Vaslından ayrı n’ola kanın dökülse gül gül
Ben gülbün-i firakım bu fasıldır baharım
Bu bir bülbülün çığlığı değil. Öyle ya bülbül, gülün semtindeki yabancı âşığın adı; hakikat âşığının adı. Güle tutku ile bağlanan, gülden beslenen ve gülden beslendikçe nağmelerine revnak veren hakikat âşığının.
Oysa bu beyitteki hüznün sahibi güle yaklaşan, onu uzaktan seven, sırf bu uzaklık sebebiyle onu önlenemez bir tutkuyla tutmak isteyen bülbül gibi genç bir âşığın değil, bilâkis gülü her daim kavrayan, onun hep yanında olan, onun sadece açışını değil, soluşunu da, yapraklarını döküşünü de izleyen, hatta ona hayat vermişken onu elleriyle gömmek zorunda kalanın çığlığı… güle gülden yakın gülbünün… Gülbün-i firakın…
Yani bu çığlık başkalarının değil, sadece gül dalının çığlığı; gülün dalının çığlığı.
Önsöz
Müridin biri, gün gelmiş, intisab ettiği şeyhin, gerçekten de hak bir şeyh olup olmadığından kuşkuya düşmüş. Uzun bir müddet tereddütler geçirdikten sonra, istihareye yatıp şeyhinin hak olup olmadığını -düşünde vâki olacak bir işaret aracılığıyla- anlamak istemiş.
Hemen o gece istihareye yatmış. Rüyasında bir de ne görsün, şeyh efendi, cehennemin ortasında, alevler içinde, hem de cayır cayır yanmakta.
“Eyvah!” diye inlemiş; “güya bu şeyh bana cennete gidecek yolu gösterecek idi; göstermek ne kelime bizatihi götürecek ki. Oysa kendisi ateşler içerisinde yanıyor.”
Uzun uzun düşündükten sonra, en nihayet, “kendisine yaren olmayanın bana da yaran olmaz” deyip şeyhin yanına gitmemeye kendisinden izin isteyip dergahtan ayrılmaya karar vermiş.
Ertesi gün mahzun bir hâlde tekkeye gitmiş. Şeyh efendiyi avluda yalınız başına gezinirken görmüş. Yanına yaklaşınca, şeyh efendi, bakmış, müridin yüzünden düşen bin parça. Tabii hemen anlayıvermiş neler olduğunu.
Tebessüm edip “Ne o?” demiş, “yoksa sen de mi o rüyayı gördün?”
Mürid, mahçup mahçup, ‘evet’ mânâsında başını sallayınca, şeyh efendi şöyle buyurmuş:
– “Evlâdım! Ben de yıllardır düşlerimde kendimi o hâlde görüyorum. Lâkin, bugüne değin yaptıklarımı yapmaya devam etmekten gayrı yapabileceğim hiçbir şey yok!”
Hakikatin bilgisi peşinde geçirdiğim koca bir ömrün ardından geriye dönüp baktığımda, ne zaman ye’se düşecek gibi olsam, bu menkıbede sözü geçen şeyh efendinin dediğiyle temessül etmekten gayrı çıkar bir yol bulamadım kendime.
Her yol ayrımında, önümdeki en makul seçenek, hep bana, yaptığımı yapmaya devam etmek olarak göründü: aramak.
Evet, sadece aramak. Her hâl u kârda, hem de ne pahasına olursa olsun aramaya devam etmek.
Aramak, aradığımı bulmak anlamına gelmedi hiç. Gün oldu, ne aradığımdan emin olamadım. Gün oldu, doğru yerde arayıp aramadığımdan kuşkuya düştüm. Gün oldu, bulduğumun, bulduklarımın gerçekten de aradığım şey olup olmadığına bir türlü karar veremedim.
Yakîn sahibi olmaya çalıştıkça, yakîn’in yakınına geldikçe, yakînim olandan uzaklaştım. Yaklaşan ben oldum; uzaklaşansa o! Kimbilir, belki de o yakınlaştığında, ben onun yanından uzaklaştım da bilemedim.
Hasılı bazen terkettim, bazen terkolundum. Lâkin hep aradım; inadına aramaya devam ettim. Buldukça, bulduğumu zannettikçe, hep daha ilerisine geçmek için yürümeye devam ettim. Aradıkça bulacağımı değil, olacağımı düşünüp müteselli olmaktan geri kalmadım. Ne buldum, ne oldum ve fakat bulmaktan da, olmaktan da vazgeçmedim.
Çaresiz, ânı geldi, şu nefîs nefese kulak verdim:
Ey gönül, kendini vezn etmeye kanfar ara bul!
Yürü git, kantarına halis olan ayarı bul!
Bezm-i elest’ten beridir kulaklarımda çınlayan dost vasiyyetini ciddiye alıp araya araya nice kantar buldum, lâkin bir türlü ayârını bulamadım. Ayar bulduğumu, ayârını bulduğumu zannettiğimdeyse, civarda tartılacak bir kantar bulamadım.
Nereden bileyim, nefes’in devamı da varmış, ben de çaresiz devamına kulak verdim:
Kapatırlar seni bir hâl-l haraba yalınız;
Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul!
Ol karanlık gecelerde yâri bulmak için, gitmem değil, gittiğim yerden bir an evvel gelmem gerekiyormuş.
Bilemezdim.
Nasıl bileyim? Geldiğim son noktanın, gitmek için yola çıktığım ilk nokta olduğunu görünce, aynı daire içre devran etmek yerine özgürlüğü seçtim. Dairemi tamamlar tamamlamaz, dışına çıktım. Nâ-mütenahi dairelerden müteşekkil koca bir daire içinde daireler çize çize aramaya devam ettim. “Harabıyım, olsun ne çıkar?” deyü hâl-i haraba yalnız başıma kapatılmış olmaktan gocunacağıma yâr uğruna ağyardan yüz çevirmeyi nimet bildim.
Güya “kimi gülistanda gonca gül olur” imiş; “kimi gonca güle hâr (diken) olur gider” imiş. Bense, ne gonca gül oldum, ne de gonca güle hâr; hâmuşanda bülbüllere yalınız bir hâdim olmayı seçtim.
öyle bir mevsimi baharına geldik ki âlemin
Bülbül hâmuş, havz tehi, gülistan harab
deyü oldum ama olduğumdan memnun kalmadım; buldum ama bulduğumu kâfi görmedim. Zaman) gelip ölünce, bildim ki aramak, araya araya daireler çizmek imiş asıl kemal.
Ben de çaresiz arayanlar arasında saklanmak suretiyle “olup-olmamayı, “bulup-bulmamayı” bir diğerine müsavi addettim.
Dost bî-perva, felek bî-rahm, devran bi-sükûn Dert çok, hem-dert yok, düşmen kavi, tali zebûn
Fuzulî
sırr-ı kavseyn
İki kavis arasındayım. Her yaşam parantezi doğumla açılıyor ve ölümle kapanıyor; benim parantezim de doğumla açıldı ve her parantez gibi o da en nihayet ölümle kapanacak.
Parantezin açılması elimde değildi; kapanması da elimde olmayacak. Parantezi kim açtıysa o kapatacak, burası kesin.
Niçin açıldı, bilmiyorum. Niçin kapanacak, onu da bilmiyorum.
İki kavis arasında olup bitenlerle öylesine meşgulüm ki bildiğim tek şey, iki parantez arasında sıkışıp kaldığım.
Bu-ara-dayım; doğumla ölüm arasında.
Ne garip değil mi, yaşam, cilveleriyle beni meşgul ettiği sürece, parantezin kapanış ânından uzaklaştığımı, o üzerime bütün dehşetiyle eğilen kavsi geriye ittiğimi sanıyorum, öyle ki parantezin kapanıp kapanmayacağını umursamıyorum bile.
Yaşam süremi ölçüyorum; yolun başındayken yaşam süremin arttığından ötürü sevinirken, yolun sonuna doğru süremin azaldığını hissedip hüzünleniyorum; yaşadıkça yaşlanıyorum çünkü.
Hüzünleniyorum.
Peki nedir şu adına hüzün dedikleri?
Hüzün, elde olanı gaib ettiğim için ruhumu bürüyen şeffaf libas; kayb olan ve edilen için duyulan üzüntü.
Hüzün, mülkiyet duygusunun bir sonucu; zira bir yaşama sahip ve mâlik olduğumu, yani bir yaşamım olduğunu idrak etmeseydim, onu kaybettiğimi de idrak edemezdim. Varlığından haz aldığım şey, yokluğundan ötürü bana elem veriyor; varlığı hazza, yokluğu eleme yol açıyor.
Hüzün, işte böylesine köklü bir mülkiyet duygusunun mahsulü.
Yaşamaktan haz almasaydım, yokluğu hâlinde elem de duymazdım. O hâlde varlığının elem verdiğine inansaydım, yokluğunun da haz vereceğine inanmakta zorluk çekmezdim. Nitekim yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin yokluğu varlığa tercih etmeleri, aslında hazzı eleme tercih etmelerinden kaynaklanmıyor mu?
Modem hayatın hüznü def etmek için bulduğu yegâne çözüm, insanı koyu bir gafletin içine sokmaktan ibaret.
İğfal sözcüğü gafletten ürüyor. Gaflet modernlik tarafından iğfal edilen insanın trajedisi… parantezsizlik sanısı… bir aymazlık hâli… aptallıktan türeyen keyif…
Sevinç de işbu gafletin, unutmanın, görmemenin, bilmemenin mükâfatı.
Hüzün nasıl ki gaib edilenin/kaybedilenin üzüntüsü ise, korku da tam aksine kaybedilecek olandan kaynaklanan kaygının adı
Kaybettiğim için hüzün, kaybedeceğim için korku duyuyorum. Varolanın yokluğu hüzün duymama (üzülmeme) yol açarken, yok olacağı ihtimali korkmama yol açıyor.
Korkuyorum; zira kaybedeceğim. Kaybettiğim için değil, kaybedeceğim için korkuyorum. Kaybetseydim üzülürdüm. Oysa kaybetmedim ve fakat eninde sonunda kaybedeceğim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıDaire'ye Dair
- Sayfa Sayısı65
- YazarDücane Cündioğlu
- ISBN9786054322329
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKapı Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bölünmüş Bir Dünyada Akıl Sağlığımızı Nasıl Koruruz ~ Elif Şafak
Bölünmüş Bir Dünyada Akıl Sağlığımızı Nasıl Koruruz
Elif Şafak
“Pandemiden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, iyiden iyiye kutuplaşan dünyamız bir kavşakta ve hepimiz akıl sağlığımızı koruyarak hangi yolda yürüyeceğimizi bir an...
- Desem Öldürürler, Demesem Öldüm ~ İsmet Özel
Desem Öldürürler, Demesem Öldüm
İsmet Özel
“Bu kitabın adı olsun diye müracaat ettiğim serlevhâ her ne kadar “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ibaresi ise de, bu kitap dolayısıyla bir nihaî hakikat...
- Yenik Düşme Zamana ~ Halis Karabenli
Yenik Düşme Zamana
Halis Karabenli
“Sabahları inceden soğuyunca hava, damarları belirginleşip yeşilden sarıya dönerken yapraklar, güneş yeni çürümeye başlamış bir tay gibi çekingen gelirken güne, gri bulutlara artık daha...