Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Büyük Osmanlı Projesi
Büyük Osmanlı Projesi

Büyük Osmanlı Projesi

Mustafa Armağan

Osmanlı refleksi uyanıyor Hatırla unutturulanları! Gerçeği rüyasından güzel, doyumsuz bir projeydi o. Artık barış bu benzersiz serüvenin kahramanlarıyla ve geleceğe yüreklerindeki bereketle yürü. Hem…

Osmanlı refleksi uyanıyor Hatırla unutturulanları! Gerçeği rüyasından güzel, doyumsuz bir projeydi o. Artık barış bu benzersiz serüvenin kahramanlarıyla ve geleceğe yüreklerindeki bereketle yürü. Hem bir defa başarılan neden bir daha başarılamasın ki? Bir bakıyorsunuz Belçika´da bir “Türk köyü”, bir bakıyorsunuz Himalayaların eteklerinde bulunan Keşmir eyaletinde de kendilerine “Osmanî” diyen Türk Köyleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği İngiltere Parlamentosu üyesi olup şimdilerde Londra Belediye Başkanlığı yarışına giren Boris Johnson´ın son Osmanlı İçişleri Bakanı´nın torunu olduğu haberi gazete manşetlerinde çınlarken, Meksika´da bir Osmanlı çeşmesinin ortaya çıktığı notu düşüyor önümüze. Nicolas Sarkozy´nin de, Fidel Castro´nun da atalarının Osmanlı Yahudisi çıkması yetmiyormuş gibi, besteci Wagner´in Sultan Abdülaziz´den para yardımı istediğini, Abdülhamid´in Pasteur´e beraber çalışma teklifinde bulunduğunu okuyoruz hayretle. Ve düşünüyoruz: Acaba tarihimiz hakiki çehresiyle arz-ı endam ettiğinde nasıl bir manzara karşısında kalacağız? Misak-ı Millî sınırları içinden görmeye ve düşünmeye alıştırılmış bir neslin dramıdır yaşadığımız. “Biz neydik?” sorusu, ete saplanan bir kurşun gibi hemen her adımda karşımıza çıkıyor veya biz hatırlamak istemesek de, başkaları tarafından çıkarılıyor. Bunun en son örneğini, Avusturya sağının temsilcisi Andreas Möller´in, “Türkler AB´ye girerse Viyana´yı kaybederiz´ mealindeki demecinde gördük. Demek ki, dedik, bu demeci okuyunca, biz unutsak da dünya bizi unutmuyor. Mustafa Armağan son kitabı BÜYÜK OSMANLI PROJESİ´nde bu nicedir unuttuğumuz dünyanın kapılarını açıyor önümüze ve bize bir hafıza tazelemesi çalışması öneriyor. “Hatırla onu!” ikazı, kitabın her satırında karşımıza çıkıyor ve giderek “Hatırla kendini!” uyarısına bürünüyor. Osmanlı´yı, yaşadığı çağların küresel aktörü olarak konumlandıran ve bu yüzden de küreselleşmekte olan dünyamızda bunu daha önce tecrübe etmiş bulunan Osmanlıların birikiminden yararlanmanın önümüzü görmemize yardım edeceğini vurgulayan yazar, hem “küresel tarih” çalışmalarına Osmanlı´nın katkılarına atıfta bulunuyor, hem de Osmanlı tecrübesinin kendiliğinden bir ´oluşum´ değil, bilinçli bir ´proje´ olduğuna dikkat çekiyor. Armağan, “BÜYÜK OSMANLI PROJESİ” adını verdiği bu projenin ana hatları hakkında ufkumuzu genişletecek bilgiler veriyor ve daha da önemlisi, Türkiye´nin içine girdiği yeni bir gelişme çizgisinde ´Bir kere başarılan neden bir kere daha başarılamasın?´ sorusunun umut vadeden kuyusu içine gömüyor okurunu.

içindekiler

Önsöz / 9

I.    BEN BÖYLE MİYDİM?

“Mağaradakiler”e dağın yüreğini sunan şair /19

Son tabu da yıkılıyor: Osmanlı geriledi mi? / 25

Ortaçağ neyin ortasında? / 29

Haritaların gizli gündemleri / 34

“Osmanlı sevinci”bir daha yaşanabilir mi? / 40

Kara Afrika’nın cehresini değiştiren adam / 44

II.    OKYANUSU NASIL İÇEBİLDİK?

Shakespeare’in mendili Osmanlı’dan gitmişti! / 53

Osmanlı tarihinde “Atabeylerle mücadele / 58

Avusturya’nın Kanuni korkusu / 65

Düş artık yakamızdan Fransa! / 71

Osmanlı Barışı’nda çingene olmak/ 75

Bir Osmanlı diplomatının hüzünlü hikayesi / 80

Osmanlı’nın ‘Da Vinci şifresi’ / 87

Karlofça’daki Ali Babacan ve Jack Straw/ 92

Kanuni’nin muhteşem kadrosu / 97

Yavuz’un “Kürt açılımı” /101

Osmanlı kurşun sıkanı da, yiyeni de aynı türbede yatırdı /107

Osmanlı Devleti’nin Yahudilere kucak açması ve hoşgörüsü /110

Kanuni ve Sinan el ele verip İstanbul’u susuzluktan nasıl kurtarmışlardı? /113

Lamartine’i neden severiz? /119

Osmanlı modernlikten kopuk muydu? /123

Malezya kimliğinde Osmanlı damgası /129

Bu sergiye İngilizlerin değil, asıl bizim ihtiyacımız var /134

Osmanlı tarzı sağlıklı yaşama rehberi /138

Yavuz Sultan Selim Hilafeti devr aldı mı? 142

Kasr-ı Şirin efsanesi /146

Yavuz, 40 bin Aleviyi kesti mi? /150

III.    AVRUPA VE OSMANLI

Avrupa’nın “Hasta Adam”ı AB kapısında /163

Grotius’u Avrupalılara öğreten Osmanlı Paşası /170

Padişah baloda dans etti mi? /173

Cezayir nasıl kaybedildi? /181

Osmanlı tarihinin en karanlık idamları /189

Doğru soru şöyle olmalı: Avrupa neden bu kadar geriydi? /193

II. Bayezid’i durduran Cem Sultan mıydı? /198

Evet, Osmanlı’da rüşvet vardı! / 208

“Türk aptallığı”: Tarihimize atılan bir iftira / 211

Merkel’in kanlı kupası / 215

St. Petersburg’da yalnız bir Osmanlı Hamamı / 219

Osmanlı hayranı bir Kraliçe Elizabeth vardı / 223

Osmanlı’nın en kuzeydeki burcu: Kamanice / 227

“Küresel” Osmanlı tarihine doğru / 230

Osmanlılar Endülüs’e yardım etmedi mi? / 241

Osmanlı’nın su hali / 249

IV.    TARİHİMİZİN TALİHSİZLİĞİ

IV. Murad İstanbul’unun en ünlü fıtık cerrahı bir kadındı / 255

Osmanlı neden sanayileşemedi? / 259

Bilimde geri mi kaldık? / 263

Aklî ilimler medreseden çıkarıldı mı? / 266

Osmanlı’da Harem ve devşirme saltanatı / 269

Osmanlı padişahları neden Hacca gitmediler? / 272

Osmanlı Anadolu’ya yatırım yapmadı mı? / 276

Washington’da Masonik şifreler ve Osmanlı tuğrası / 280

Sonsöz/285

Kaynakça / 304

Belki de yeryüzünde Osmanlı yönetim kurumu kadar büyük çaplı ve cüretkâr bir başka deneme daha yapılmadı. Bu denemenin ideal ve teorik olarak en yakın benzeri Platon’un (Eflatun) Devleti, uygulamadaki en yakın paraleli ise Mısır’daki Memlûk sistemidir. Ama Osmanlı yönetim kurumu, Platon’un devletinin aristokrat Helenik sınırlamalarıyla kısıtlanmadığı gibi, Memluk sistemini de kendisine boyun eğdirmiş ve ondan daha uzun ömürlü olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nde, en alt kademedeki kol işçiliğinden başkanlık koltuğuna tırmananlar vardır ama bunlar buraya kendilerini ileri itmek için özenle düzenlenmiş bir sistemin kademelerinden geçerek değil, kendi çabalarıyla gelirler. Roma Katolik Kilisesi de, bir köylüyü Papa olmak üzere yetiştirebilir, ama bu iş için adaylarını kendine karşı bir dindeki aileler arasından seçmemiştir. Osmanlı sistemi ise kasıtlı ve amaçlı olarak köle alır ve onları vezirlik makamına kadar yükseltirdi. Koyun sürülerine çobanlık eden, karasabanın ardında koşan çocukları alıp onları saraya erkân, sultanlara eş yapardı. Bu sistem, atalarının yüzyıllar boyu Hıristiyan adları taşıdığı çocukları alır, onları en büyük Müslüman ülkelerin başına geçirir, başlıca amacı ve coşkusu Haç’a karşı Hilal’in zaferini gerçekleştirmek olan yenilmez ordulara asker ve komutan yapardı. Bu sistem, yeni gelenlere “Baban kimdi?”, “Ne iş bilirsin?”, hatta “Dilimizi konuşabiliyor musun?” gibi sorular sormaz; onların yüzlerini, yapılarını tepeden tırnağa gözden geçirdikten sonra, “Sen asker olacaksın, eğer yararlılık gösterirsen paşa olursun” veya “Sen bir bilim adamı veya bey olacaksın, eğer yeteneğin varsa vali ve sadrazam olursun” derdi.

ALBERT HOWE LYBYER

Önsöz

Çünkü iktidarda olan “OSMANLI REFLEKSİDİR” ve sizin göremediğiniz kadar güçlü ve köklüdür.

Engin Ardıç

Anlamıyorum, diyordu, dertli olduğu her halinden belli olan Türkmenistanlı öğrenci, Türkler neden bu kadar kızıyor ki atalarına? Acaba çok mu kötü işler yapmışlar? Sadece yaşadığım şehir İstanbul’a kattıklarına bakınca pek de öyle görünmüyor doğrusu. Peki İnkılap Tarihi derslerinde hocamız neden hiç durmadan verip veriştiriyor Osmanlı padişahlarına, paşalarına, bilginlerine? Hakikaten çok garibime gidiyor. Gerçi üzerime vazife değil ama, siz Türklerin öğrencilerinize bu kadar kindarlık üzerine kurulu bir tarih okutmanız karşısında yabancı bir kardeşiniz olarak çok üzülüyorum.

Türkmenistanlı öğrenci Parahat’ın bu e-mail mesajını okuduğumda tuhaflaştığımı itiraf etmeliyim. O sırada Eflatun’un mağara istiaresini hatırlamış mıydım, çok emin değilim. Ne var ki, benim yaşadığım ülkede tarih adına olup bitenler, mağarada sırtlan gerçeğin güneşine dönük durmak mecburiyetindeki zincirlenmiş adamların acınası halini andırıyordu. Ben de belki tarihimiz üzerindeki bu tür sahtekârlıkları ne kadar kanıksadığımı, karşı çıksam bile biraz ‘normal’ gördüğümü ilk olarak bu e-maili aldığım zaman fark edebilmiştim. İnsanoğlu yalan rüzgârı ortasında yaşaya yaşaya kanıksıyor demek ki.

Peki bu Osmanlı’yı karalama kampanyası ne kadar gerçeği yansıtıyor? diye baktığınızda, bundan 90 küsur yıl önce tarihe karıştığı, son 300 yılını da çökmekle geçirdiği zannedilen bir cihan devletinin gölgesinin 21. yüzyılda hala gündemde olması, hatta yer yer gündemi bile belirliyor olması karşısında söyleyecek söz bulamıyorsunuz. İkisinden biri yalan ama acaba hangisi?

2007 yılının farklı basın organlarından seçilen şu örneklere beraberce bakalım isterseniz:

“İtalya’daki Türk köyünden mektup var!”

2006 yılının ilk haftasında İtalya’nın Manzori dağlarının eteğinde “La Turchia“ adıyla da bilinen Moena köyünün haberi yansıyordu gazetelere. İkinci Viyana Kuşatmasından yaralı olarak kurtulan bir yeniçerinin sığındığı bir köy, her yıl düzenlediği festivalde Türk bayraklarıyla kaplanıyormuş.

Habere göre İtalya’nın Manzori dağları eteklerinde ‘La Turchia’ adıyla da bilinen Moena Köyü, 323 yıldır Türk festivali yapıyormuş. Hatta zamanın Kültür Bakanını bile davet etmişler gelip görmesi için.

Bir bakıyorsunuz Belçika dağlarında bir “Türk köyü” keşfediliyor:

Kendilerini asırlardır “Türk” olarak nitelendiren Belçikalı köylüler, geleneksel olarak Türk giysi ve bayraklarıyla karnaval korteji oluştururken, ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen “gerçek Türkler” de karnaval etkinliklerini izledi. Belçika’nın Arden dağları bölgesinde, ülkenin ücra köşelerinden birinde bulunan, birkaç yüz insanın yaşadığı “Faymonville” isimli köyün meydanında, Belçika ve Valonya bayraklarının yanında Türk bayrağı da dalgalanıyor. Köyün merkezinde, bugün kütüphane olarak kullanılan binanın girişinde, mermer üzerine oyulmuş ay-yıldız görüntüleri, binanın içinde ise camlara işlenmiş Türk bayrağı motifleri dikkati çekiyor.

Öte taraftan Hollanda’dan, Amsterdam şehrine 250 km mesafede “Türkiye” adını taşıyan bir köy olduğunu öğreniyoruz başka bir kitaptan. Zeeland bölgesinin Oestburg Belediyesi’ne bağlı küçük bir köydür bu. Habere göre köylüler Protestanlıklarını Osmanlıya, yani Türk’e borçlu olduklarına inanıyorlarmış.

Öbür tarafta Himalayaların eteklerinde uzanan Keşmir eyaletinde kendilerine “Osmanî” diyen Türk Köyleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği üyeleri poz veriyorlar objektife.. .

Günün birinde İrlanda’da Drogheda belediye binasının üzerinde ay yıldızlı bir tabelayla karşılaşıyorsunuz. En kötü zamanımızda Türkler bize yardımlarını esirgemediler diye yazıyor üzerinde. Candan teşekkürlerini eklemeyi de ihmal etmiyorlar elbette.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı Ocak 2007’de yaptığı İspanya ziyareti sırasında Osmanlı kıyafetleriyle karşılayan ve kendilerin “Türk” diyen “Los Turkoslar” çıkıyorlar sahneye.

İngiltere’de Parlamento üyesi olup şimdilerde Londra Belediye Başkanlığına seçilen Boris Johnson’ın son Osmanlı İçişleri Bakanı Ali Kemal’in torunu olduğu haberi gazete manşetlerinde çınlarken, Meksika’nın başkenti Mexico City’de çinili bir Osmanlı çeşmesinin ortaya çıktığı notu düşüyor tarih dergilerine.Şimdi Türkiye o çeşmeyi tamir ettiriyor ve böylece Güney Amerika’da bir Osmanlı eseri gün yüzüne çıkıyor.

Peki 19. yüzyılda Bavyera ordu komutanlarının uğur olsun diye savaşa, prens dedeleri ya da soylu generaller tarafından Türklerden ganimet olarak aldıkları “çadırlar”la gittiklerini, yani Osmanlıların bizim gözümüzde bitirilen itibarının Almanyalarda hala yükseklerde seyrettiğini biliyor muyuz?

Nicolas Sarkozy’nin de, Fidel Castro’nun da atalarının Osmanlı Yahudisi çıkması yetmiyormuş gibi, Alman besteci Richard Wagner’in Sultan Abdülaziz’den opera binası yaptırmak için para istediğini, Avusturyalı besteci Johann Strauss’un Abdülmecid’e özel bir marş besteleyip ihsan-ı şahaneyi beklediğini, II. Abdülhamid’in ise Pasteur’e Dersaadet’te beraber çalışma teklifinde bulunduğunu okuyoruz.

Washington şehrinin göbeğinde, üstelik en prestijli müze-anıtlardan Washington Memorial’da karşımıza çıkan Tosyalı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Osmanlı kitabesi ve Sultan Abdülmecid’in tuğrası acaba bir şeyler fısıldıyor mu kulaklarımıza?

Ve bir başka haber:

Papa 16. Benediktus, günümüzden 517 yıl önce cereyan eden Otranto çıkarması sırasında hayatlarını kaybeden, Piskopos Primaldo da dahil toplam 800 Hristiyana azizlik unvanı verilmesine ilişkin kararnameyi imzaladı.

Son olarak şu haberi okuyalım:

Rodos Adası’nda yaşayan Şaban Karkınlıoğlu ve eşi Süheyla Hanım, tam 49 yıldır Barbaros Hayrettin Paşa’nın amirallerinden Murat Reis’in türbesinde bekçilik yapıyor.

Şimdi de 2011 yılının Ocak ayında çıkan bir gazete haberine kulak veriyoruz:

Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, İspanyol ABC isimli günlük gazeteye verdiği demeçte, “Türkler tarafından 150 yıl boyunca idare edilmemizi bir şans olarak tanımlıyorum. Ülkemiz Türkler değil de, başka bir millet tarafından alınsaydı, dilimizi ve dinimizi değiştirmemizi isteyeceklerdi; biz de asimile olacaktık. 150 yıl boyunca Macaristan Türkler için stratejik bir yer oldu” dedi.

Ve düşünüyoruz: Acaba tarihimiz hakiki çehresiyle arz-ı endam ettiğinde nasıl bir manzara karşısında kalacağız?

Aslına ufku Misak-ı Millî sınırları içinden görmeye ve düşünmeye alıştırılmış bir neslin dramıdır yaşadığımız. “Biz neydik?” sorusu, ete saplanan bir kurşun gibi hemen her adımda karşımıza çıkıyor veya biz hatırlamak istemesek de, başkaları tarafından çıkarılıyor. Bunun en som örneğini, Avusturya sağının temsilcisi Andreas Möller’in, “Türkler AB’ye girerse Viyana’yı kaybederiz” mealindeki ürküntü verici demecinde görmüştük. Demek ki, dedik, bu demeci okuyunca, biz unutsak dahi dünyanın bizi unutmaya hiç niyeti yok.

Onlar unutmuyor, üstelik unutmamak uğruna sürekli hafıza çalış -ması yapıyorsa, dünyada bir tek akıllı millet biz miyiz ki, geçmişimize bu kadar düşmanlık ediyor ve tarihini unutmayı bir erdemmiş gibi sunabiliyoruz insanımıza.

Büyük Osmanlı Projesi’nde işte bu nicedir varlığını unuttuğumuz dünyanın kapılarını bir parça daha aralamaya çalıştım. Bir “hafıza tazeleme” çalışması de diyebilirsiniz ona.

“Hatırla onu!” ikazının, kitabın hemen her satırında karşımıza çıkması ve giderek “Hatırla kendini!” uyarısına bürünmesi bundandır.

Osmanlı’yı, yaşadığı çağların “küresel aktörü” olarak konumlandıran ve bu yüzden de küreselleşen dünyamızda bunu daha önce tecrübe etmiş bulunan Osmanlı birikiminden yararlanmanın önümüzü görmemize yardım edeceğini vurgulayan kitap, hem “küresel tarih” çalışmalarına Osmanlı’nın katkılarına atıfta bulunuyor, hem de Osmanlı tecrübesinin kendiliğinden bir ‘oluşum’ değil, bilinçli ve planlı bir ‘proje’ olduğuna dikkat çekiyor.

Kitapta “Büyük Osmanlı Projesi”nin ana hatları hakkında ufkumuzu genişletecek kimi bilgiler sunmak istedim. Ve daha önemlisi, Türkiye’nin yakaladığı yeni bir istikrar ve gelişme trendinde, hele giderek kıvamlanan dış politika açılımlarında ‘Bir kere başarılan neden bir kere daha başarılamasın?’ sorusunun umut vadeden soluklarını tespit etmeye çalıştım.

Unutmayalım ki, tarihçiler, “ölü bir geçmiş”le ilgilenmezler. Eğer geçmiş tamamen ölmüşse onunla ya prehistoryacılar ya da arkeologlar ilgilenir. Tarihin malzemesi ise ölü değildir.

Hele Osmanlı tarihi gibi ölmemiş, Arnold Toynbee’nin dediği gibi “durdurulmuş” bir medeniyetin tarihinden bahsediyorsak, o zaman geçmişin bizimle beraber yaşamaya devam ettiğini mutlaka fark etmemiz gerekir.

Öte yandan modern olacaksak tarihi bir proje olarak ele almayı öğrenmemiz gerekir.

Tarihle uğraşırken aslında her nasılsa arkamızda kalmış ve olmuş bitmiş bir olaydan değil, içinde yaşadığımız ve hem bugün için, hem de gelecek için anlam ve sonuçları olan bir geçmiş tecrübeden bahsediyoruz.

Zaten eğer böyle olmasaydı, yani geçmiş gerçekten geçmiş olsaydı, tarihçiler dışındaki insanları neden bu denli ilgilendirsindi ki?

Bakışımızı hep olumlu örneklere odakladığımız için bizi eleştirenler çıkacaktır. Buna cevabımız, karşımızdaki nesnenin büyüklüğünü görebilmek için buna mecburuz, olacaktır. Eleştirmek için bile bir dağa biraz uzaklaşıp bakmanız gerekmez mi? Çünkü karşınızdaki ufak tefek bir tepe değil, ucu göklere uzanmış bir zirvedir ve zirveler öncelikle hayranlıkla ve uzaktan izlenir.

İkincisi ise tarihi ne için okuduğumuzla ilgili bir noktadır. Mesela Osmanlıların Stratejik Sorunları adıyla bir sözde kitap alıyorsunuz elinize ve daha Kanuni, hatta Fatih zamanından itibaren Osmanlı’nın çöküşünü öngören, bu tarihin bir işe yaramazlığı üzerine kurulu bir bayağılıkla karşı karşıya geliyorsunuz. Bu devletin, yazarın çöküşün tohumlarının atıldığını söylediği tarihten sonra tastamam 350 yıl daha yaşamış olması, onun için herhangi bir anlam ifade etmiyor olabilir ama bizler beyinleri kelepçelenmiş olanların bakışıyla bakmaktan bıktık usandık tarihe. Artık özgür olmak istiyoruz.

Fernand Braudel gibi bakacağız mesela: “19. yüzyıla gelene kadar bir Osmanlı gerilemesinden söz edilemez”, diyen Fernand Braudel gibi…

Belki de bize gerçekleri dışımızdakiler söyleyecek ve gerçekleri keyfimize göre kısaltıp uzattığımız “Prokrustes’in yatağı” haline getirdiğimiz tarih hakkındaki ezberlerimizi onların bozmasını bekleyeceğiz bir süre. Üzerimize boşalan zehirli yağmurdan içmeyenlerin yani.

İşte Almanya’nın en uzun süre görev yapmış ve aynı zamanda Avrupa’nın da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yetiştirdiği en büyük değerlerden ve devlet adamlarından Konrad Adenauer’ın tarihe bakışı, bizi tarihten yararlanmanın hangi zemine oturtulması gerektiği gerçeğiyle burun buruna getiriyor.

Şöyle diyor Konrad Adenauer:

Benim için karşılaştırmaya esas olan Almanya, 1944 sonunun felakete uğramış vatanı değildir. Ben milletimin tarihinde şan ve kudretin zirvesi hangi devirde ise onun hasretini duydum. Yapılabilmiş olanların en güzel ve en yücesini benimsemek, ihtiras anlamına gelmez. Bu kaybedilmişi özlemek, vatan muhabbetinin yeterliliğini anlatır.

İşte tarihe bilgece bakış ve tarihten yararlanmak dediğimiz şey budur. Cemal Kutay’ın dediği gibi, bu sözleri söylediği zaman Adenauer’a kimse kalkıp da “Vay gerici adam, Hitler’i mi geri getirmek istiyorsun, yeni bir Bismark mı olmak istiyorsun, “seni kapanan devirlerin gizli hastası seni…” diye üzerine hücum edip damgalamamıştır.

Neden peki?

Avrupa kültürü dediğimiz hadise, tarih olmadan nefes alamaz da ondan. Ve herkes tarihini şöyle ya da böyle bilir, onu hatırlatmaya, ondan yararlanmaya kalkarken, kendi insanlarımın tarihlerinden nefret etmesi için uğraşılmış olması, Türkmenistanlı öğrenci kadar benim de kanıma dokunuyor artık.

Bir toplum elbette tarihindeki şan ve kudretin zirve yaptığı zamanları daha çok hatırlayacaktır. Bunda ne tuhaflık olabilir ki? Zira o dönemler, o milletin tarihin sahnesinde en büyük organizasyon kudretiyle, en büyük yapıcılık yeteneğiyle, en keskin zekâ ve sanat hamleleriyle ortaya çıktığı yıllar olmuştur. Bir devlet kurmak, bir milletin en büyük başarılarından biridir. Hele hele bir imparatorluğu kurup asırlarca yönetmek yeryüzünde pek az millete nasip olmuş kıskanılacak bir başarıdır.

Bir milletin içinde gizli potansiyelleri açığa çıkarmış olan bu dönemler aynı zamanda bir tarih laboratuarı değil midir? Bir tarih aynası değil midir? Bu ellerin ve bu kafanın bu topraklar üzerinde…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yakın Tarihin Kara Delikleri / Küller Altında Yakın Tarih 2 ~ Mustafa ArmağanYakın Tarihin Kara Delikleri / Küller Altında Yakın Tarih 2

    Yakın Tarihin Kara Delikleri / Küller Altında Yakın Tarih 2

    Mustafa Armağan

    * Vahdettin Sevr Antlaşması’nı imzaladı mı? * Misak-ı Millî sınırları var mıydı? * Atatürk hangi mektubunu unutturmak istedi? * Mustafa Kemal’in Kerkük’e son mesaj...

  2. Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz İstiklal Savaşı’nın İçyüzü ~ Mustafa ArmağanKazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz İstiklal Savaşı’nın İçyüzü

    Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz İstiklal Savaşı’nın İçyüzü

    Mustafa Armağan

    “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım…” Kazım Karabekir Paşa İstiklal Savaşı’nın bugüne kadar göz ardı edilen, gösterilmeyen, yazılmayan taraflarını inceliyor. Tarihe yeni bir gözle bakmak...

  3. Düşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç ~ Mustafa ArmağanDüşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç

    Düşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç

    Mustafa Armağan

    “Bir çağın vicdanı olmak isterdim; bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur