Bir Gazali Romanı.
Zor zamanlar, kahramanlar yetiştirir. Bu nedenle onları anlamak, ortaya çıktıkları dönemin şartlarını da anlamakla mümkündür.
Anlamamız gereken bu kahramanlardan biri de, hiç şüphesiz büyük İslam âlimi İmam-ı Gazalî’dir. Selçukluların siyasî çalkantılara ve Hasan Sabbah terörüne boğulduğu son döneminde yaşayan Gazalî, geride bıraktığı yüzlerce eser ile gerek İslam âleminde, gerekse insanlık âleminde çok derin izler bırakmıştır.
Çok iyi bir kelamcı, derin bir felsefeci, öncü bir mantıkçı, müçtehid bir fıkıhçı, mümtaz bir tasavvufçudur o. Pek çok farklı ekolü ilminde başarıyla birleştirmiştir. İslam âlimlerince kendisine Hüccetü’l-İslam, yani İslam’ın delili denir. Her asırda bir müceddidin geleceğini bildiren hadisten hareketle, yaşadığı asrın müceddidi olarak kabul edilir.
Akılların karıştığı bir düzlemde kalbin istikamet dairesini takipçilerine tanıtan bu güzide İslam âliminin hayatını roman üslûbu içinde okumak, bugünün karışık akıllarına eminiz önemli bir fayda sağlayacaktır…
Horasan’ın Tûs Vilayetinin Taberan Şehri (Hicrî 450, Miladî 1058 Yılı)
BUNDAN DAHA BÜYÜK mutluluk olamaz, dedi.
Gözleri, yeryüzünün karanlığını delerek göle dökülen yakamoz gibi ışıldıyordu.
Büyük hayalleri ve gerçekleştirmek istediği hedefleri vardı. Ümitleri ve gönlünü kamçılayan arzuları sonra… Eğirdiği iplikleri yumağa dolarken aslında hayallerini eğiriyordu bir bakıma.
Aldığı haberden sonra:
Bundan daha büyük mutluluk olamaz! Allah sonunda dualarımı kabul etti, diye sevinç içinde evine geldi.
İçi içine sığmıyordu.
Muhammed Efendi, erkek evladının dünyaya geldiği müjdesini getiren çocuğa hatırı sayılır bir bahşiş vermişti. Gelen haberden sonra iplikçi dükkânından kendisini nasıl dışarı atıp eve koştuğuna kendisi de şaşırmıştı. Hâlbuki oldukça sakin tabiatlı bir insandı.
Heyecandan kabaran yüreğini, şükür dualarıyla yatıştırıyordu.
Hanımlar dışarı çıktıktan sonra yatak odasına girdi. Sevde Hatunun gözleri de mutluluktan parıldıyordu. Muhammed Efendi bütün minnettarlığını giyinerek Sevde Hatun’un alnını öptü. Yavrusunu kucağına alarak kulağına ezan okudu.
Adını Muhammed koydu.
Muhammed Efendi, gerçekleştirmek istediği hayallerinin önünü kapatan en büyük perdeyi aralamanın huzuruyla şükür namazına durdu hemen. Sevde Hatun ise kundaktaki yavru-suna bakarak bütün sıkıntılarından arınmakla meşguldü.
Namazdan sonra hatununun yanına oturarak sohbet etti ve bir süre oğlunu seyretti. Mutluluk güneşi, pencereden içeriye sızmaya devam ediyordu. Muhammed Efendi, bambaşka bir anlam kazanan hayatını, verdiği ziyafetle ve sadakalarla süslemeyi ihmal etmedi.
O günlerde Muhammed Efendi, yüreğine baskı yapan ve bu yüzden hayata zaman zaman karamsar bakmasına neden olan bu derdini geride bırakmanın aydınlığıyla yürüyordu Taberan caddelerinde.
Bir ara arkadaşları:
-Bu dert seni bu kadar yakıp yıkıyorsa başka çareleri de düşünebilirsin, diye nasihat etmişlerdi kendisine. Ama o:
-Ben Allah’a güveniyorum. Yakarışlarımı kabul edecektir, diye bütün gücüyle duaya sarılmıştı.
Yaptığı niyazlarla çiçeklenen Muhammed Efendi’nin gönül dalları şimdi meyveye durmuştu.
Allah’ın kendisine verdiği bu büyük hediyeyle birlikte işine daha sıkı sarılmıştı. Hayata dair beklentileri daha da artmış, gözlerine göklerin enginlerinden süzülüp gelen farklı bir ışıltı yerleşmişti. Artık yaptığı her işten daha fazla zevk alıyordu.
Muhammed Efendi’nin içinde büyük bir ilim aşkı vardı. Ama bu yolda yürümek kendisine nasip olmamıştı. “Bir oğlum olursa eğer, benim boynumu büken bu durumu onunla telafi eder, avunurum” diye geceler ve gündüzler boyunca ha yal dağlarına yaslanmıştı. Ama yıllar çabucak geçtikçe bu dağ, neredeyse üzerine devrilecek hale gelmişti.
Onu ayakta tutan yegâne bağ ise, Allah’a olan sınırsız güveniydi.
Ümit saatinin ümitsizliğe devrilmeye yaklaştığı vaktin en sonunda Yüce Allah onun içten dualarını ve ızdırap iniltilerini işitmişti.
Bu kez de yüreğini şükür sarnıcından damlayan berrak sularla beslemeye başlamıştı ki uçurduğu haber güvercinleri yazdığı mektubu yerine ulaştırmıştı. İki yıl sonra Muhammed Efendi, bu defa da dünyaya gelen ikinci oğlu Ahmed’i kucağına almış, kulağına ezan okuyordu.
Yüreği adeta göklere kanat takmıştı:
-Ey Yüce Rabbim! Sana güvenmek, sana dayanmak ne büyük bir lütufmuş, diye haykırıyordu.
Şimdi, yüreğini ezen baskıları yoktu.
Artık hayallerine ve büyük arzusuna yelken açmaya hazırlanıyordu.
Zaman, onun arzularını da heybesine yükleyip sonsuza doğru akıyor, akıyordu.
Ey oğul!
Senin hayatına renk katmak için
güzel belgeler koydum.
Onları korur ve dediklerime kulak verir,
günlük yaşayışını ona uydurursan,
hükümdarların gözleri ve gönülleri sana karşı,
ilgiyle dolup taşacaktır.
O halde şu anda da,
bundan sonra da babana itaat et.
-İMAM GAZALİ
Gazalinin çocukluk ve ilk gençlik yılları
GÜNLER, GECELER ZAMANIN teşbihine usulca dizilirken mevsimler de güllerin, nergislerin ve rengârenk kır çiçeklerinin arz-ı endam ettiği ilkbahardan, bereket efsunla-yan başakların doyumsuz şarkılarını fısıldayan yaza; oradan umutların yaprak dökümü olan sonbahara ve nihayet tabiatı ölümün matem kostümüne büründüren kış mevsimine deveran edip duruyordu.
Çarkıfeleğin yorgun kanatları 1068 yılına takılmış sessizce dinleniyor, bir bakıma bütün ihtirasını kuşanarak yeni umutlara ve kavuşulası hayallere demleniyordu.
Zaman, zamansızlığın büyülü dünyasına akıp dururken tarih de, doruklarda biriken karların erimesiyle coşan dereler gibi önüne geleni yüreğine katarak kadim mecrasında çağıldıyor ve sonsuzluk ummanına doğru süzülüyor, süzülüyordu.
Meleklerin gökyüzünü aklayıp pakladığı bir günün akşamıydı. Geceyi sıkıca sarmalayan sessizlik, huzurun derin efsununu fısıldıyor, uzaklardan belli belirsiz gelen köpek havlamaları ve açlıktan karnı birbirine yapışmış kedilerin miyavlamaları gecenin sükûnetine eşlik ediyordu.
Evlerden akseden belli belirsiz loş ışıklara inat yıldızlar, gecenin karanlığını yırtarcasına parıldıyordu.
Muhammed Efendi, ilerleyen yaşının verdiği yorgunluğu giyinmiş, düşünceli ve mahzun bir ruh haliyle ağır aksak evine doğru yürüyordu, iplikçi dükkânında geçirdiği günün ardından o akşam, dergâhtaki sohbet halkasına katılmıştı.
Haftanın iki günü uğradığı dergâhta hem arkadaşlarıyla görüşüp sohbet eder, hem de bu dünyanın meşakkatlerinden arınarak ruhunu asıl ait olduğu diyarlara tertemiz uğurlayabilmek için nefis tezkiyesi yapardı.
Her sohbetten sonra ayakları yerden kesilir, yaşlı bedenini ayakta tutmaya çalışan ruhu yükseklere kanatlanırdı.
Muhammed Efendi, dergâhtan eve dönerken başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Dünyanın üzerini dantel misali saran güzellikleri, ayın gök atlasına dekor olan masmavi bulutların arasında dolanışını bir süre hayranlıkla temaşa etti. Kendisine işmar eden ve aniden yerinden kayıp yüreğinde derin boşluklar bırakan yıldızların işaretlerini kendince yorumlamaya başladı:
Ey Yüce Rabbim! Göğün üzerine kandil misali astığın bütün bu güzellikler herhalde seni müjdeliyor, bu yalancı dünyadan ayrılma vaktimin geldiğini işmar ediyorlar. Şu kayan yıldızlar gibi ruhum da bir gün senin huzuruna kanatlanacak, bu dünyanın tasasından azade olacak. Son günlerde kalbim daha bir huzursuz atıyor, ruhum darlanıyor ve nefesim kesiliyor. Her halükârda seni özlüyor ve senin dergâhında ebedi saadetini arzuluyorum. Beni eşsiz güzelliklerinden mahrum etme! Beni mahzun etme! Beni, sen müsaade buyurmazsan hiç kimsenin fayda vermeyeceği o diyarda mahcup etme!
Nefes nefese kalmıştı. Biraz durakladı ve son cümlesini söyledi:
Beni izzet-i dergâhına hulus-i kalp ile kabul buyur Ya Rabbi.
Muhammed Efendi, artık ebedi âleme yolculuk zamanının yaklaştığını hissediyor ve bundan hiç müteessir olmuyordu.
İlim öğrenmek hayatta en arzuladığı şeydi. Bunun kendisine nasip olmadığını düşünen Muhammed Efendi’nin belli ki son günlerdeki en büyük telaşı bu yüzdendi. Gerçekleştiremediği bu büyük dileğini evlatlarının yerine getirmesini çok arzuluyordu.
Çocuklarını okutması gerekiyordu. Bu durumu kesin bir karara bağlayamaması yüzünden son günlerdeki sıkıntıları bir hayli artmıştı.
Bu yoğun düşüncelerle evine giren Muhammed Efendiyi, eşi kapıda güleryüzle karşıladı. Sevde Hatun, Muhammed Efendi’nin son günlerdeki durgunluğuna bir anlam vereme-mekle birlikte gün geçtikçe değişen ruh hali karşısında üzüntü duyuyordu.
Muhammed ve Ahmed’in babalarına sarılmasını fırsat bilen Sevde Hatun yün eğirdiği örtüyü bir kenara çekti. Yılların yükünü taşıyarak bükülmüş beline aldırış etmeden, nasırla nakışlanmış elleriyle dizlerinden destek aldı. Kalktı ve yemek hazırladı.
Ahmed, her zamanki gibi babasının anlatacaklarını can kulağıyla dinlemeye hazırlanmış, Muhammed ise kafasına takılan onlarca soruyu bir çırpıda babasına sormak istiyordu. Ancak diğer günlerdekinin aksine bu akşam Muhammed Efendi’nin ağzını bıçak açmıyordu.
Sevde Hatun, alışık olmadığı bu tavır karşısında sessizliğini bozdu:
Bey, iyi misin? Canını sıkan bir şeyler mi var yoksa? İplik eğirirken yaptığın sohbetleri ve yüreğimizi ısıtan kelamını özler olduk. Biz senin bu haline hiç alışık değiliz, bilesin.
Endişe buyurmayın hatunum. Mühim bir kararın sancılarını çekiyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil zira. Zaman hızla zamansızlığa doğru akıp dururken yavrularımın büyüyüp serpildiğini görüyorum. İşlerini yönetmek ve onları okutmak lazımdır. Takatimin iyice azaldığını hissediyor ve bu yüzden endişeleniyorum. Konuşuruz elbet. Yeter ki Yüce Allah sağlık, afiyet versin.
Muhammed Efendi’nin gözleri dolmuş ve sofraya derin bir sessizlik hâkim olmuştu. Çocukların saçlarını okşarken kelamı sükûtun sularında yüzüyor, yüreği ise endişe çarşısında alışveriş yapıyordu. Sevde Hatun durumu fark etti ve onu teselli etmeye çalıştı:
-Ne olur kederlenme bey. Bak, kızlarımızı yetiştirip emin ellere teslim ettik. Yüce Rabbim yardım eder de çok arzu ettiğin gibi oğullarımızı da okuturuz. Hiç tahmin etmediğimiz güzel kapılar açılır önümüzde. Yüce Allah, hangi kulu darda kalmış da ona yardım elini uzatmamış? Hem bunları sen benden daha iyi biliyor ve ‘Ya Sabûr’ diyerek sürekli nasihatte bulunuyordun bizlere.
Muhammed Efendi, kucağına üşüşen yavrularını öperek yataklarına uğurladı, örtüdeki yünleri Sevde Hatun’la birlikte eğirirken sessizliğini sürdürdü. Gözleri kızarmış ve iyice küçülmüştü. Yatsı namazını kıldı. Kur’an okudu ve istirahate çekildi.
Çok geçmeden yüreği, zamanın sessiz iklimine karışmıştı bile.
Saatler gece yarısında demlenirken Muhammed Efendi kan ter içinde ve şiddetli bir öksürük nöbetiyle yatağından doğruldu. Sevde Hatun hemen yanı başında hazır ettiği havluyu sırtına koydu. Pencereden dışarıya göz attığında vaktin epey ilerlemiş olduğunu hisseden Muhammed Efendi, abdestini alarak büyük bir huşuyla teheccüd namazını eda etti. Namazın sonunda pöstekisinin üzerine yığılarak ellerini açtı. Kalbinden süzülüp damlayan terennümleri vardı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıAkıl Kalbi Ararken
- Sayfa Sayısı304
- YazarMürsel Gündoğdu
- ISBN9786051313399
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNesil Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Pelerin ~ Gülseren Budayıcıoğlu
Kırmızı Pelerin
Gülseren Budayıcıoğlu
Zamanında zihnimize yazılanlar, sonradan kaderimizi yazar… Açık kapıdan kırmızı pelerinli bir kız giriyor içeri. Bir filmden, bir masaldan kopup gelivermiş gibi hali var. Sabah...
- Dokuz ~ Ahmet Karayün
Dokuz
Ahmet Karayün
…Kanıyorum bak, her yanım kızıl kan içinde. Kanıyorum gördüğüm o düşe hemen, her seferinde. Oysa hiç kanamıyorum o eşsiz gülüşüne. Ne kanmak düşlerime, ne...
- Kader Tatil Yapmaz ~ O. Ertuğrul Önen
Kader Tatil Yapmaz
O. Ertuğrul Önen
“Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir.” İnsan umutla, sabırla, aşkla, iyimserlikle geleceğini tasarlar. Kimi zaman basit bir tatil planıdır bu, kimi zaman ise huzurlu...