İstanbul: Dersaadet ya da Byzantion; ya da yüzyıllarca Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapan, İmparatorluğun fermanlarında geçen adıyla: Be makam-ı Konstantiniyye el mahmiyye. Hangi adla anılırsa anılsın, muhteşem bir şehir, kültürlerin, dillerin ve dinlerin kaynaştığı büyülü bir dünya. Unutulmuş ya da unutulmaz semtleriyle; camileri, kiliseleri, çeşmeleriyle; çeşitli etnik toplulukları, halkları, gelenek ve görenekleriyle; konakları, yalıları, Boğaz’ıyla; baştan sona tarih kokan sokakları, mahalleleri, ulema semtleriyle; Bâbıâli’si, Beyoğlu’su, Doğu ile Batı’yı kaynaştıran yaşam tarzıyla, 3000 yıla yaklaşan geçmişi olan İstanbul. İstanbul’dan Sayfalar, tramvaylarıyla, vapurlarıyla, Levantenleriyle, dilencileriyle, iskeleleri, meyhaneleriyle bu kentin ruhunu, geçmişini ve bugününü bilmek isteyenler için bir rehber, eşsiz bir hazine. Balat’tan Eyüp’e, Pera’dan Kasımpaşa’ya, Sultanahmet’ten Bâbıâli’ye, Eminönü’den Haliç’e, tarihle yoğrulmuş bu benzersiz kentte adım adım, rengârenk bir yolculuk bekliyor okuru.
İçindekiler
Sunuş
Yeni Baskıya Önsöz
İstanbul Albümünden Parçalar
İstanbulluların Dili.
Dünden Bugüne Mezarlıklar.
Eski İstanbul Evleri
Dünyanın Başlangıç Noktası-Sultanahmet Meydanı.
Bayezid Meydanı.
Ulema Semtlerinde Gezinti
Şehri Yönetimine Katılmamış Bir Halk-Bizans’tan
Osmanlı’ya Kalan Miras.
Babıâli Denilen Yer
Babıâli’den Aydın Portreleri.
Babıâli’de Basın.
Eski Beyoğlu’ndan Çizgiler
Beyoğlu’nda Venedik Sarayı
Pera’da Rus Sarayı
Tarlabaşı’nda Bir Gezi.
Fransız Devrimi ve İstanbul.
Fener’de Tarih-1500 Yıllık Tarihin Sıkıştığı Bir Dünya Tiyatrosu
Balat
Eyüp’te Sanayi ve Çevre Kirlenmesi.
Haliç’te Yıkılan Tarih.
Karagümrük
Sulukule.
Kumkapı’da Bir Gezi
Akbıyık’ta Bir Yürüyüş.
İstanbul’da Barok.
Gümüşsuyu’ndan Taksim’e -Son Asır Tarihinin Panoraması.
İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine
(1920’ler İstanbul’u)
İstanbul’da Deniz Ulaşımı Nasıldı?.
Tramvay İstanbul’un Asalet Beratı idi.
İstanbul Nasıl Besleniyordu?.
İstanbul Ramazanları
İstanbul’un Kütüphaneleri ve Kitapseverleri.
İstanbul’un Meyhaneleri
Dilenciler.
Levantenler
İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Ardındaki Gelenek.
Başka İstanbul Yok.
İstanbul’da Yerleşme Düzeninin Evrimi Üzerine.
Genel Kaynakça.
Dizin.
Sunuş
İstanbul, sayfalan çevirmekle bitmeyen bir kitap; seyrine doyum olmayan bir resimdir. Burada sadece onun birkaç sayfasını çevirmeye çalıştım. İstanbul göz nuru dökülmemiş bir bilim dalıdır. Bu şehirde uygarlık tarihinin her anından, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve bugün de ilginç bir değişimin içindedir. Biz İstanbul’da yaşasak da onu tanımıyoruz. Yöneticilerimiz onu New York gibi gökdelenlerle bezemek istiyor. Yönetilenlerimiz ise yeşilliğine, sokaklarına yabancı veya kayıtsız. Bazı sorunları birlikte düşünmek isteğiyle, İstanbul semtleri ve eski hayatı üzerine Cumhuriyet, Milliyet gazeteleri ve bazı başka yayın organlarındaki sohbet ve makalelerimi yeniden ele alıp derlemeye giriştim. Bazı makaleleri de bu derleme için yazdım. Derlemedeki yazılar, daha çok bir İstanbul gezisinin getirdiği esintiler biçiminde kaleme alınmıştır. Gezi uzun yıllar sürdü ve daha da sürmesini dilerim. Aslında günlük telaşın dışına çıkıp, İstanbul’un bir iki sokağını gezip gözetlemenin, tadına varılmaz keyiflerden olduğunu hepimiz biliriz. Derlemenin en son makalesi; İstanbul’un mekân düzeninin tarihi evrimi üzerine, bir bilimsel dergide çıkandır. Umarım çok sıkıcı olmaz. Sohbeti kesmemek için, birkaç arşiv belgesi dışında zorunluluk olmadıkça metnin içinde kaynak notu vermedim, isimleri zikredilen, İstanbul tarih ve kültürünü tanımamızı sağlayan yazarların, kaynak eserlerini denemelerin sonuna koydum. Derlemedeki harita ve resimleri çizen dostlarım Sevinç Altan ve Dr. Akın Atauz’a teşekkürü bir borç bilirim. Hepimizin hayranı olduğumuz İstanbul’un; tarihinin bu en zor ve en sorunlu yıllarını atlatacağına inanıyorum.
İLBER ORTAYLI
Önsöz
1983’ten beri muhtelif yayınevlerinde baskıları yapılan İstanbul’dan Sayfalar, İstanbul’u anlatan haftalık makalelerin toplanmasıyla oluştu. Hil Yayınları’daki ilk baskıdan sonra İstanbul’un pek ele alınmayan diğer semtleri üzerinde bizzat gezerek, bazı literatürü taramak yoluyla yeni yazılar kaleme aldım, fakat asıl önemlisi, 1983 yılında kesif bir arşiv araştırması yaparak, bu arada diğer arkadaşlara da müracaat ederek çıkan malzeme ile bu yazılan geliştirdim.
istanbul’dan Sayfalar turistik bir rehber değildir; daha ziyade İstanbul’un semtleri üzerinde ön planda kendi halkımızın ve gençlerimizin ilgisini çekecek tarihi bilgi vermeyi amaçlamaktadır. Hiç şüphe yok ki ne fiziki dokuları ne de sakinleri itibariyle bu semtler benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin semtleri değildir. Nostalji, gelecekteki İstanbul’u yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. Tabii onun melankoliye dönüşmemesi için bilgi ve tetkik gerekiyor. Hiçbir şey eskisi gibi yeniden kurulamaz. Zaten en eskinin iyi olduğu da bir kuruntudur. Ama gelecek İstanbul’u kurabilmek için eskisini bilmemiz gerekiyor.
2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı İstanbul’da birçok noksanı tamamlamakta etkili oluyor. Bu meyanda bazı eserlerin yeniden basımını da belirtmek gerekir. Kitabımın önünüzdeki baskısı da bunlar arasındadır. 2010 Kurulu’na ve bu son baskıyı titizlikle hazırlayan Turkuvaz Kitap çalışanlarına teşekkürü bir borç biliyorum.
İlber Ortaylı Topkapı Sarayı Müzesi, Şubat 2009
İstanbul Albümünden Parçalar
“Be makam-ı Konstantiniyye el mahmiyye.” Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında büyük şehrin ismi böyle geçerdi. Son döneme kadar, basılan bazı kitapların ilk sayfasında “Konstantiniyye… matbaası” künyesi vardır. Osmanlı, Büyük Konstantin’in kurduğu dünya başkentine sahip olmaktan gurur duyar.
isimleri çoktu büyük şehrin; Asitane, Deraliyye, Dar-ül hilâfet’il aliyye, Dar’üssaadet veya Dersaadet (Saadet evi-Saadet kapısı); İslambol gibi.. İstanbul “Stinpolis-şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi… Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, Çar şehri ismiyle yaşar. İsmi çok; eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul…
Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık. Hangi şehir var ki, her köşesi çeşitli ulusların, kültüründe ve dilinde yaşayan efsanelere ve deyimlere konu olsun. Paris argosundan, deyimlerinden kaç tanesi Türkçeden Sırpçaya, Arapçadan Rusçaya geçip yaşamıştır. Ren Nehri’nin efsanelerini uzman edebiyatçı ve folklorcuların dışında kim bilir? Ama Boğaziçi efsaneleri kaç ulusun okul çocuklarının belleğindedir.
1940’lann sonunda Avrupa’daki bir rektörler toplantısında Sıddık Sami Onar; “en eski Avrupa üniversitesi benimki, protokolde başta ben gelirim,” diye tutturmuş. Hak vermemek taşra üniversiteleri rektörlerinin ne haddine; Oxford’lar, Cambrid-ge’ler, Sorbonne, Prag ve Heidelberg’ler, Theodosius’un 5. yüzyılda kurduğu üniversitenin halefi olan İstanbul’u ön tarafa almışlar. İstanbul 19. yüzyıla kadar burnundan kıl aldırmadı kimseye; aklımızı başımıza toplarsak, gene de aldırmaz. Hangi şehrin böyle bir silueti var ki? İstanbul’un dışı cihanı yakar, içi bizi. 50 senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz, gene de güzel…
Törenler şehriydi dünya başkenti İstanbul. Ama bin yıl boyu yapılan törenler karnavaldan çok, ihtişamı sergilemek içindi. Bizans’tan bu yana dost-düşman herkesin önünde, imparatorlukların şaşaası ürkütücü biçimde vurgulanırdı. 10. yüzyılda Bizanslılar Kayzer I. Otto’nun Fin elçisi Cremona Piskoposu Liut-prand’ m gözünü kamaştırdı; “Sen kendini elçi, efendin olacak barbarı da imparator mu sanıyorsun?” dediler. 16-17. yüzyıllarda da Osmanlılar aynı şeyi yaparlardı. 18. yüzyılda ise bizim elçilerin Françe ve Nemçe ülkelerinde gözleri kamaşmaya başladı; gözler kamaşınca bedelini İstanbul ödedi. İstanbul bu; hemen barok stilinde yapılan kasrlar, camiler, sebiller ve kışlaları takıp takıştırdı; hem de daha güzel olurdu barok onun üstüne Avru-pa’dakilerden. Güzele ne yakışmaz?
Törenden söz ediyorduk; elçiler davet edilirdi. Saray-ı Hü-mayun’a, ulufe dağıtılan günlerde; kapıkulu askerinin nümayişini görsünler de Şevketlu Hünkârın kılıcının kuvvetini anlasınlar diye… Sünnet düğünleri meydanlarda yapılırdı şehzadelerin, ahali padişahın servetine ve cömertliğine parmak ısırsın diye. Hünkâr sefere çıkarken altın zırhlar kuşanıp, mücevherli sorguçlar takardı. II. Osman (Genç) sade giyindiği için ahali kızardı kendisine; “Osman Çelebi” diye hafife alırlardı. Padişah dediğine kul gerek, ihtişam gerek. Bizans’ın kayzerleri Hipod-rom’dan, bu dünyaya hükmettikleri şehrin batısına uzanan tören yolunda; artlarında varegleri, çavuşioslan ve dahi dünyayı hayran bırakan ürünleri yaratan zanaat erbabının temsilcileriyle ilerlerlerdi. Aynı yolun adı Divanyolu oldu. Gene Âli Osman padişahı, vezirleri, çavuşları, dört bir yandaki ışıl ışıl peykleri, solakları, arkada kapıkulu askeri, mehterle ve esnaf alaylarınıngösterisiyle geçerdi. İsyan çıktı mı Bizans’ta, Nika isyanı gibi, Hi-podrom’da başlar, sonra saraya doğru atılırdı kalabalık. Osman-lı’daki ayaklanmalar da orda başlardı; ve kalabalık aynı yerdeki saraylara doğru yönelirdi. Hipodromun adı At Meydanı olmuştu. Esnaf geçerken, apartman boyu nahlar* taşırlardı, mesleklerini, işlerini sergilerlerdi. Böyle esnaf alaylarını ballandıra ballandıra anlatan yalnız Evliya Çelebi değil; Piskopos Liutp-rand’dan beri şehri gören her yabana hayran kalmış büyük şehrin becerikli zanaatkarlarına.
Ünü yüzyılları dolduran Ayasofya’nın yanına Sultanahmet eklendi, Süleymaniye eklendi. Şehre kuzeyden, güneyden, batıdan, doğudan gelen herkes büyülendi. Mozaikleri kıskandırmak için camilere, çarşılara, saraylara, hamamlara çiniler döşendi; yüzyıllardır sıcağa, soğuğa dayanan mavi çiniler… Kubbeleri minareler süsledi, mavi sularla yeşil yamaçları da köşkler, kasrlar, yalılar…
Ahşap mahalleleri yangınlar silip götürürdü. 15. yüzyılda Bizans’tan geçen Kastilya elçisi Clavijo’dan, 19. yüzyıldaki La-martine’e kadar herkesin dediği aynı; kamu binalarının görkemi ve nefis taş işçiliği yanında, konutların çerden çöpten hali. Yangının süpürdüğü yerlerde bostanlar, çayırlar biterdi. Şehir, ekmekle etin dışında sebzenin sıkıntısını, Birinci Dünya Savaşı’nda bile pek çekmedi. Çünkü sebze deposu bostanlar şehrin içinde ve dışında serpilmişti. Yangın bir çıktı mı, silip götürürdü ahşap mahalleleri ve içindeki kültür mirasını. 19. yüzyılda kârgir yapı inşaat işçi ve ustasını yetiştirmek, yangın duvarı örmek, bürokrasinin başlıca işlerinden biriydi. Sonra merkezileşen ve bürokrasisi gelişen devlet, binalara yerleşmeye başladı. Şirketler ve mağazalar Beyoğlu’nu doldururken, hükümet binaları da Babıâli ve civarının çehresini değiştirdi. Kayıkçıların canına okuyan yandan çarklı gemicikler suyun üstünü doldurdu. Bugün küflenip kalan zavallı Beyoğlu o devirde Paris gibi gelirdi millete, her ne kadar Lamartine, Beyoğlu’nu Fransa’nın taşra şehirlerindeki anacaddelere benzetiyor, Hammer ise sakinlerinin, boş ve unvanı kadar uzun ve akıllan kadar dar anacaddesinden (Grande rue)de Pera) söz ediyorsa da, 19. yüzyılın İstanbullusu dünyaya o caddeden açılırdı. Hanımlar ordan giyinir, beyler ordaki kitapçılardan “journal”leri, “livre’leri alırdı. Yasak livre ve journaller Yüksek Kaldırım’daki yabancı postanelerden gizlice teslim alınırdı. Ceride ve kitaplarla yetinenler, karşı taraftaki Bayezid Ca-misi’nin avlusuna ve Babıâli tarafına uzanmalıydı. Tatlının, aşın alaturkası İstanbul’da.. Ramazanlarda Bayezid sergisi kurulunca bütün imparatorluğun yemekleri, Şam’ın, Haleb’in tatlıları orada; alafranga mutfak ise Beyoğlu tarafında. Hoş, ağzının tadını bilen millet Beyoğlu mutfağını da kısa zamanda iyice kavrayıp âlâsını pişirir hale geldi. Beyoğlu kârgirdi ve ahşap İstanbul’a tepeden bakardı. İstanbul’da çarşı, pazar, merkezdeki taşhanların, camilerin etrafında kümelenmişti. Bütün yollar çarşıya çıkar, İstanbul’un çarşıları o gün bugün bir ayrı dünyadır.
Kapalıçarşı’da binbir çeşit mal satılır, ne ararsanız vardır derde devadan gayrı. Derde deva mı aradınız, o zaman MısırÇarşısı’na gidilirdi. Binbir çeşit baharat orda, artardan sorulup, iştahsızlıktan romatizmaya ve kapanmayan yaranın merhemine kadar her derdin otla tedavisi mümkün. Kapalıçarşı esnafı eşi bulunmaz adamlardır. Her devirde kendilerine göre yollarım bulurlar. Gelene geçene asılırlar, hem de her dilde. Bir hafta çarşıya otuz Finli turist gelsin, ertesi hafta Fince pazarlık etmeyi öğrenirler, iğneden başlayıp, deve yüküyle çıkmayan yoktur oradan, hiçbir zaman da olmadı.
Camilerin avlularında arzuhal yazanlar, mühür kazanlar, hüsnühat sahibi hattatlar, kitap kopya edenler (müstensih), sah-haflar… Yazı ve kitap mukaddes sayılıyor, bu işlerle uğraşanlar onun için selâtin camilerinin yanı başına yerleşmiş. Her evde bir Kuran var. Arkasına doğan çocukların ismi ve doğum tarihini yazıyor bazen hane büyükleri, yangından kurtulan ailenin tek şeceresi bu… Başka yerde doğru dürüst bir kayıt yok. Toplum soyunu sopunu da, bildiği kadarıyla ezbere bilecek. En görkemli vezir hanedanlarının bile şecereleri bazen yok veya varsa da pek sağlıklı bilgi içerdiği söylenemez. Ne ola ki, devletin sahibi olan hanedanın şeceresi bile eksik bilgilidir; bazı padişahların bazı hemşireleri belirsiz, her şehzadenin babası belli ama, analar için aynı sağlıklı bilgi yok. Kayıt kuyutla başı o kadar hoş değildi bizim eski toplumun. Bilgiler şifahî, olaylar ve şiirler sözle nakledilirdi. Meddah, Karagöz, Ortaoyunu bir zamanlar daha yüklü muhtevası ve kalabalık seyircisi olan sanatlardı o yüzden… Osmanlı toplumunda insanların asalet düşkünlüğü de, asalet kurumu da yoktu; bildiğini, öğrendiğini kaydedip saklama alışkanlığı da. Bayezid Kütüphanesi müdürü İsmail Saîb Efendi’nin meclisi, değme Avrupa Üniversitesi’ndeki Arabistik seminerlerine taş çıkanrmış. Nemçeli Oscar Rescher (Osman Reşat Efendi) öyle diyor. İstanbul’da ölen, Nazizm’den kaçan ünlü doğubilimci Kari Süssheim da… Ne var ki, o meclislerde konuşulan şeyler, incelemeler, bilgiler sahipleriyle birlikte gitmiş. (Men hafeze mer-re, men ketebe kar’re – ezberleyen gider, yazanınki okunur.) Batı insanı için, cıvık veya ciddi her kitap günden güne irfan artı……
“İstanbul’dan Sayfalar” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
süperrr:)