Yavuz
Belleğin Kuytularından
Hilmi Yavuz
Belleğin Kuytularından ile gerçekten zor, ama o ölçüde de talihsiz bir işe giriştiğimin ta başından beri farkındayım. Bu portrelerin arasında dost olduklarım da, olmadıklarım...
- Yalnızlık Sek İçilir ~ Ahmet Demir
Yalnızlık Sek İçilir
Ahmet Demir
Küskün değilim sana, kızgınlığım da geçti, ama kırgınlığım geçer mi bilmiyorum. Biz yalancı baharlara inanıp açan iki çiçeğiz, papatya mevsimine aldanıp, fallara kanmışız o...