Amerikan Deniz Piyadesi Logan Thibault, Iraktaki görevi sırasında çamurun içinde, gülümseyen bir kadın fotoğrafı bulduğunda, onu bir kenara fırlatmayı düşündü. Ama yapamadı. Bunun yerine, fotoğrafı sahibine vermek için üsse götürmeye karar verdi. Ancak fotoğrafın sahibini bir türlü bulamadı. O günden sonra sürekli cebinde taşıdığı fotoğraf, Thibaulta şans getirdi. Kumarda kazanmaya başladı ve iki arkadaşının öldüğü ölümcül bir çarpışmadan sağ kurtuldu. Gizemli fotoğraf artık Thibaultun uğuruydu. Bir şekilde fotoğraftaki kadının, kaderinin anahtarını elinde tuttuğuna inanan Thibault, onu bulmak için tüm ülkeyi katedeceği bir yolculuğa koyulacaktı. Peki, bulabilecek miydi? Ve onu bu serüvende neler bekliyordu?
***
Teşekkürler
Yazmak hiçbir zaman kişisel bir çaba değildir ve her zamanki gibi bu romanı tamamlayacak enerjiyle yeteneğe sahip olan birçok insana teşekkür etmem gerekiyor. Elbette bu kişileri gayretlerinden dolayı onurlandırmanın bir sürü yolu var. Ben teşekkür ederim demek için birkaç farklı yöntem denemeyi düşündüm; en azından bunu yazmadan önce “Google’ladığım” listeye göre… (Onlara bakmadan önce bütün dilleri rastgele isimlendirebilir misiniz?)
Listenin en başında tabii ki, karım Cathy geliyor. Her şeyden önce karım hayatta gerçekten önem taşıyan şeylere konsantre olmamı ve dikkatimi yoğunlaştırmamı sağlıyor. Oğullarıma, günün birinde anneleri gibi bir kadınla evlenmekle iyi iş başaracaklarını söylüyorum. Thank you!
Sırada çocuklar var: Miles, Ryan, Landon, Lexie ve Savannah. Hepsi de daha önceki romanlarımın karakter isimleri olarak (azıcık) ölümsüzleştirilmiştir. Çocuklarımın beni kucaklaması hediyelerin en büyüğünü almaktır. Muchas gracias!
Peki sonra? Edebi temsilcim Theresa Park, minnettarlığımı daima hak ediyor. Temsilci-yazar ilişkisi zaman zaman aldatıcı olabiliyor ya da ben, başka temsilci ve yazarlardan öyle olduğunu duydum. Bütün dürüstlüğümle söyleyebilirim ki, 1995 yılında ilk kez telefonda konuştuğumuzdan beri Theresa’yla çalışmak benim için inanılamayacak kadar harikaydı. Theresa süper. Sadece zeki ve sabırlı değil, aynı zamanda tanıdığım birçok insandan daha üstün bir sağduyuya sahip. Danke schön!
Arkadaşım ve sinema-suç ortağım Denise DiNovi, yaşamımdaki pek çok güzellikten biri. Denise, beni dünyanın en şanslı yazarlarından biri haline getiren Nights in Rodanthe, Message in a Bottle ve A Walk to Remember adında üç filmimi çekti. Merci beaucoup!
Grand Central Publishingin efsanevi CEO su David Young bana olağanüstü destek verdi. Ben onunla çalıştığım için şanslıyım. Arigato gozaimasu!
Bir reklamcı ve dost olan Jennifer Romanello, son on üç yıldır, ilginç ve eğlenceli bir deneyimin tanıtımını yaptı. Grazie!
Telefon arkadaşım Edna Farley, neredeyse her şeyi programlıyor ve turne sırasında ortaya çıkan her türlü problemle baş ediyor. Edna yalnızca delişmen bir kadın değil, yavaş yavaş benim de benimsemeye başladığım sonsuz bir iyimserliği var. Tapadh leibh!
Film temsilcim ve arkadaşım Howie Sanders, “O yazarla uzun süredir çalışıyorum” kulübünün bir diğer üyesi. Ve bu durum hayatımı daha da güzelleştiriyor. Toda raba!
Diğer film temsilcim Keya Khayatian müthiş ve zamanı bakımından her zaman cömerttir. Merci! Ya da eğer tercih edersen, Mamnoon!
Redaksiyon editörlerim Harvey-Jane Kowal ve Sona Vogel, her defasında son teslim tarihinin çok çok gerisinde kaldığım hesaba katılırsa, inanılmaz derecede sabırlılar. Romanlarımdaki bütün küçük hataları yakalamaları gerekiyor (tamam, bazen büyükleri de) ve ne yazık ki, ben onlara pek vakit tanımıyorum. Yani bir hata falan bulursanız (ki, büyük olasılıkla bulursunuz) onları suçlamayın. Kabahati bende görün. Onlar işlerinde harikalar, ikiniz için de: Spasibo!
Scott Schwimer, çok yönlü avukatım. Avukat fıkralarına kaş çatmanıza yol açan adamlardan biridir. Kendisi harika bir insan ve çok iyi bir arkadaştır. Liels paldies!
Ayrıca Marty Bowen, Coutenay Valenti, Abby Koons, Sha- ron Krassney, Lynn Haris ve Mark Johnson’a da çok teşekkürler. Efharisto poli!
Fotoğrafçım Alice Arthur, uygun zamanda her an hazırdır. Daima minnettar olduğum kusursuz bir fotoğraf çeker. Toa chie! Ya da Xie xie!
Flag, bir kez daha olağanüstü bir kapak tasarladı. Shukran gazilan!
Eşimle birlikte kurulmasına yardım ettiğimiz The Epiphany School’un müdürü Tom McLaughlin, birlikte çalışmaya başladığımızdan bu yana hayatımı zenginleştirip renklendirdi. Obrigado!
Ve son olarak New Bern Lisesindeki sevgili koçum David Simpson’a Mahalo nui loa!
Not: Kullanılan diller şunlardır: İngilizce, Ispanyolca,Almanca, Fransızca, Japonca, İtalyanca, Irlandaca, Ibranice, Farsça, Rusça, Letonca, Yunanca, Çince, Arapça, Portekizce ve Hawaice. En azından internette bulduğum siteye göre. Fakat oradaki her şeye kim inanabilir ki?
1
Clayton ve Thibault
Şerif yardımcısı Keith Clayton, gelenlerin yaklaştığını duymamıştı. Onları ilk gördüğünde hoşlanmamıştı, yakından bakınca da bu değişmedi. Hoşlanmayışının sebebi kısmen de olsa köpekti. Keith Clayton, Alman çoban köpeklerini sevmiyordu. Bu köpek, Clayton’a, uslu durmasına rağmen, bir diğer şerif yardımcısı Kenny Moorela gezen ve en ufak emirde zanlıları ısıracak kadar atik olan polis köpeği Panther’ı hatırlattı. Keith Clayton, çoğu zaman Moore’u gerizekalı gibi görüyordu. Yine de şubede arkadaşı olmaya en yakın bulduğu kişi oydu. Ayrıca itiraf etmeliydi ki, Moore’un, bel altı hikayelerini Clayton’ı gülmekten iki büklüm eden bir anlatış tarzı vardı. Ve Moore, Clayton’ın az önce birkaç üniversite öğrencisinin dere kenarında bütün sabah ihtişamlarıyla güneşlendiğini fark edip dağıttığı küçük çıplak yüzme partisini kesinlikle beğenirdi. Clayton oraya geleli birkaç dakikadan fazla olmamıştı. Dijital kamerayla daha sadece bir-iki fotoğraf çekmişti ki, çalılığın arkasından çıkıveren üçüncü kızı gördü. Kamerayı hemen arkasındaki çalıların arasına saklayıp ağacın arkasından kızın karşısına çıktı.
“Evet, burada neler oluyor?” dedi Keith Clayton, sözcükleri uzatıp kızı savunma yapma durumundaymış konumuna sokmaya çalışarak.
Clayton, içine düştüğü durumdan hiç hoşlanmamıştı. Tatsız giriş cümlesinden de memnun olmadı. Genelde daha rahattı. Çok daha rahattı. Çok şükür, kız pek bir şey fark edemeyecek kadar utanmıştı. Geri geri çıkmaya çalışırken az daha takılıp düşüyordu. Elleriyle orasını burasını kapatmaya uğraşırken, cevap gibi bir şeyler kekeledi. Kızı o halde seyretmek, kendi kendine Twister oyunu oynayan birini izlemek gibiydi.
Keith Clayton, başka tarafa bakmak için çaba göstermedi. Bakışlarını kızın üzerinden çekmek yerine gülümsedi. Sanki ormanda çıplak kadınlara her zaman rastlıyormuş gibi, karşısındakinin vücuduna dikkat etmemiş numarası yaptı.
“Şimdi sakin ol. Neler oluyor?” diye sordu Clayton.
Aslında neler olup bittiğini çok iyi biliyordu. Aynı şey her yaz birkaç kez yaşanıyordu. Özellikle ağustosta, sonbahar dönemi başlamadan önce, Emerald Adası’nda uzun, son bir fırsat haftası geçirmek için sahilin yolunu tutan Chapel HilI ve NC State öğrencileri, Swan Çayı’nın South Nehri’ne doğru keskin bir dönüş yaptığı noktaya ulaşana kadar, bir mil bo yunca kıvrılıp giden eski bir tomruk yolu üzerinden ya da ulusal ormanın içinden geçiyordu, öğrencilerin hedefledikleri yerde çıplak güneşlenme plajı olarak bilinen —Clayton, bunun nasıl olduğu hakkında bir fikir sahibi değildi- çakıl taşları döşeli bir kumsal vardı. Clayton, bir şans yakalama umuduyla sık sık oraya gitmeyi adet edinmişti. İki hafta önce altı kadın görmüştü. Ancak bugün üç güzel kız vardı ve havlularının üstünde yatmakta olan ikisi, çoktan şortlarına uzanmıştı. Kızlardan biri biraz hantal olmasına rağmen, tam önünde duran esmer dahil diğer ikisinin fizikleri, toy delikanlıları çıldırtan türdendi. Polisleri de.
“Burada birilerinin olduğunu bilmiyorduk! Bir sakıncası olmayacağını düşündük!”
Kızın yüzünde Clayton’a, baban küçük kızının ne haltlar karıştırdığınıbilse gurur duymaz mıydı, diye düşündürecek kadar masum bir ifade vardı. Kızın buna ne diyeceğini hayal etmek hoşuna gitti ama üzerinde üniforması olduğu için, bir memura yakışır şeyler söylemesi gerektiğinin farkındaydı. Ayrıca şansını zorladığını biliyordu; şerif yardımcısının bölgeyi devriye gezdiği haberi yayılacak olursa ileride hiç üniversiteli gelmezdi. Bu Clayton’ın, düşünmek bile istemediği bir şeydi. “Haydi gidip arkadaşlarınla konuşalım.”
Clayton, kızın beceriksizce arka tarafını kapatmaya çalışmasını seyredip küçük gösterinin tadını çıkartarak, peşinden kumsala doğru yürüdü. Ağaçların arasından nehrin kıyısındaki açıklığa çıktıklarında, kızın arkadaşları tişörderini çekmişti. Esmer güzeli hemen diğerlerinin yanına koştu. İki bira kutusunu devirip çabucak bir havlu kaptı. Clayton yakındaki bir ağacı işaret etti.
“Tabelayı hiçbiriniz görmedi mi?”
Kızlar sırayla gözlerini o tarafa çevirdi. İnsanlar koyun, sıradaki emri bekliyorlar, diye düşündü Clayton. Küçük ve asırlık sayılabilecek bir meşe ağacının yere sarkan dallarıyla örtülmüş tabela, Keith’in amcası olan Yargıç Kendrick Clayton’ın emriyle çakılmıştı. Tabela koyma fikri Keith’indi. Genel yasağın sadece yerin cazibesini artıracağını biliyordu.
“Görmedik!” diye bağırdı esmer, tekrar Clayton’a dönerek. “Bilmiyorduk! Bu yeri sadece birkaç gün önce duyduk!” İtirazlarını sürdürürken bir yandan da havluyla cebelleşiyordu. Diğer ikisi, bikinilerinin altlarını giymeye çalışmaktan başka hiçbir şey yapamayacak kadar çok korkmuştu. “Buraya ilk kez geldik!”
Kızın sesi bir inilti gibi çıkıyor, şımarık bir öğrenci gibi görünmesine neden oluyordu. Ki, büyük olasılıkla üçü de öyleydi. Görünüşleri de…
“Aleni çıplaklığın bu ülkede suç sayıldığını biliyor muydunuz?”
Clayton, kızların genç yüzlerinde bet beniz kalmadığını gördü. Bu küçük suçu sicillerinde hayal ettiklerini biliyordu. Seyretmesi komikti ama Clayton, kendi kendine eğlencenin fazla uzamasına izin vermemesi gerektiğini hatırlattı.
“Adın ne senin?”
“Amy,” diye yutkundu esmer olan. “Amy White.
“Nerelisin?”
“Chapel Hill. Ama aslen Charlotteluyum.”
“Orada biraz alkol görüyorum. Hepiniz yirmi bir yaşında mısınız?”
İlk kez diğer kızlar da cevap verdi. “Evet efendim. ”
“Tamam Amy. Size ne yapacağımı söyleyeyim. Tabelayı görmediğinize ve alkol alabilecek yaşta olduğunuza inanıp meseleyi fazla büyütmeyeceğim. Buraya hiç gelmemişim gibi davranacağım. Üçünüzün yaptığına göz yumduğumu amirime söylemediğiniz sürece tabii.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten,” dedi Clayton. “Bir zamanlar ben de üniversiteliydim.”
Clayton üniversite okumamıştı ama bunun kulağa hoş geldiğini biliyordu. “Ve üstünüzü giymek isteyebilirsiniz. Asla bilemezsiniz… Etrafta gizli gizli dolaşanlar olabilir.” Yüzüne bir gülümseme yerleştirdi, “içecek kutularını topladığınızdan emin olun, tamam mı?”
“Tamam efendim.”
“Bunu sevdim.” Clayton, gitmek üzere döndü.
“Bu kadar mı?”
Clayton, tekrar kızlara doğru dönerken gülümsemesini tazeledi. “Bu kadar. Bundan sonra hepiniz dikkatli olun.”
Clayton çalılıkların arasına daldı. Aracına geri dönerken ara sıra bir ağaç dalının altına girip çıkıyor ve olayı iyi idare ettiğini düşünüyordu. Gerçekten çok iyi idare etmişti. Amy, ona kesinlikle gülümsemişti. Clayton, yanlarından uzaklaşırken, geri dönüp kızın telefon numarasını isteme fikrini yarı ciddi bir şekilde değerlendirmişti. Olmaz, diye karar verdi. Muhtemelen başını alıp gitmek daha iyiydi. Büyük olasılıkla kızlar, arkadaşlarına şerif tarafından yakalanmalarına rağmen kendilerine hiçbir şey olmadığını anlatacaktı. Civardaki polislerin cool olduğu haberi hızla yayılacaktı. Yine de Clayton ormanın içinde sallana sallana yürürken fotoğrafların çıkmasını umut etti. Yeni resimler, küçük koleksiyonu için hoş bir katkı olacaktı.
Sonuçta, her şey düşünüldüğünde mükemmel bir gün olmuştu. Clayton, kamera için geri dönmek üzereyken bir ıslık sesi duydu. Tomruklu yola doğru sesi takip edince, köpeğiyle birlikte ağır adımlarla yürüyen bir yabancı gördü. Adam, altmışlı yılların hippilerini andırıyordu.
Yabancı, kızlarla beraber değildi. Clayton bundan kesinlikle emindi. Bir kere adam, üniversite öğrencisi olamayacak kadar yaşlıydı; en aşağı yirmili yaşların sonlarındaydı. Uzun saçları Clayton’a bir sıçan yuvasını hatırlattı. Şerif yardımcısı, yabancının sırt çantasının altından sarkan bir uyku tulumunun dış hatlarını görebiliyordu. Sahile giden bir günübirlikçi falan değildi; kırlarda uzun yürüyüşler yapan, hatta belki de kamp kuran birine benziyordu. Ne zamandır burada olduğunu ya da neler gördüğünü söylemek mümkün değildi.
Clayton’ın fotoğraf çektiğini görmüş müydü mesela?
Katiyen. Mümkün değildi. Clayton ana yoldan gizlenmişti. Çalılıklar sıktı ve ormanın içinde yürüyen birinin ayak seslerini mutlaka duyardı. Öyle değil mi? Yine de burası uzun yürüyüşler yapmak için tuhaf bir yerdi. Burada in cin top oynuyordu ve Clayton’ın en son istediği şey, bir grup hippi bozuntusunun üniversiteli kızların mekan tuttuğu bu yeri mahvetmesiydi.
Clayton bunları düşünedursun, yabancı yanından geçip gitmişti. Neredeyse polis arabasının yanına varmıştı ve kızların kullandığı cipe doğru ilerliyordu. Clayton, yola atlayıp gırtlağını temizledi. Yabancı ve köpek, sese döndü. Clayton, biraz uzaktan onları değerlendirmeye devam etti. Yabancı, Clayton’ın ansızın ortaya çıkmasıyla herhangi bir tedirginlik veya telaş belirtisi göstermedi. Aynı şekilde köpek de soğukkanlılığını korudu. Yabancının bakışında, Clayton’ın huzurunu kaçıran bir şeyler vardı. Adam, Clayton’ın yanlarına gelmesini bekliyormuş gibiydi. Aynı şey Alman çoban köpeği için de geçerliydi. Köpeğin ifadesi soğuk ve dikkatliydi. Tıpkı Panther’ın Moore onu serbest bırakmadan önce çoğu kez gösterdiği gibi neredeyse zeki bir bakışı da vardı. Clayton’ın mide kasları kasıldı. Edep yerlerini örtmemek için kendini zor tuttu.
Uzun bir süre birbirlerine dik dik bakmayı sürdürdüler. Clayton, üstündeki üniformanın, çoğu insanın gözünü korkuttuğunu öğreneli çok olmuştu. Herkes, hatta suçsuz insanlar bile kanun karşısında işkillenirdi. Clayton, bu adamın da istisna olmadığını tahmin ediyordu. Polis olmayı sevmesinin nedenlerinden biri de buydu.
“Köpeğinizin tasma kayışı var mı?” dedi Clayton, sözlerinin bir sorudan çok emir gibi duyulmasına dikkat ederek.
“Sırt çantamda.”
Clayton, adamda hiçbir aksan fark etmedi. Annesinin eskiden tarif ettiği gibi: “Johnny Carson İngilizcesi.”
“Kayışı takın.”
“Merak etmeyin. Ben ona söylemedikçe kıpırdamaz.”
“Siz yine de takın.”
Yabancı sırt çantasını indirip araştırdı; Clayton uyuşturucu madde ya da silah olarak yorumlanabilecek herhangi bir şey görmeyi umut ederek, boynunu uzatıp baktı. Biraz sonra kayış, köpeğin tasmasına bağlanmıştı. Yabancı, Clayton’ın yüzüne, peki şimdi, der gibi bakıyordu.
“Burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu Clayton. “Yürüyüş.”
“Bir yürüyüş için yanınızda neredeyse bavulla eşya taşıyorsunuz.”
Yabancı bir şey söylemedi.
“Yoksa etrafta gizli gizli dolaşıp manzaraları görmeye mi çalışıyorsunuz?”
“İnsanlar buraya geldikleri zaman öyle mi yapıyor?” Clayton, adamın ses tonunu ya da imasını sevmedi. “Bir kimlik görmek istiyorum.”
Yabancı, tekrar sırt çantasının üstüne eğildi ve pasaportunu çıkardı. Bir elinin avucunu açıp köpeğe yerinde durmasını işaret etti. Sonra Clayton’a doğru bir adım atıp pasaportunu uzattı. “Ehliyetiniz yok mu?”
“Yok.”
Clayton adamın adını inceledi. Dudakları hafifçe kıpırdıyordu. “Logan Thibault?”
Yabancı başıyla onayladı.
“Nerelisiniz?”
“Colorado.”
“Uzun yolculuk.”
Yabancı hiçbir şey söylemedi.
“Özellikle gittiğiniz bir yer yok mu?”
“Arden’e gidiyorum.”
“Ardende ne var?”
“Söyleyemem. Daha önce oraya hiç gitmedim. ”
Clayton aldığı cevap karşısında kaşlarını çattı. Çok kurnaz. Fazla… Dikbaşlı mı? Çok şey. Her neyse işte. Clayton birdenbire bu adamdan hoşlanmadığına karar verdi. “Burada bekleyin,” dedi. “Şunu kontrol etmemin bir sakıncası yoktur, Öyle değil mi?”
“Buyurun, işinizi yapın.”
Clayton, arabanın yanına dönerken omzunun üzerinden baktı ve Thibault’un sırt çantasına uzanıp içinden küçük bir kase çıkardığını, ardından bir şişe suyu içine boşaltmaya başladığını gördü. Sanki dünya umurunda değildi.
Göreceğiz bakalım, öyle değil mi? Clayton, polis arabasındaki telsizden, adamın adını bildirdi ve karşı taraftaki memure tarafından sözü kesilmeden ismi heceledi.
“Thibault, T-bow gibi, Thigh-bolt değil. Fransız adı.”
“Nasıl okunduğunu neden önemseyeyim ki?”
“Ben sadece.”
“Hangisi olursa olsun Marge. Sadece kontrol et, tamam mı.?”
“Fransız’a benziyor mu?”
“Tanrı aşkına, bir Fransız erkeğinin nasıl göründüğünü nereden bileyim?”
“Sadece merak ediyorum. Bu kadar sinirlenmene gerek yok. Burada biraz meşgulüm.”
Evet, gerçekten meşgul, diye düşündü Clayton. Büyük olasılıkla donut yiyordur. Marge günde hiç değilse bir düzine Krispy Kremes götürüyordu. Kadın en az yüz elli kiloydu.
Clayton, camdan, yabancının köpeğin yanına çömeldiğini ve hayvan suyu yalayarak içerken ona bir şeyler fısıldadığını görebiliyordu. Başını salladı. Hayvanlarla konuşmak. Garip bir olay. Sanki köpek, en temel komutlardan başka bir şey anlayabilirmiş gibi. Clayton’ın eski karısı da bunu yapardı, Kadın, köpeklere insan gibi davranıyordu. Clayton, sırf bu yüzden daha ilk anda ondan uzak durması gerektiğini anlamış olmalıydı.
Clayton, Marge’ın, “Hiçbir şey bulamıyorum,” dediğini duydu. Ağzında bir şey çiğniyormuş gibi konuşuyordu. “Görebildiğim kadarıyla sabıkası falan yok.”
“Emin misin?”
“Evet, eminim. İşimi nasıl yapacağımı biliyorum.” Yabancı, sanki konuşmayı dinlemiş gibi kaseyi yeniden eline alıp sırt çantasına geri koydu ve sonra çantasını omzuna astı.
“Herhangi tuhaf bir haber falan var mı? Etrafta aylakça dolaşan insanlar, buna benzer bir şeyler?”
“Hayır. Bu sabah çok sakindi. Bu arada, sen neredesin? Baban seni arıyordu.”
Clayton’ın babası bölge şerifiydi.
“Ona biraz sonra döneceğimi söyle.”
“Çıldırmış görünüyor.”
“Ona sadece devriye gezdiğimi söyle, tamam mı?” Clayton, böylece babam çalıştığımı bilecek, diye eklemeye gerek duymadı.
“İşe yarayacak.”
Bu iyi.
“Gitmem gerek.”
Clayton, telsizi yerine koyup hayal kırıklığı içinde hiç kıpırdamadan oturdu. Adamın, kızlarınki gibi uzun saçlarıyla nezarethanede neler yapacağını görmek çok eğlenceli olurdu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHep Seni Bekledim
- Sayfa Sayısı444
- YazarNicholas Sparks
- ÇevirmenTürkan Çolak
- ISBN9786051422145
- Boyutlar, Kapak11,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2013-1
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çırpınan Sular Uyuyan Hatıralar ~ Mükerrem Kamil Su
Çırpınan Sular Uyuyan Hatıralar
Mükerrem Kamil Su
Salon hayatının yıldızı bir kadın… Etrafına ışık ve ihtişam yayıyor… Girdiği her yerde tüm gözleri kendine çeviriyor, etrafında insandan bir halka oluşturuyor… Bunlar herkesin...
- Şapkada Eriyen Bay Karp ~ Cary Fagan
Şapkada Eriyen Bay Karp
Cary Fagan
İster üstünde komik sözler yazan kahve fincanları, ister envaiçeşit farklı türde börtü böcek fosili, ne biriktirlerse biriktirsinler bütün koleksiyonerler biraz delidir. Topladıkları şeylerden kendilerine...
- Doktor Jivago ~ Boris Pasternak
Doktor Jivago
Boris Pasternak
Sovyet yazarı Boris Pasternak (1890-1960) müzik eğitiminden sonra felsefeye yöneldi. Moskova Üniversitesi ve Almanya’daki Marburg Üniversitesi’nde felsefe okudu. İlk şiir kitabı 1913’te yayınlandı. Kızkardeşimin...