“Aşkın ahlakla bağlarının her geçen gün daha da koptuğu, ‘Aşk her şeyi affeder mi?’ diye şarkıların söylendiği, sadakatsizlikle aşkın aynı yerde olamayacağını bir türlü anlayamamış bir dünyada yaşıyoruz uzunca bir zamandan beri. Teknomedyatik dünyada ruhlarımız bir türlü huzur bulmuyor. Bu dünyaya daha fazla barış ve adalet, sevgi ve merhamet katılabilmesi için, aşkın yeniden ahlakla birlikte tanımlanması gerektiğini düşünüyoruz. İşte bu nedenle, teknomedyatik dünyada aşk ve ahlakı masaya yatırıyoruz.” Erol Göka’dan yepyeni bir çalışma: Aşk Her Şeyi Affederse Teorik ama samimi, yabancı düşünür adları ve alıntılarıyla dolu ama bizden, yerli ama yüzü insanlığa dönük, dışarıdan bakıyor ama tepeden değil, objektif ama içimizdekini yakalamaya çalışıyor, insanlığını bizimle paylaşıyor, bizi daha çok insan hissettiriyor.
***
İÇİNDEKİLER
Önsöz /19
Birinci Bölüm
Teknomedyatik Dünyanın Ruhu ve Ruhlarımız 15
Ahh Şu Yaşadığımız İlginç Zamanlar!!! 17
Teknomedyatik Dünya Aileye Karşı 27
“Aile” diye toplumsal bir gerçeklik var mıdır? 27
“Aile”nin hangi özsel niteliklerinden bahsedebiliriz? 35
“Aile karşıtlığı” ne demektir, “aile karşıtları” kimlerdir? 39
Aile karşıtı siyasal-ideolojiler 40
Teknomedyatik dünyanın aile karşıtı ideolojisi 44
Post-modern gündelik yaşam, aile karşıtlığının kaynağıdır 46
Teknomedyatik dünya aile bağlarını çözüyor 50
Aile karşıtlığı heyelanı Batı’dan üzerimize doğru geliyor 58
Felsefesiz Dünyanın Bekçisi: Medya 61
Modernliğin teknik ve medyatik varoluşu suniliğe dayalıdır 61
Her kültürün bir medyası vardır 62
Felsefesiz bir dünyada hükümler kalıcı değildir 64
Bütün tartışmaların biricik galibi: Medya 66
Yeni kültürü nostalji değil eleştiri getirebilir 68
Teknomedyatik Dünyada “Güc”ün Yeni Temerküz Alanı: Bilgi 71
Bilgi kullanımı bir yaşama kültürü gerektirir 74
Modernliği otomobil, post-modernliği bilgisayar simgeler 78
Çaresiz, boşvermeci bilinç 79
Komplo(cu)nuz Paranoyak mı? 83
Zihin Denetlenemez, Denetlenirse Zihin Olmaz 85
Zihnimiz dalgalanır 94
Bilgi güçtür 100
Teknomedyatik dünyada, bilhassa salgın zamanlarında İnsan İnsanın Kurdudur 103
İkinci Bölüm
Teknomedyatik Dünyada Kalplerimiz 109
AIDS ve 3G Günlerinde Aşk ve İlişkiler 111
Tek bir köşe yazısı bile yeter ahvalimize 112
1960’larda nasıldık? 118
Şimdilerde iç dünyamızda ve aramızda neler oluyor? 126
Bir modernlik savunusu 138
Önce ahlak ve maneviyat! 141
Beden ruhun evidir 143
Ya bizim kültürümüz? 147
Üçüncü Bölüm
Teknomedyatik Dünyada Bile Ahlak Devrimcidir 151
Teknomedyatik Dünya Ahlaki Krize Neden Oluyor 153
Niye elma ağacı gibi olamıyoruz? 153
Ahlaki bilincin hadım edilmesi 155
Ahlakın “evrimci etik” adı altında ilgası 162
Evrimci etiğin bilimi etkilemesi ve öjeni (eugenics) 168
Evrimci etiğin siyasi sızması: Fukuyama 171
Evrimci etik, biz sana ne ettik? 176
Ahlak: Geleneğin Yaratıcı Yenileyicisi 181
Ahlakın kaynağı 181
İnsanlar ahlaklıdır 183
İnsanların ortak fıtratı 191
Ahlak ve siyaset, aşk ve dostluk gibidir 196
Ahlak devrimcidir 204
Sonsöz ya da İçimizdeki Kötülüğü Yenmek 211
ÖNSÖZ
Bugün, insanlık tarihinin önceki devirlerine benzemeyen, oldukça değişik bir dünyada yaşıyoruz; başkaları başka adlar veriyorlar, biz “teknomedyatik dünya” diyoruz. Günümüzde, geleneklerin egemen olduğu eski zamanlardan, hatta yirmi-otuz yıl önceki modernlik günlerimizden adeta eser yok. Ama elbette bugünlere iki yüzyıl önce Batı’dan başlayan modernliğin doğal sonucu olarak gelindi, insanlık tarihindeki müthiş değişimin hikâyesi iki yüzyıl önce Batı’dan başladı. Bugün gelinen noktada özellikle enformasyon (bilişim) ve biyoteknoloji alanındaki yüksek teknoloji ve medya baştanbaşa hayatlarımızı kuşatıyor, zihniyet yapılarımızı biçimlendiriyor. Bilimsel keşifler ve teknolojik imkânlar, hayatlarımızı daha dün hayal bile edemeyeceğimiz şekilde değiştiriyor, kolaylaştırıyor ama bir yandan da toplumumuzu ve psikolojimizi allak bullak ediyor.
Bazıları bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kendilerinin de büyük risk oluşturduğunu, dünyanın kıyamete sürüklendiğini söylüyor ama bize göre yaşadığımız zamanların asıl tehlikesini toplumda ve psikolojilerimizde gideceği yeri henüz kestiremediğimiz değişiklikler oluşturuyor. Modern zamanlarda aldığımız riskler o kadar fazla ki bazı düşünürler yaşadığımız topluma “risk toplumu” diyorlar. Göz gözü görmüyor, ağzı olan konuşuyor. Tüm eski yapılar sökülüyor; ideolojiler, büyük anlatılar yıkılıyor. İnsanlığın büyük bir ahlak ve maneviyat krizi yaşadığından bahsediliyor. Hakikat bir tane değil, artık herkesin kendine göre bir doğrusu var. Cinsel kimliklerimizin temelleri bile sarsıldı. Kadınlar ve erkekler olarak farklı gezegenlerden geldiğimiz söyleniyor. “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Dünya elimizin altından kayıp gidiyor.
Bugünün dünyasında ortaya çıkan değişikliklere ister iyi ister kötü diyelim, galiba tek bir şeye itiraz edemeyiz: Bu dünyanın daha fazla barış ve adalete, daha fazla sevgiye ve merhamete ihtiyacı var. İhtiyacını duyduğumuz şeyleri konuşabilmek için aşk iyi bir başlangıç olabilir diye düşündük ve aşk üzerine yazılar, kitaplar kaleme aldık. Aşktan hiç umudumuzu kesmedik. Aşkın insanın içinde taşıdığı sevgi potansiyelini görmek, “öteki” sayesinde kendimizi ve Varlık’ın hakikatini tanımak için dün olduğu gibi bugün de muhteşem fırsatlar sunduğuna inandık. Okuyucumuz da bizimle birlikte aşka güvenip insanlığa olan umudunu canlı tutsun diye iki yıl önce “Kadınlar Erkekler Âşıklar” kitabını kaleme aldık.
Toplumsal yapıların ve psikolojilerimizin günümüzde bir deprem, bir alt-üst oluş yaşadığını, kadın-erkek ilişkilerinin insanlığın sorunu haline geldiğini, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik konularının meydan okumalarına topyekûn insanlık olarak ilk kez maruz kaldığımızı söyledik. Bize göre insanlığı bugüne kadar getiren gemi, en çok aile ve mahremiyet ilişkileri alanında su almıştı. Aile ve mahremiyet ilişkileri alanında yepyeni şeyler yaşıyorduk ama her yeni yaşantı, yeni sorunlarla birlikte geliyordu. Bir yandan, sorunlara çözümler bulmaya çalışıyorduk ama bir yandan da irili ufaklı binlerce yeni sorun ortaya çıkıyordu.
“İnsan hakları çağı” adını verdiğimiz zamanımızın hıza tapınmasını eleştirdik; tıpkı ürettiğimiz teknolojik aygıtlar gibi hızlı yaşadığımızdan bahisle, Eski Türklerin çocuklarına ad olarak koydukları, sakinliği ve metaneti temsil eden “Yavaş” kelimesini şimdi artık hakaret olarak kullandığımızdan yakındık. Kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan değişiklikleri, mahremiyet dönüşümlerini çok olumlu bulan, hiç kaygılanmadan süreci akışına bırakmamız gerektiğini söyleyen, ailenin yıkılmasını umursamamamızı, “gay ilişkileri”ni model almamızı ciddi ciddi öneren günümüz düşünürlerinin bizi kaygılandırdığını dile getirdik.
Kaygılanan yalnızca biz değildik. Ruh sağlığı profesyonellerinin çoğunluğu ve düşünürler, modernliğin bilim ve teknoloji alanında müthiş ilerlemeler getirmesine rağmen kadın-erkek ilişkilerinde aynı başarıyı sağlayamadığını, hatta insanlığın yönünü tarih-öncesi barbarlık devirlerine döndürdüğünü söylüyorlardı. Bilim insanları, coşkulu bir aşkla başlayan evliliklerin % 60’ının nasıl olup da hunhar davranışlarla ve boşanmayla sona erdiğini, oysa geçmişte “görücü usulü”yle yapılan evliliklerde, aynı çatı altında yaşamaya itilmiş çiftlerin birbirlerini sevmeyi nasıl öğrenebildiklerini anlamayı kendilerine dert ediniyorlardı.
Birçok düşünüre göre, kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan kaosun sorumlusu yakınlıkları değil, cinsiyetler savaşını destekleyen “post-modern kültür”dü. Post-modern kültür, biyolojik ve liberal rekabet ilkelerini kışkırtıyor, bu yüzden duygusal ortamda kıtlık baş gösterirken çiftler arasındaki iktidar mücadelesi artıyordu. Üstelik bu iktidar mücadelesi, sevgi maskesi altında gizleniyordu. Demokrasiyi tüm yaşama ve aile içine yayma amaç edinildiği halde, tıpkı toplumda olduğu gibi ailede, eşler ve kardeşler arasında da liberal rekabet, birbirini alt etme hırsları yayılıyordu. İnsanlar birbirlerinin yüzlerine gülüyor, ama alttan alta birbirlerinin gözünü oyuyorlardı.
Tüm bunlara rağmen “aşk” bizi umutlandırmaya devam etti. Zira geçmişle bağımızın koptuğu, geçmişin ve geleneğin horlandığı şu günlerde “aşk” aynı zamanda bizim geçmişle, insanlık tarihiyle bağımızı kuruyordu. Aşk, insanlık tarihi boyunca bu dünyadan gelip geçmiş insan kardeşlerimizle yegâne ortak noktamız, insanlığın, insan olmanın en aşina izlerini taşıyan yaşantıydı.
“Aşk istisnai, çok özel bir insanlık hali. Bir çoğu yanlış olsa da, kelimeler duygulardan arındırılarak pörsütülmüşse de, çok ama çok şekerli bir çay gibi abartılmış bir romantizm içimizi kaldırsa da, insanlar hâlâ aşktan çokça söz ediyor…
Aşk var; insanın âşık olma, sevme yeteneğinde hiçbir körel-me, azalma yok, onun için umutlanalım. Ama kabul edelim ki, ortalık toz duman, insan ilişkilerindeki rahatsızlıklar aşk alanında da ortaya çıkmış durumda ve hastalıklı aşk yaşantıları gün geçtikçe artıyor. Aşk adı altında sunulan ve hepimizi tedirgin eden olumsuz yaşantılar, giderek çirkinleşen bir istismar kültürü de var. Kadın-erkek ilişkilerindeki sorunların çözümünde sevginin gücünden yararlanalım yararlanmasına ama önce aşk adına sökün eden şu istismar kültürünü aşalım, hastalık hallerini gerçek aşktan ayırt edelim.
Bu istismar kültürünü aşabilmek için aşkın pek güzel sevgi ve coşkusuna epey bir dozda alçak gönüllülük ve saygı katmamız gerekli. Belki bunun için eski zamanlardan bazı kavramları ödünç almalı, karşılıksız, özverili sevgi (agape) ve mahcubiyet (aidos) üzerine çok ama çok düşünmeliyiz… Henüz çok acemisi olduğumuz ve nereye gideceğini bilmediğimiz bu istismar kültürü, bir bakıma bir ergenlik kültürü. Zafer düşkünlüğümüz, kendimizi beğenmemiz ama aynı zamanda sıkıntılı ve endişeli oluşumuz biraz da ondan. Bir ergen, yetişirken neler yapıyorsa biz de onu yapmalıyız o zaman. İnsanın hatalarından ders almasını, ustalaşıp bilgeleşmesini destekleyen, aşkı iki insanın bir fırsattan yaratabilecekleri şeyler toplamı olarak gören bir kültüre sahip olmak için çalışmalıyız.”
Böyle söyledik Kadınlar, Erkekler, Âşıklar ın “Son-söz”ünde. Şimdi aynı ifadeleri Aşk Her Şeyi Affederse kitabımızın “Önsöz”ünde tekrar ediyoruz.
Aşk bizi hep umutlandırdı, insanın yarını adına ona hep güvendik, ama yaşadığımız zamanlara ilişkin kaygımızı aşk bile gideremedi. Çünkü evet, aşk “öteki”ne karşı en yoğun olumlu duygular, düşünceler, hayaller öbeğiydi; onun sayesinde “öteki”nin kıymetini anlıyor, varoluşumuzun hakikatine uzanma imkânı yakalayabiliyorduk; ama aşk, bize “öteki”ne karşı sorumluluklarımızı hatırlatıp durmakla mükellef olan ahlaki duyarlılıkla bir arada değilse insanın, insanlığın aleyhine işlemeye başlıyordu, tıpkı günümüzde olduğu gibi. Aşkın ahlakla bağlarının her geçen gün daha da koptuğu, “Aşk her şeyi affeder mi?” diye şarkılar söylenen, sadakatsizlikle aşkın aynı yerde olamayacağını bir türlü anlayamamış bir dünyada yaşıyoruz uzunca bir zamandan beri. Teknomedyatik dünyada ruhlarımız bir türlü huzur bulmuyor, birbirimize güvenimiz de giderek azalıyor, çoğumuz şüphe içinde kıvranıyoruz. Bu dünyaya daha fazla barış ve adalet, sevgi ve merhamet katılabilmesi için, aşkın asla tek başına yeterli olmadığını yaşadığımız günler başımıza vura vura öğretti. Birbirimizin kıymetini bilmeden, birbirimize güvenmeden, insan olmanın, dayanışmanın tadını almadan; yani ahlak olmadan daha fazla yol alamazdık. Aşkın tekrar “Hakka erdirici” niteliğine kavuşabilmesi, hayatlarımızda hak ettiği yeri alabilmesi için nasıl bir dünyada yaşadığımız konusunda daha çok kafa yormalı, aşka daha çok ahlak karıştırabilmeliydik. Bu nedenle bir kez daha karşınızdayız.
Birinci Bölüm
TEKNOMEDYATİK DÜNYANIN RUHU VE RUHLARIMIZ…
AHH ŞU YAŞADIĞIMIZ İLGİNÇ ZAMANLAR!!!
Ruha sahip olan yalnızca biz insanlar değiliz; zamanın da bir ruhu var. Zamanın ruhundan bahsetmek, bireyin tarih ve toplum tarafından kuşatılmış olduğunu, asla bu cendereden çıkamayacağını söylemek demektir. Ama cendereden çıkabilmek için öncelikle bu cendereyi ve işleyiş mekanizmalarını bilmek, zamanın ruhunun dehlizlerinden ruhumuzu özgürleştirmeye çalışmak gerekiyor. Peki, zamanın ruhu hakkında bugün rahat ve kendinden emin bir biçimde konuşabiliyor muyuz? Hayır.
Bu olumsuz cevabın nedeni bilgisizliğimiz değil, tam tersine yaşadığımız zamanları tanımlayabilmek için o kadar çok yazılıp çizildi ki, neredeyse bu konuda bilgi bombardımanına tutulmuş durumdayız. Şimdi ilginç bir çağda yaşıyoruz; öyle ilginç ki, düşünürler adında bile anlaşamıyorlar. Çinli bilgeler, eskiden birine beddua ederken “İlginç bir çağda yaşayasın” derlermiş; ben onlar kadar kötümser değilim; çağımızın sevdiğim birçok yanı var, ama “ilginç” olduğu da kesin.
İlginç bir çağda yaşıyoruz. Sanki insanlık, hiçbirimizin bilmediği, yepyeni bir yöne doğru gidiyor. Bildik anlamdaki tarihin sona erdiğini söyleyenler var. Bir yandan tüm dünya bir köye dönüşüyor; bilişim teknolojilerindeki inanılmaz değişiklikler sayesinde “bilme” ve “haberdar olma” arasındaki fark siliniyor; dev bir teknolojik donanımın içinde gibiyiz. İçinde yaşadığımız bu aygıt, yaşamın tüm alanlarını belirliyor; zaten o yüzden “içinde” yaşıyoruz, ama bir yandan da bireyin özgürlüğüne ve haklarına dayalı yepyeni bir ahlak anlayışı yayılıyor. Yaşam mekânları, şehirler, ulaşım yolları da olağanüstü bir değişim geçiriyor… Bir yandan dev bir bilimsel bilgi birikimi, bir yandan aynı oranda artan spritüel eğilimler, yeni inanma biçimleri, inanç demeye bin şahit gereken “new age” (yeni nesil) akımlar…
Her insanlık durumunun tıbbi, hiç değilse psikiyatrik bir karşılığı olduğu; kumarbazlığın, eşcinselliğin, davranış sorunlarının genetik açıklamalara (!) kavuştuğu bu dünyanın en temel özelliği değişimdir. Felsefesizdir bu dünya, o nedenle belli bir hastalık, dolayısıyla sağlık tanımı verilemez; her an her şey olabilir. “Geçmiş” ve “şimdi” giderek flulaşmakta, “gelecek” neredeyse en gerçek olarak yaşadığımız zaman halini almaktadır.
Bugün biz ruh sağlığı profesyonelleri, tıbbi bir model içerisinde çalışıyoruz; yani öncelikle anormal/hasta olanı belirleyip onu bir biçimde düzeltmeye gayret ediyoruz. Çabalarımıza doğa bilimin egemen yöntemi olan pozitivist bir bakış yön veriyor; yani araştırma nesnemizin kendi varlığımızdan ayrı olduğuna, her bir fenomene karşılık gelen tek bir kavram bulabileceğimize ve gerçeğe ancak ölçme ve değerlendirmeyle varabileceğimize inanıyoruz. Bu arada, söylemesi ayıp, bilimsel çabalarımıza içine düştüğümüz kapitalizmin dev teknolojik aygıtının da etkide bulunduğu ileri sürülüyor. Bu konumumuz birçok eleştiri alıyor; ben de bazı eleştirilere katılıyorum, ama kesinlikle çalışmalarımızın tıbbi model içerisinde olması, tıbbi modelin de egemen bilimsel paradigmaya göre işlemesi gerektiğine inanıyorum. Böyle yapmazsak eğer, her türlü suistimale açık bir kaosa sürükleneceğimizi düşünüyorum; cendereden çıkabilmek için sağlam ya da sağlamlığı sınanabilir bilgiye ihtiyacımız var. Ancak dertler bilime sarılmakla bitmiyor, bilimin rehberliği bir noktaya kadar işe yarıyor. Bu nedenle her fırsatta meslektaşlarıma bize yöneltilen bu eleştirilerin önemli olduğunu, eğer mesleki bir böbürlenmeye kapılıp zihnimizde eleştirinin yenileştirici gücüne yer açamazsak; bir süre sonra, bilim yapıyoruz diye bir yöntem bilgisini değişik veri yığınlarına uygulayıp duran teknisyenler olarak kalacağımızı hatırlatmaya çalışıyorum. Yaşadığımız ilginç çağda ruh sağlığı profesyonellerini de yanıltacak pek çok tuzak olduğunu, bu tuzakları tanımazsak insanların ruhlarını cendereden kurtarmaları için onlara rehberlik edemeyeceğimizi anlatmaya; felsefeden, sanattan, inanç sistemlerinden, ahlaktan bahsetmeye gayret ediyorum.
Sizin aranızda da bilimin her derde deva olduğunu düşünenler olabilir; çünkü bu, günümüzde gerçekten de çok yaygın bir akıl yürütme şekli. Bu nedenle burada biraz duralım.
Batı kültüründe bir Helenizm-Hebraizm kutupsallaşmasından söz ediliyor. (Bu Helenizm-Hebraizm meselesine daha sonra tekrar geleceğiz.) Helenizm, insan doğasının entelektüel yanına değer verip doğru düşünceyi ve somut gerçekliği vurgularken, Hebraizm moral tarafa değer verir ve doğru davranışı vurgular. Uzun lafın kısası, Helenik bilgi akılcılık ve bilimle, Hebraik bilgi ise ahlak ve maneviyatla ilgilidir. Aslında her ikisi de insanlığı mükemmele ulaştırmayı amaçlıyor, ama aralarında çok sıkı bir ilişki olduğu halde, izledikleri yollar çok farklı.
Yaşadığımız ilginç çağda Helenik olan yan ağırlık ve zafer kazanmış durumda. Tüm bilimsel ve akademik bilgi birikimi esasen Helenik, bu yüzden çoğumuz bilimin her derde deva olacağını düşünüyoruz. Helenik bilgide yol almak insanlık için iyi olmasına iyi, ama büyük anlatıların yıkılmasıyla birlikte artık “doğru düşünce” nosyonu da anlamını yitirmiş halde. “Doğru düşünce” artık hemen hemen yalnızca teknolojiye aktarılabilen bilgi anlamına geliyor. Kendi sorumluluk alanı olan “hakikat” konusunda tam bir skandal yaşayan Helenizm, beklenileceği üzere, “doğru davranış” konusunun yanına bile yaklaşamıyor. “İyi hayat nedir?” sorusuyla kimse ilgilenmediği gibi, tek tek bireylerin “Ben kimim?”, “Ne yapmalıyım?”, “Nasıl bir yaşama yolu seçmeliyim?” sorularına verilecek cevapları zorunlu kılan varoluşsal seçimleri de liberal piyasanın isterlerine terk edilmiş halde. Medya ve reklam sektörü, bu sorulara bizim adımıza cevaplar üretiyor. Tıpkı ithal demokrasiler gibi her şey paket halinde önümüze konuyor. Bu kadar iyi ürünleri, bu kadar iyi servisten sonra kullanmamak çok ayıp!
Bazı düşünürler bu tabloya “modernliğin maneviyat krizi” adını veriyorlar. “Modernliğin maneviyat krizi” dediğimiz şey, aslında Hebraik alandaki bilgi boşluğundan başka bir şey değil. Didinen birkaç düşünürü saymazsak, manevi boşluğun giderilmesi görevi psikoloji profesyonellerine, spiritüel cemaat ve “new age” denilen sözüm ona inanç guruplarına, ruh sağlıkları kendilerinden menkul falcılara, büyücülere bırakılmış durumda. Onların çoğu da bu dünyada nasıl davranacağımıza değil de ruhlarımızı uzayın en uç noktalarına nasıl ışınlayacağımıza odaklamışlar dikkatlerini. Sanki içten içe hepimiz nasılsa bu dünyanın iyi bir dünya olamayacağını, olabildiğince günümüzü gün ederek, tam bir önüne konanı tüketen hayat oburu olmamız gerektiğini kabul etmişiz gibi bir görünüm var.
Yalnızca biz sıradan faniler için değil, dünyamızın yönetiminde birinci derecede söz sahibi olan karar alıcılar için de bu maneviyat krizi geçerli. Çoğu karar alıcı, “Eh işte, her şeyi bulabileceğiniz pazar koşullarını sizin için oluşturmaya çalışıyoruz. Bizden daha fazlasını beklemeyin. Eşitlik, adalet, dayanışma gibi eski dünyanın kavramları bizi ilgilendirmez” deyip kenara çekiliyor. Daha uyanık olanlar ise, eylemlerine bir de “öbür dünya” için bir şeyler yapma süsü veriyorlar. Onların eylemlerini desteklerseniz, “iyi hayat” üstüne hiç kafa yormadan cennetin anahtarını kazanabilirsiniz.
Neyse, sadede gelelim, bilimi her derde deva sandığımız için doğru davranış üzerine yeterince düşünmediğimizi söylüyorduk. Doğru davranışın ne olduğu konusunda kafamız çok karışık! Bu karışıklığı yalnızca zamanın ruhuna bağlayarak “Napalım, zaman kötü!” deyip geçebiliriz. Toplumsal bir felaketle, kamuoyunda infiale sebep olan bir olayla, alışılması güç bir yenilikle karşılaşınca, kolayca kullanabileceğimiz ruhsal hastalıkla soslanmış kalıp-yargılarımız da zulada bekliyor zaten: “Ne günlere kaldık, oysa eskiden…”, “Toplum olarak çıldırıyoruz”, “Buna toplumsal şizofreniden başka ne denir!”, “Yaşadığımız psikozun temelinde kötü yönetimler var” vs. vs…
Doğru davranış konusunda kafamız bu kadar karışıkken aşağıda anlatacağım, doğrudan doğruya Hebraik bilginin kalbine yönelik ilginç bir olgu karşısında ne düşüneceğinizi gerçekten merak ediyorum.
Hazreti Musa’nın On Emir’i yalnızca Museviler için değil, doğru davranışa ilahi bir gerekçe bulunduğunu öne süren tüm Tek Tanrılı din inananları için sembolik bir öneme sahiptir. Yeryüzünde başıboş değilsinizdir; Yaratıcınızın sizden beklediği davranış ilkeleri vardır. İnananlar, tutum ve davranışlarını bu ilahi beklentiye göre biçimlendirmeye özen gösterirler. Musevilik, kitaplı ve Tek Tanrılı dinlerin başında yer aldığından; On Emir, üç aşağı beş yukarı, tüm inananların üzerinde kolayca ittifak edebilecekleri kutsallığa sahiptir. Asıl söyleyeceklerimize geçmeden önce, On Emir’i tekrar etmemiz gerekiyor: 1) Benden başka Tanrı edinmeyin. 2) Putlara tapmayın. 3) Kâfirlere inanmayın. 4) Dini günleri unutmayın. 5) Anne babanıza saygılı olun. 6) Öldürmeyin. 7) Zina etmeyin. 8) Çalmayın. 9) Komşularınıza karşı kötü niyet beslemeyin. 10) Tamahkâr olmayın.
Evet, işte böyle. Geçenlerde bir İngiliz televizyonunun aklına bir hinlik gelmiş. İzleyicilerine “Sizin On Emir iniz nedir acaba?” diye sorarak geniş bir anket yapmaya karar vermişler. Sonuçlar çok ilginç. Önem sırasına göre izleyicilerin “on emir”i şöyle sıralanmış: 1) Size nasıl davranılmasını istiyorsanız siz de başkalarına öyle davranın. 2) Yaptıklarınızın sorumluluğunu alın. 3) Öldürmeyin (ötenazi ve düşük hariç). 4) Dürüst olun. 5) Çalmayın (Kimseyi aç bırakmayın). 6) Çocuklarınıza bakın ve onları koruyun. 7) Çevreyi koruyun. 8) Güçsüzleri koruyun. 9) Şiddete başvurmayın. 10) Ailenizi koruyun. Ankette olup da sıraya girememiş bazı maddeler de var: “Elinizden geleni yapın”, “Keyifli bir hayat sürün”, “Sahip olduklarınızın kıymetini bilin”, “Kendinize karşı dürüst olun”, “Ebeveyninize saygılı olun”…
Kimilerinize Tevrat’ın On Emir’ine göre, anket sonucu çıkan “on emir” daha makul gelebilir; kiminize sıralamaya girememiş olan “emir”ler daha sempatik görünebilir, hatta bunların hiçbirine kulak asmayıp kendinize göre yeni bir “on emir” listesi yapabilirsiniz. Daha entelektüel olanlarınız bu olgudan yola çıkarak, ahlakın göreceli oluşuyla ilgili müthiş (!) çıkarımlar üretmeye koyulabilir. “Ne olsa gider”in geçerli olduğu liberal-post-modern dünyada hepsine cevaz var. Fakat iki “on emir”in karşılaştırılması sonucunda, artık kutsal On Emir in en azından yedisinin yerinde yeller estiği ve Batılı insanın ciddi bir “Tanrı yoksunluğu” içinde olduğu ayan beyan görülüyor. Modernliğin maneviyat krizinin bundan açık kanıtı olur mu? Ingiliz televizyonunun biraz eğlence olsun diye yaptığı anketi, sosyal bilimcilerin önlerine koyup düşünmeleri; herkesin her şeyden konuştuğu bu dünyada, insanların aslında neye inanıp neye değer verdiklerine kafa yorup bunları bize anlatmaları gerekli.
Helenik bilgi, tek tek bireylerin “Ben kimim?”, “Ne yapmalıyım?”, “Nasıl bir yaşama yolu seçmeliyim?” sorularına verilecek cevapları zorunlu kılan varoluşsal seçimlerine bir çözüm getirmiyor. Bırakın çözüm getirmeyi, bu alanlara karışmayı “zül” sayıyor. Biz ruh sağlığı profesyonelleri de bu durum karşısında eli kolu bağlı duruyoruz, zira bizim zihinsel donanımımız da büyük ölçüde Helenik. Yani hep neyin nasıl olduğunu düşünüyoruz, nasıl olması gerektiğine karışmıyoruz. Biz karışmak istesek de tıp ve psikiyatri otoriteleri, bu otoritelerin kararlarına yön veren liberal ahlak anlayışı bizi engelliyor. Ruh sağlığının ne olduğu, ruhsal bakımdan sağlıklı bir insanda neler olması gerektiği konusunda bile ağzımızı bıçak açmıyor. Ruh sağlığına “ruhsal rahatsızlığı olmamak” şeklinde totolojik bir tanımlama yapmaktan öte gidemiyoruz.
İnsanın varoluşsal seçimlerine yol açan konularda konuşabilmek için yalnızca Helenik bir tutum almak, bilimsel bilgi birikimini artırmak işe yaramıyor. Bunun için Hebraik alana geçmek, oradan bilgi üretmeye çalışmak gerekiyor. Bakın, biraz önce sadece bilimle yetinirsek ruhsal bakımdan sağlıklı bir insanı tanımlayamayacağımızı söylemiştim, oysa bu Hebraik bilgi dairesinde düşündüğümüzde son derece mümkündür. Şimdi ben bilebildiğim ölçüde Hebraik bir tutumla, insanın yaşamla ilişkisinden yola çıkarak “ruhsal bakımdan sağlıklı olan kimse”yi tanımlamaya çalıştığımda ne demek istediğimi daha iyi anlatabileceğimi sanıyorum.
“Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan”, yaşama sorumluluğunu üstlenebilen kimsedir. Hepimizin yaşama sorumluluğunu üstlenme biçimimiz vardır; önemli olan bu biçimi keşfetmemiz ve geliştirmemizdir.
“Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan”, yaşama korkusunu yenmiş, hayatla baş edebilen kimsedir. Hayatla baş edebilmenin yolu, yaşamda hep var olan paradoksları üretken biçimde ele almaktır. “Olma cesareti”, kesinlikle biraz da “olmama riski”ni göze alabilmekle kazanılır. Ancak yalnızlığımızı gerçekten kabul ettiğimizde, başkalarıyla daha yakın ilişkiler kurabiliriz. İnsanın, şu hayat denen şeyin aslında nasıl da geçici olduğunu fark etmesiyle, hayat sahiden anlam kazanır. İnsanın sınırlılıklarını ve zorunluluklarını açıkça anlayıp, kendisine itiraf ettiği zaman özgürlük duygusu imkân dahiline girer.
“Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan”, yaşama sanatını becerebilen kimsedir. Yaşamak, olsa olsa bir sanattır; her sanatta olduğu gibi sanatçılık ancak pratik deneyimle kazanılır; sanatın sırlarına, kendine özgü bir stile ancak birçok denemeden sonra ulaşılır ve yıllar alan çabalardan sonra ustalaşılır. Yaşama sanatını öğrenirken insan, kendi standartlarını ve ideallerini açıklığa kavuşturmak, yetenek ve eğilimlerine uygun bir yola girmek için çabalamak zorundadır. “Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan”, varoluşsal bunaltıyla yaşayabilen kimsedir. Çoğu insan, varoluşsal bunaltıyı yok edebileceğini düşünür; bunun için olmadık yollara başvurur; sanki hayat somut, değişmez, kontrol edilebilir bir şeymiş gibi davranır. Oysa tam tersidir; asla hayat üzerinde tam bir denetim sağlanamaz, ölümden kaçılamaz, belirsizlik ortadan kaldırılamaz.
“Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan”, otantik (sahici, hasbi) bir yaşama yolunu seçebilen kimsedir. Otantik yaşam, çoğu kere yanlışlıkla, dilediğince haz almak için yaşamak sanılır. Oysa o, “hayat karşısında bozguna uğramışken bile kendi olabilme” halidir. İnsanın kendi sınırlarını ve hayatın acılarla dolu olduğunu bilmeden, sırf hırs ve kibir dolu dürtüselliğiyle otantik bir yaşam sürmesi mümkün değildir. Otantik olmak, kendi yaşamının kurallarını koyabilmek, sorumluluklarını alabilmek demektir. Hiçbirimizin elinde mutluluğa giden kapıları açacak bir maymuncuk yoktur; insan, yaşamın türlü çeşit kapılarını açmayı kendisi öğrenmek zorundadır.
“Ruhsal bakımdan sağlıklı olan insan” diye başladığım paragrafları daha da uzatabilirim, eminim siz de bu konuda en az benim kadar söz söyleyebilirsiniz. Eğer zihnimizi yalnızca bilimsel düşünceyle sınırlandırmış olsaydık, ahlak ve maneviyatla ilgili bu konularda ağzımızı bıçak açmaz olurdu. Yaşadığımız modern zamanlarda Helenik bilginin egemenliği ve Hebraik bilginin geri planda kalması ve her iki bilgi türünün arasındaki bağların kopması nedeniyle ahlak ve maneviyat alanında derin bir sükût gözlemlenmektedir. Modernliğin maneviyat krizi denilen şey tam da budur.
Yaşadığımız zamanlarda Helenik olan Hebraik olandan, bilim ve akıl, ahlak ve maneviyattan kopmuşsa, kadın-erkek ilişkilerinde de bunun bir yansımasının görülmesi kaçınılmazdır. Aşk, insani bir gerçeklik olarak var olmasına vardır ve hepimizin gündemini en ummadık bir zamanda doldurmaya hazır beklemektedir ama onun karşımızdakine, sevdiğimiz insana ilişkin kaygı ve sorumluluk yanı artık eksiktir. Aşk ağacının ahlaki özü kurumaya yüz tutmuştur. Böyle olunca âşık da hazzın, zevkin, doyumun, tatminin; yani aşkın somut, elle tutulur, gözle görülür, bilimsel olarak ölçülüp tanımlanabilir yanlarında kulaç atmaya mahkûm kalacak, ne yaparsa yapsın beklenen mutluluğa asla ulaşamadığından yakınıp duracaktır.
Önce söz vardı, hepimiz sözün içine doğduk. Şimdi birçok düşünürle birlikte; yaşadığımız dünyada, özellikle kadın-erkek ilişkilerinde, ahlaka ve maneviyata biraz olsun yer açabilmek, insanlara mutluluğun kendisini değil ama yolunu işaret edebilmek için biz de söz istiyoruz. Kelimeler de kavramlar da yeni bir dünyanın inşaatını yükselten iskelelerdir. Nasıl inşaat, üzerinde çalışılan iskele sayesinde gerçek bir bina olma hüviyetine kavuşabiliyorsa, bir kez daha teklif edilebilecek, daha yaşanmaya değer bir dünya da aydınların üreteceği kavramlara dayanılarak kurulacaktır. “Teknomedyatik dünya” dediğimiz yaşadığımız zamanları daha iyi anlayabilmek için, böyle bir dünyada ruhsal bakımdan sağlıklı kalabilmekte işe yarar olduğunu düşündüğümüz kavramlar öne süreceğiz. Zamanın ruhunu deşifre etmeden, hiçbir felsefesi olmayan bu dünyada mahremiyetimiz sarsılmadan, hiç değilse arada bir şüphe girdabına sürüklenmeden yaşamanın imkânsıza yakın olduğunu söyleyeceğiz. Tarih boyunca hep bir arada olmuş, aşk ve ahlak’ın bu dünyada birbirlerinden uzaklaştıklarını ileri sürecek, onları yeniden bir araya getirmenin zorunlu olduğuna dair iddialarda bulunacağız. Tabii izniniz olursa…
TEKNOMEDYATİK DÜNYA AİLEYE KARŞI
Teknomedyatik dünyada yalnızca aşk ve ahlak birbirinden kopmuyor, mahremiyet ilişkileri zedelenmiyor; yaşadığımız dünya, tüm insan ilişkileriyle birlikte, insan ilişkilerinin yer aldığı kaplar olan toplumsal yaşam tarzlarını ve hatta “aile”yi de değiştiriyor. Hatta, daha ziyade aileyi değiştirmek bir yana; değiştirmekle kalmıyor belki ailenin ortadan kalkmasına yönelik bir çaba içine de giriyor. Bize göre insan yaşamından ailenin kalkması mümkün değil ama yaşadığımız dünya beyhude de olsa böyle bir faaliyet sürdürüyor. İddialı sözler söylediğimizin farkındayız, teknomedyatik dünyayı durduk yerde itham etme durumunda kalmamak için söylediklerimizi açmak ve kanıtlamak durumundayız. Bunun için biraz teoriye ihtiyacımız var. Sabrınıza sığınarak öncelikle “aile” tanımının kendisinden ve ailenin bilim dünyasında nasıl ele alındığından başlamak istiyoruz.
“Aile” diye toplumsal bir gerçeklik var mıdır?
Kavramlar, sıradan kelimeler değildir; düşünceyi, sadece ihtiyaç bildiren, gevezelik ve dedikodu etmeye yarayan alelade sözden ayırırlar. Bazı kavramlar ise, ilksel (primordial) niteliktedir. Onlara “ilksel” dememiz, sayelerinde insanlığımızın koreografisi, yaşamdaki yürüyüşümüzün rotası çizildiği içindir. “İnsan”, “toplum”, “aile”, “devlet”, “mülkiyet” onlardandır; “hürriyet”, “dayanışma”, “aşk” ve “ahlak” onlardandır. Düşünen, eyleyen her insan varlığının, ifade etse de etmese de bu temel kavramlar hakkında bir fikri, bu kavramlara göre aldığı bir pozisyon vardır. Bu yüzden her insana “filozof”, daha doğrusu “ideolog” dense yeridir. Zira ideolojiler tam da bu ilksel kavramları temel alarak bina olunurlar. Şöyle: Her insanın hakkında fikir sahibi olduğu bir kavramın pek doğal olarak tek anlamı yoktur. Hele bir de tarihsel ve toplumsal süreç boyunca kavram birçok anlam değişimine uğramışsa, o kavramın tanımlanamazlığı, kayganlığı iyice artar. “Aile” kavramını ele alalım örneğin. Neye “aile” diyeceğimiz, aile tiplerini nasıl sınıflandıracağımız öylesine karışıktır ki… Birisi çıkıp “Aslında ortada ‘aile’ diye bir toplumsal gerçek yoktur; sadece ilişkileri düzenleyen hukuki normlar vardır” dese ona tutarlı bir cevap üretmekte epey zorlanırız. Birkaç gün süren evlilikten sonra birbirinden kilometrelerce uzakta yaşamak zorunda kalan iki insan da bir ailedir; yüzlerce yıldır geniş bir soy ve nesep zincirine göre birbirine bağlanmış ve karar alma süreçlerini adeta bir kast sistemi çerçevesinde oluşturan çok kalabalık bir insan topluluğu da bir ailedir. Bu muğlak içeriği nedeniyle “aile” sözcüğünü birçok kelimenin önüne ekler, mesela “insanlık ailesi” diyecek kadar ileri gidebiliriz. Gündelik yaşamın sıradan insanları olarak severiz “aile” kavramını… Hem kavramı sevmemizden hem de kavramın kullanış kolaylığından ve yüksek cazibesinden faydalanmak için olsa gerek topluluklara yaptığımız konuşmalara “Biz bir aileyiz!” diye başlamayı, aramızdaki bağların gücünü anlatmak için “aile bağı” mecazından yararlanmayı yeğleriz. “Aile”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Aile Psikoljik Danışma Psikoloji Rehber Kitaplar Toplum Psikolojisi Yaklaşımlar Yöntem
- Kitap AdıAşk Her Şeyi Affederse
- Sayfa Sayısı224
- YazarErol Göka
- ISBN9786051143255
- Boyutlar, Kapak 13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2010-11