“Öyle özel biri değilim ben, orası kesin. Sıradan fikirlere sahip, sıradan bir adamım ve sıradan bir yaşam sürdüm. Bana ithaf edilmiş bir anıt falan yok ortada ve yakın zamanda ismim de hafızalardan silinecek ama yine de tüm ruhum ve kalbimle sevdim bir başkasını ve bu kadarı benim için her zaman yeterliydi. Hayatınız boyunca karşınıza çıkabilecek en dramatik ve çekici aşk hikâyelerinden biri işte böyle başlıyor TİTANİKTEKİ AŞK KADAR KALICI VE ACITICI. ROMANTİZM VE İHTİRASIN SINIRLARI ZORLADIĞI, İNSANA HER ŞEYİ UNUTTURAN BİR AŞK. Bir yerlerde, diye düşündü Noah Calhoun, ayışığının altında oturken, tam şu anda, aşkla sevişenler var. Defter, romantik bir çıkmazın etrafında gelişen bir aşkı kaybedip yeniden kavuşma hikâyesi. Henüz 20 yaşında bile olmayan iki genç, ki farklı iki dünyanın insanı onlar, bir yaz karşılaşır, ilk bakışta aşık olur ve tüm tatili birlikte geçirir. Fakat trajik hatta travmatik biçimde yolları ayrılır. Yıllar sonra biraraya geldiklerinde, aralarındaki tutkulu aşk yeniden alevlenir. Ancak ikisinden birinin gerçek aşk ve sınıfına uygun hareket etmek arasında seçim yapması ve bunun sonuçlarına katlanması gerekecektir. Güzeller güzeli Alison Nelson, Bay Sorumlulukla mı (nişanlandığı adam) hayatına devam edecek yoksa Noahya mı dönecek? Noahya, yıllar önce arkasında bıraktığı romantik ihtirasa YILLARDAN BU YANA KARŞIMA ÇIKAN EN BÜYÜK AŞK HİKÂYESİ. Larry King Nicholas Sparks, Güney Carolinada eşi ve iki oğluyla birlikte yaşıyor.
***
Ben kimim? Ve merak ediyorum, acaba bu hikâye nasıl sona erecek?
Güneş çoktan doğdu ve ben de şu anda akıp giden bir ömrün nefesleriyle buğulanmış pencerenin önünde oturuyorum. Bu sabah görülmeye değer haldeyim: Üstümde iki kat gömlek, kalın bir pantolon, boynuma iki kez doladığım bir atkı ve onu da içine tıkıştırdığım, otuz yıl önceki doğumgünümde kızımın bana kendi elleriyle ördüğü kalın yün kazağım var. Odamdaki kalorifer sonuna kadar açık ve hemen arkamda da daha ufak bir ısıtıcı duruyor. Isıtıcı arada sırada tıkırdıyor ve peri masallarındaki ejderhalar gibi gürleyip sıcak hava üflüyor. Oysaki bedenim, seksen yıldır süregelen o inatçı soğuktan ötürü titremeye devam ediyor. Seksen yıl, diye düşünüyorum bazen ve her ne kadar yaşımı kabullensem de, George Bush’un başkanlık yaptığı yıllardan beri ısınmadığım aklıma geldikçe hayretler içinde kalıyorum. Merak ediyorum, acaba benim yaşımdaki herkes için durum aynı mıdır?
Hayatım mı? işte orasını açıklamak hiç de kolay değil. Dilediğim gibi deli dolu, olağanüstü bir yaşam sürdüğümü söyleyemem ancak ayaktakımına özgü bir hayat da değildi benimki. Galiba daha çok değerli bir hisse senedi gibiydi: Genel anlamda dengeli, çıkışları inişlerinden fazla ve yıllar içinde kademeli olarak yükselen. Benimkisi iyi, şanslı bir alışverişti ve zamanla herkesin kendi hayatıyla ilgili aynısını söylemeyeceğini de öğrendim. Ama sakın aldanmayın. Öyle özel biri değilim ben; orası kesin. Sıradan fikirlere sahip, sıradan bir adamım ve sıradan bir yaşam sürdüm. Bana ithaf edilmiş bir anıt falan yok ortada, yakın zamanda ismim de hafızalardan silinecek ama yine de tüm ruhum ve kalbimle sevdim bir başkasını. Benim için bu kadarı her zaman yeterliydi.
Romantiklere göre benimki bir aşk hikâyesi, alaycılara göreyse sadece bir trajediydi. Bana göre hikâyem her ikisinden de bir parça taşıyor. Sonunda sizler hangi açıdan bakmayı tercih ederseniz edin bu, anlatacağım hikâyenin hayâtımın büyük çoğunluğunu ihtiva ettiği gerçeğini ve izlemeyi tercih ettiğim yolu değiştirmeyecek. Hayatta yaptığım tercihler ve bu tercihlerin beni sürüklediği yerle ilgili en ufak bir şikâyetim bile yok; gerçi diğer konularla ilgili şikâyetlerim bir sirk çadırını doldurmaya yetebilir ama yine de hayatta seçtiğim yol kesinlikle doğru olandı, zaten başka bir yol yoktu, olsa da asla seçmezdim.
Ne yazık ki zaman, insanın kendi yolunda ilerlemesini kolaylaştırmıyor. Evet, hayat yolum her zaman olduğundan çok daha düz ama her yer koca bir ömür boyunca biriken kayalar ve çakıl taşlarıyla dolu şimdi. Üç yıl öncesine kadar bunları görmezden gelmek kolay olabilirdi ama artık neredeyse imkânsız. Sanki tüm bedenimi kasıp kavuran bir hastalık var; ne kuvvetliyim ne de sağlıklı, günlerim de eskimiş bir parti balonlarından farksız: Bitkin, süngerimsi ve giderek diriliğini yitiriyor.
Öksürüyorum ve gözlerimi kısarak saatime bakıyorum. Gitme zamanının geldiğini farkediyorum. Pencere başında oturduğum yerden kalkıp odanın içinde bir tur atıyor, yüzlerce kez okuduğum defteri almak için çalışma masasının önünde duruyorum. Bu sefer defterin içini karıştırmıyorum. Onun yerine, defteri kolumun altına sıkıştırıyor ve gitmem gereken yere doğru yola koyuluyorum.
Gri noktacıklarla bezenmiş beyaz fayans zeminde yürüyorum. Fayanslar da tıpkı benim ve benimle birlikte burada kalan diğerlerinin saçları gibi. Halbuki bu sabah koridorda benden başka kimse yürümüyor. Herkes televizyonlarıyla birlikte bir başına odasına çekilmiş ve benim dışımda herkes bu yalnızlığa alışmış görünüyor. Eğer yeterince zaman tanırsanız, insanın alışamayacağı şey yoktur zaten.
Uzaktan bir yerden, kısık hıçkırık sesleri işitiyorum ve bu seslerin kime ait olduğunu adım gibi biliyorum. İlerledikçe hemşirelerle karşılaşıyorum. Birbirimize gülümseyip selâmlaşıyoruz. Hepsi benim arkadaşım, sık sık sohbet ederiz ama yine de benimle ve her gün yaşadıklarımla ilgili derin bir meraka sahip olduklanndan eminim. Yanlarından geçerken kendi aralarında fısıldaştıklarını duyuyorum. İçlerinden biri, “İşte yine gidiyor,” diyor. “Umarım bu sefer iyi sonuçlanır.” Fakat bu konuda bana doğrudan hiçbir şey söylemiyorlar. Sabahın erken saatlerinde bu konuyla ilgili konuşmanın beni inciteceğini düşündüklerinden eminim ve kendini çok iyi tanıyan bir insan olarak, bence muhtemelen haklılar da.
Bir dakika sonra odaya ulaşıyorum. Yine her zamanki gibi kapı benim için hafifçe aralanmış. İçeride iki kişi daha var ve odaya girdiğimde onlar da bana gülümsüyor. Neşeli bir ses tonuyla, “Günaydın,” diyorlar bana ve ben de onlar için birkaç dakikamı ayırıp çocukları, çocukların okulları ve gelecek tatil planlarıyla ilgili sorularımı soruyorum. Hıçkırık seslerini bastırmaya çalışarak bir süre daha sohbetimize devam ediyoruz. Sanki sesin farkında değillermiş gibi görünüyorlar; bu sese karşı hissizleşmişler adeta ama zaten ben de öyleyim.
Sohbetin ardından, bedenimin kıvrımlarıyla aynı şekli almış olan koltuğa otuyorum. Odadakilerin işi artık bitmek üzere; onunsa giysileri üzerinde, fakat hâlâ ağlıyor. Onlar odadan çıktıktan sonra hıçkırıklarının sesinin kısılacağını biliyorum. Sabah telaşı onu hep üzer zaten ve bugün de bir istisna değil. Nihayet panjurlar da açık artık ve hemşireler dışarı çıkıyor. Yanımdan geçerken ikisi de bana dokunup gülümsüyor. Bense bunun ne anlama geldiğini merak ediyorum.
Bir saniyeliğine oturup sessizce onu seyrediyorum ama o bakışlarıma karşılık vermiyor. Kim olduğumu bilmediği için onu anlıyorum. Onun için bir yabancıyım ben. Sonra başımı çevirip eğiyorum ve ihtiyaç duyacağımı bildiğim güç için dua ediyorum. Her zaman Tanrı’ya ve duanın kudretine inancı kuvvetli biri olmuşumdur, oysa dürüst konuşmak gerekirse, bu inancım sayesinde öbür dünyaya göç ettikten sonra kesinlikle yanıt almak istediğim bir dizi soru listesine de sahibim artık.
Şimdi hazırım. Gözlük takılıyor, büyüteç cepten çıkartılıyor. Bir dakikalığına büyüteci masaya koyup defteri açıyorum. Defterin yıpranmış kapağını çevirip ilk sayfayı açmak için eğri büğrü parmağımı iki kez yalamam gerekiyor. Ardından büyüteci yerine yerleştiriyorum.
Her seferinde hikâyeyi okumaya başlamadan önce bir an için beynim çalkalanır ve acaba, bugün olacak mı, diye merak ederim. Önceden olduğu gibi yine cevabı yoktur bu sorunun ve benliğimin derinliklerinde cevap pek de önemli değildir zaten. Beni yıldırmayan şey bunun olacağının garantisi değil, ihtimali yalnızca. Her şey benim için bir tür bahis adeta. Ve bana ister hayalperest, ister aptal deyin, her şeyin mümkün olduğuna inancım hâlâ tam benim.
Olasılıkların ve bilimin aleyhime çalıştığının farkın dayım. Ama bilim her şeyin cevabı değildir; çok iyi biliyorum, bunu bana hayat öğretti. Ve yine aynı hayat bana, her ne kadar muammalı ya da inanılmaz olursa olsun mucizelerin gerçekleştiğini ve olayların doğal döngüsüne aldırış etmeksizin ortaya çıkabileceğini gösterdi. Bu yüzden de, yine her gün olduğu gibi hayatımın büyük çoğunluğuna hükmeden mucizenin, tekrardan galip geleceği umuduyla, bir kez daha o duysun diye yüksek sesle defteri okumaya başlıyorum.
Ve belki, sadece belki, mucize galip gelir.
HAYALETLER
1946 yılının Ekim ayının başlarıydı ve Noah Calhoun, çiftlik evinin etrafını çepeçevre saran verandasında, güneşin batışını seyrediyordu. Özellikle çok yoğun çalıştığı günlerin akşamlarında burada oturmaktan hoşlanır ve beyninin içinde çark eden düşüncelerini öylece akışına bırakırdı. O böyle rahatlardı, babasından öğrendiği bir rutindi bu.
En çok da ağaçları ve onların nehir üzerindeki yansımalarını izlemekten keyif alırdı. Kuzey Carolina ağaçları sonbaharda ayrı bir güzeldi: Yeşiller, sarılar, kırmızılar, turuncular ve birçok ayrı ton. Ağaçların o göz kamaştırıcı renkleri güneş eşliğinde parıldardı ve Noa Calhoun her seferinde, evin eski sahiplerinin akşamlarını, kendisiyle aynı şeyleri düşünerek geçirip geçirmediğini merak ederdi.
Oturduğu ev, 1772 yılında inşa edilmişti ve New Bern’in en eski yapılarından biri olmasının yanı sıra aynca çok da büyüktü. Burası aslında eski bir çiftlik eviydi ve Noah, evi savaştan hemen sonra satın almış, tadilat için on bir ayla birlikte küçük bir de servet harcamıştı. Birkaç hafta önce Raleigh gazetesinde çalışan bir muhabir, araziyle ilgili kısa bir makale yayınlamış ve bugüne kadar gördüğü en başarılı restorasyonlardan biri olduğunu söylemişti. Hiç değilse ev öyleydi. Arazinin geri kalanıysa ayrı bir hikâyeydi ve Noah günün büyük kısmını orada geçirmişti.
Ev, Brices Nehri’nin bitişiğindeki seksen dönümlük arazide yer alıyordu ve koca bir günü arazinin diğer üç yakasını çevreleyen ahşap çitlerle uğraşarak geçirmiş, çürükleri ve tahta kurtlarını kontrol edip gereken yerlerde çitleri yenileriyle değiştirmişti. Başta batı bölgesi olmak üzere hâlâ geriye yapılacak iş vardı, daha erken saatlerde aletlerini yerine kaldırırken ertesi gün biraz daha kereste sipariş etmeyi aklının Dir kenarına not almıştı. İşini bitirdikten sonra eve girip bir bardak şekerli çay içmiş, sonra da güzel bir duş yapmıştı. Günün sonunda her zaman duş alırdı. Böylece suyla birlikte tüm vücudu pislikten ve yorgunluktan arınmış olurdu.
Duş aldıktan sonra da saçlarını taramış, üzerine eskimiş kotlarından birini ve uzun kollu mavi gömleğini geçirmişti. Kendine bir bardak daha şekerli çay koyup şu anda oturduğu yere, her gün aynı saatte oturduğu bu yere kurulmak için verandaya çıkmıştı.
Kollarını başının üzerine uzatarak gerindi, ardından kollarını iki yana uzatıp omuzlarını döndürerek günlük rutin egzersizini tamamladı. Artık kendini iyi, temiz ve taze hissediyordu. Kasları yorgundu, ertesi gün biraz ağrıyacağını biliyordu ama yine de yapmak istediği şeylerin büyük kısmını halletmiş olmaktan ötürü inanılmaz keyifliydi.
Noah, gitanna uzandı ve derken aklına birden babası geldi; onu ne kadar da çok özlemişti. Gitann tellerini şöyle bir tıngırdattı, gevşeyenlerden ikisinin akordunu düzeltip parmaklarını bir kez daha tellerin üstünde gezdirdi. Bu sefer gitarın sesi sanki biraz daha düzgündü ve o da artık çalmaya başladı. Yumuşak, uysal bir şeyler seçti. Önce biraz mırıldandı ve sonra da hava kararmaya yüz tuttuğunda şarkı söylemeye başladı. Güneş tamamen gözden kaybolana ve gökyüzü simsiyah bir çarşaf haline bürünene kadar hem çaldı hem söyledi.
Saat yediyi biraz geçiyordu ki, gitarını elinden bıraktı ve arkasına yaslanıp koltuğuyla sallanmaya başladı. Alışkanlıktan ötürü başını yukarı kaldırdı ve bir sonbahar akşamında gökyüzünden kendisine göz kırpan Orion’u, Büyük Ayı’yı, İkizler takımyıldızını ve Kutup Yıldızı’nı gördü.
Kafasında hesap kitap yapmaya kalkıştı ve çok geçmeden bundan vazgeçti. Birikimlerinin neredeyse hepsini evin onarımı için harcadığının ve yakın zamanda bir iş bulmak zorunda olduğunun farkındaydı ancak tüm bu düşünceleri kafasından uzaklaştırdı ve tadilat için geriye kalan ayların keyfini çıkarmaya karar verdi. İşler illaki yoluna girecekti, bunu biliyordu; şimdiye kadar hep öyle olmuştu. Hem ayrıca para konularını düşünmek onun her zaman canını sıkardı. Geçmişte küçük şeylerden, parayla satın alınamayacak şeyler haz almayı öğrenmişti ve aksi yönde düşüncelere sahip olan insanları anlamakta büyük zorluk, çekerdi. Babasından kendisine miras kalan bir başka özelliği de buydu.
Av köpeği Clem, tam o sırada yanına geldi ve ayağının dibine kurulmadan önce burnuyla elini dürttü.
“Selam kızım, nasılsın bakalım?” diye sordu Noah, eliyle başını okşarken, köpek de o uysal, yusyuvarlak gözlerini hafif yukarı kaldırıp kısık sesle inledi. Bir araba kazası yüzünden tek bacağını kaybetmişti ama yine de rahatça hareket edebiliyor ve bu gibi yalnız gecelerde ona eşlik ediyordu.
Noah şimdi otuz bir yaşındaydı. Çok olmasa da, kendini yalnız hissetmesine yetecek kadar yaşlı sayılırdı. Geri döndüğünden beri ne biriyle flört etmiş, ne de ilgisini çekmeye değer birisiyle tanışmıştı. Gerçi suçlu kendisiydi, bunu biliyordu. Ona yaklaşmaya kalkışan her kadınla arasına mesafe koymasına neden olan bir şey vardı, Gayret etse bile değiştirebileceğinden emin olmadığı bir şeydi bu Bazı geceler uykuya dalmadan önce elinde olmadan yalnızlığının sonsuza dek sürüp sürmeyeceğini merak ederdi.
Akşam, yerini ılık, hoş bir geceye bıraktı. Noah, cır- cırböceklerini ve yaprakiann hışırtısını dinlerken doğanın sesinin araba ya da uçak seslerinden daha gerçekçi olduğunu, insanda çok daha fazla his uyandırdığını düşündü. Doğa, insana aldığından çok daha fazlasını veriyor ve duyduğu bu sesler sayesinde aslında nasıl bir insan olması gerektiğini anımsatıyordu hep Sava,’ sırasında, özellikle de yapılan büyük anlaşmaların ar dından, sık sık bu basit sesleri düşünür olmuştu. Gemiyle ülkeden ayrılmadan önce babası ona, “Bu sesler sayesinde aklını kaçırmazsın,” demişti. “Onlar Tanrı’nın şarkısıdır ve seni evine geri getirecektir.”
Çayını bitirdikten sonra eve girdi, kendine bir kitap bulup dışarı çıkarken verandanın ışıklarını yaktı. Yeniden oturduktan sonra kitaba baktı. Eski bir kitaptı bu, kapağı yıpranmış ve sayfaları da çamur ve su yüzünden lekelenmişti. Kitap, Walt Whitman’nın Çimen Yaprakları adlı eseriydi ve bütün savaş boyunca kitabı hiç yanından ayırmamıştı. Hatta bir keresinde kitap onu kurşundan bile korumuştu.
Bir süre kitabın kapağını ovalayıp üstündeki tozu temizledi. Sonra da rastgele bir sayfayı açtı ve önüne çıkan kelimeleri okudu:
SAATİDİR bu, ey ruh, senin serbest uçuşunun sözcüksüzlüğün içersine,
Kitaplardan uzakta, sanattan uzakta, gün silinmiş, ders sona erdi,
Sen tam olarak meydana çıkarak dışarıya, sessiz, göz dikerek, kafa yorarak en sevdiğin temalara; Gece, uyku, ölüm, ve yıldızlara.
Kendi kendine gülümsedi. Bir nedenden ötürü Whitman ona her zaman New Bern’i anımsatırdı ve artık geri döndüğü için çok mutluydu. On dört yıl boyunca uzak diyarlarda olsa da, burası onun yuvasıydı ve kasabalıların çoğunu çocukluğundan beri tanırdı. Elbette bu pek şaşırtıcı değildi. Diğer birçok güney kasabasında da olduğu gibi, burada yaşayan insanlar da hiç değişmemiş, sadece biraz büyümüştü, o kadar.
Bu aralar en yakın dostu, yolun hemen aşağısında yaşayan, yetmişlik zenci adam Gus’tı. Noah evi satın aldıktan birkaç hafta sonra tanışmışlardı. Gus, elinde bir şişe ev yapımı likör ve biraz da Brunswick güveciyle çıkagelmiş ve ikili birlikte ilk gecelerini sarhoş olup karşılıklı hikâyeler anlatarak geçirmişti.
Şimdilerde Gus sadece haftada bir iki gece, genelde akşam saat sekiz civarlarında uğruyordu. Aynı evin içinde dört çocuğu ve on bir torunuyla birlikte yaşadığı için arada sırada çıkıp biraz hava almaya ihtiyaç duyuyordu. Noah bunun için adamı suçlayamazdı. Genelde Gus gelirken armonikasını da beraberinde getirir ve bir süre sohbet ettikten sonra birlikte birkaç şarkı tıngırdatırlardı. Bazen de bu küçük konserleri saatlerce sürerdi.
Gus’ı artık aileden biri gibi görüyordu. Etrafında pek fazla insan yoktu, en azından geçen sene babası vefat ettiğinden beri böyleydi. Ailenin tek çocuğuydu; annesi, o iki yaşındayken grip salgınında ölmüş ve kendisi de bir zamanlar istemiş olmasına rağmen hiç evlenmemişti.
Eskiden o da âşık olmuştu. Çok ama çok uzun zaman önceydi. Ve bu aşk onu ebediyen değiştirmişti. Kusursuz aşk insana böyle yapardı işte ve onunki de kesinlikle muhteşemdi.
Karşı kıyıdan yavaşça gökyüzüne dağılan bulutlar, ayışığının altında gümüşi gri bir renk almaya başladı. Bulutlar artmaya devam ederken, Noah da başını geriye yatırıp sallanan koltuğuna dayadı. Bacakları ritmini hiç bozmadan otomatik olarak hareket ediyordu ve birçok gece olduğu gibi düşünceleri yine bundan on dört yıl önceki o ılık yaz akşamına gitti.
1932 yılında, mezuniyetinden hemen sonra, Neuse Nehri Festivali’nin yapıldığı geceydi. Tüm kasaba halkı kendini sokaklara atmış, barbekülerin tadına varıyor ve şans oyunlarıyla eğlencelerine eğlence katıyordu. O gece aşırı bir nem vardı nedense bunu çok iyi hatırlıyordu. Festivale tek başına geldi ve arkadaşlarını bulmak için kalabalığın arasında dolaşırken…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Diğer Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDefter
- Sayfa Sayısı276
- YazarNicholas Sparks
- ÇevirmenZeynep Yeşiltuna
- ISBN9786050058697
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2010-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıp Ruhlar ~ Gregory Lamberson
Kayıp Ruhlar
Gregory Lamberson
Sosyoloji, “amatörü” veya “heveslisi” çok olan bir sosyal bilim alanı… Herkes, “toplum” hakkında bir şeyler söylemeye kendini ehil hissedebilir. Sosyolojinin yaşayan en önemli kuramcılarından...
- Gizemli Gelin ~ Samantha James
Gizemli Gelin
Samantha James
Leydi Maura O’Donnell ölüm döşeğindeki babasına bir söz verir: İki yüz yıl önce ünlü bir korsan tarafından çalınıncaya dek aileye bolluk getirmiş, sihirli bir...
- Tek Tadımlık Hayat ~ Dr. Lee Lipsenthal
Tek Tadımlık Hayat
Dr. Lee Lipsenthal
Her günü son günmüş gibi yaşayın Nasıl olsa bir gün haklı çıkacaksınız! Steve Jobs (Stanford Üniversitesi’ndeki konuşmasından…) Çoğu zaman uçurumun kenarına gelmeden hayatın değerini...