Denizler tanrısı Poseidon’un oğlu Percy Jackson, uzun bir uykudan uyanıyor ve aniden kendini yılan saçlı iki kadınla yüz yüze buluyor. Sorun şu ki, bu yaratıklar ölmek bilmiyor. Ancak bu, Percy’nin sorunları arasında belki de en önemsizi. Çünkü Percy gizemli bir yaşlı kadın tarafından bir kampa götürülüyor. Melezlerle dolu bir kampa. Percy’nin hayatında ilk defa gördüğü bir kampa. Ne yazık ki Percy geçmişinden yalnızca tek bir kişiyi hatırlıyor: Annabeth. Kesin olan bir şey var ki, Percy’nin daha yapacak çok işi var. İki yeni melez arkadaşı Hazel ve Frank’le birlikte, bugünedek hiç görmediği kadar ağır bir görevle karşı karşıya: Yediler Kehaneti. Bu yolda başarısız olurlarsa zarar görecek olan tek şey kamp değil ne yazık ki. Tehlikede olan, Percy’nin eski yaşamı,tüm sevdikleri, tanrılar ve elbette ki tüm dünya…
PERCY
Yılan saçlı kadınlar Percy’nin canını sıkmaya başlamıştı.
Üç gün önce Napa Ucuzluk Pazarı’nda tepelerine bir kasa bovliag topu attığı zaman ölmüş almaları gerekiyordu. İki gün önce Martinez’de bir polis arabasıyla Üzerlerinden geçtiğinde de ölmüş olmaları gerekiyordu. Bu sabah Tilden Park’ta kafalarını kestiğinde ise kesinlikte ölmüş olmaları gerekiyordu.
Percy onları kaç kez öldürürse öldürsün, toza dönüşmelerini izlerse izlesin, devasa, hain toz bulutları gibi tekrar beden buluyorlardı. Hatta onlardan kaçamıyordu bile.
Tepeye çıkıp nefesini düzenlemeye çalıştı. Onları en son ne zaman öldürmüştü? Belki iki saat önce. İki saatten fazla ölü kalmıyorlardı.
Son birkaç gündür çok az uyumuştu. Bulabildiği ne varsa yemişti -paralı makinelerden jelibon, bayat simit, hatta leş gibi bir hamburgerciden bir dürüm bile yemişti ki bu artık Percy için bile çok alt seviyeydi. Üstü başı yırtılmış, parçalanmış ve yaratık kanına bulanmıştı.
Bunca süre hayatta kalmayı başarmıştı çünkü yılan saçlı iki kadın -gorgonlar diyorlardı kendilerine- bir türlü Percy’yi öldürememişti. Pençeleri derisine saplanmıyordu. Onu ısırmaya çalıştıklarında dişleri kırılıyordu. Ama Percy daha fazla dayanamazdı. Çok yakında yorgunluktan bayılacaktı, sonra da her ne kadar öldürülmesi zar olursa olsun, gorgonların bunun bir yolunu bulacaklarından emindi.
Nereye kaçmalıydı?
Etrafına bakındı. Başka koşullar altında olsa manzaranın tadını çıkarmaya bakardı. Solunda, küçük göller, koruluklar ve birkaç inek sürüsüyle bezeli altın renkli tepeler şehre doğru iniyordu. Sağındaysa Berkeley ve Oakland ovaları batıya doğru uzanıyordu -geniş bir yerleşim yeriydi burası, muhtemelen güzel sabahlarının iki yaratık ve pis bir melez tarafından berbat edilmesini hiç istemeyecek insanlar yaşıyordu buralarda.
İleride, batıda San Francisco Körfezi gümüşi bir sisin altında parıldıyordu. Onun ötesinde bir sis duvarı San Francisco’nun neredeyse tamamım kaplamıştı, görünen tek şey gökdelenlerin tepeleri ve Golden Gate Köprüsü’nün kuleleriydi.
Belli belirsiz bir üzüntü çöktü Percy’nin yüreğine. İçinden bir his ona daha önce San Francisco’ya geldiğini söylüyordu. Bu şehrin, geçmişinden hatırlayabildiği tek kişi olan Annabeth’le bir bağlantısı vardı. Annabeth’in hatırası iç parçalayıcı derecede hayal meyaldı. Kurt, Annabeth’i göreceğine ve hafızasını geri kazanacağına dair Percy’ye söz vermişti -bu yolculuktan sağ çıkarsa tabii.
Körfezi geçse miydi?
Cezbedici bir yanı vardı. Ufkun ötesindeki okyanusun gücünü hissedebiliyordu. Su onu hep canlandırmış, kendine getirmişti. Tuzlu su ise en iyisiydi. İki gün önce Carquinez Boğazı’nda bir deniz yaratığını boğduğunda fark etmişti bunu. Körfeze ulaşabilirse en azından bir kez daha savaşacak kadar güç toplayabilirdi. Hatta belki gorgonları suda bile boğabilirdi. Ancak kıyı nereden baksanız üç kilometre uzaktaydı. Koca bir şehrin içinden geçmesi gerekecekti.
Tereddüt etmesinin bir sebebi daha vardı. Kurt Lupa ona duyularını hassaslaştırmayı öğretmişti -onu güneye yönelten içgüdülerine güvenmeyi bir de. Şimdi yuvaya dönüş radarı deli gibi atıyordu. Yolculuğunun sonu yakındı -neredeyse ayaklarının altındaydı. Ama bu nasıl olurdu?
Tepenin üzerinde hiçbir şey yoktu.
Rüzgar yön değiştirdi. Percy o ekşi sürüngen kokusunu aldı. Yamacın 100 metre aşağısında çalıların arasında bir şey hışırdıyordu -dalları koparıyor. kuru yaprakları eziyor, tıslıyordu.
Gorgonlar.
Percy belki milyonuncu kez gorgonları burnu keşke bu kadar iyi koku almasa diye düşündü. Gorgonlar onun kokusunu alabildiklerini çünkü onun bir yarı-tanrı, eski bir Roma tanrısının melez oğlu olduğunu söylemişlerdi. Percy çamurda debelenmiş, ırmaklarda yıkanmış, hatta cebine yeni bir araba gibi kokmak için araba kokulan bile doldurmuştu ama bu melez kokusu belli ki bastırılabilecek bir koku değildi.
Tepenin batısına doğru koştu. Ancak tepe epey dikti. Yamaç yirmi beş metre kadar yukarı uzanıyor, yamacın diğer yanına inşa edilmiş bir apartmanın çatısına ulaşıyordu. Bunun yirmi metre kadar altında da Bcrkeley’e doğru devam eden bir otoban uzanıyordu.
Harika. Tepeden başka bir iniş yok. Kendi kendini köşeye sıkıştırmayı başarmıştı.
Batıya, San Francisco’ya doğru giden arabalara baktı ve keşke birinin içinde olsaydım diye düşündü. Sonra birden otobanın tepenin içinden geçmesi gerektiğini fark etti. Bir tünel olmalıydı… tam ayağının altında.
İçindeki radar, alarm çanları çalmaya başladı. Doğru yerdeydi, sadece fazla yukarıdaydı. Şu tünele bir bakması lazımdı. O otobana çıkan bir yol bulmalıydı -hemen.
Sırt çantasını indirdi. Napa Ucuzluk Pazarı’ndan bir sürü malzeme kapmıştı: portatif bir GPS, bant, fener, yapıştırıcı, su şişesi, kamp şiltesi, panda şeklinde pofuduk bir yastık (aynı reklamlardaki gibi) ve bir İsviçre çakısı -çağdaş bir melezin ihtiyaç duyacağı hemen hemen her şey. Fakat paraşüt ya da kızak görevi görecek hiçbir şey yoktu elinde.
Geriye iki seçenek kaldı: yirmi beş metre aşağı atlayıp çakılmak yada burada kalıp savaşmak. İki seçenek birbirinden sevimsizdi.
Bir küfür savurup cebinden kalemini çıkardı.
Kalem pek bir şeye benzemiyordu, ucuz, basit bir tükenmez kalem gibiydi; ama Percy kapağını açtığında parıl parıl parlayan, bronz bir kılıca dönüşüyordu. Kılıç mükemmel bir biçimde dengeliydi. Deri kabzası Percy’nin dine cuk oturuyordu, sanki onun için yapılmış gibiydi. Kenarına Percy’nin nasıl olduysa bir şekilde okuyabildiği, Antik Yunanca bir sözcük kazınmıştı: Amunntısmos -Dalgakıran.
Kurt Evi’nde gözlerini açtığı o gece elinde bu kılıç vardı. İki ay mı olmuştu? Daha da mı çok? Zaman mevhumunu kaybetmişti. Kendini birden yanıp dökülmüş bir malikanenin bahçesinde bulduğunda üzerinde bir şort, turuncu bir tişört ve boynunda da tuhaf şekilli, kilden boncuklar dizili bir kolye vardı. Dalgakıran elindeydi ama Percy kim olduğunu ya da oraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Ayakları çıplaktı, donuyordu ve kafası allak bullak olmuştu. Sonra da kurtlar gelmişti…
Tam yanında, tanıdık bir ses onu şimdiki zamana geri getirdi: “Demek buradasın!”
Percy, gorgondan uzaklaşmaya çalıştı, neredeyse tepeden aşağı yuvarlanıyordu.
Bu, güleç yüzlü olandı: Beano.
Tamam, gorgonun adı aslında Beano değildi. Şimdiye dek anlayabildiği kadarıyla Percy’dc disleksi vardı, bir şeyi okumaya çalıştığımla harfler birbirine giriyordu. Bu gorgonu ilk gördüğünde gorgon Ucuzluk Pazarı çalışanı kılığındaydı ve yakasında “HOŞ GELDİNİZ! BENİM AIMM STHENO! Yazan büyük, yeşil bir isim kartı vardı. Percy de Stlıeııo’yu BEANO diye okumuştu.
Gorgonun üzerinde hala çiçekli elbisesinin üzerine geçirdiği yeşil Ucuzluk Pazarı önlüğü vardı. Bedenine şöyle bir baksanız, birinin tombul büyükannesi falan derdiniz -ta ki gözlerinizi aşağı indirip İmroz ayaklarına sahip olduğunu fark edene dek. Ya da yukarı doğru bakıp ağzının kenarlarından sarkan bronz domuz dişlerini görene dek. Gözleri kırmızı kırmızı parlıyordu, saçlarıysa kımıl kımıl oynayan açık yeşil yılanlardan ibaretti.
Peki, bu gorgonun en korkunç yanı neydi dersiniz? Hala Ucuzluk Pazarı ikramı olan peynir-sosis tabağını tutuyor oluşu. Tabak, Percy’nin gorgonu defalarca öldürüşünden kalan hatıralarla delik deşik olmuştu ama ikramlık sosisler ve peynirler sapasağlam duruyurdu. Stheno bunları Kaliforniya’dan beri taşıyordu, sırf Percy yi öldürmeden önce ona ikram edebilmek için. Percy, gorgonun bunu neden yaptığını bilmiyordu ama bir gün bir zırha ihtiyacı olursa bunu kesinlikle bu sosislerden ve peynirlerden yapacaktı. Bu şeyler her ne ise asla imha olmuyordu.
“Bir tanesinin tadına bakmak ister misin?” dedi Stheno.
Percy kılıcıyla onu geri püskürttü. “Kız kardeşin nerede?”
“Ah, indir şu kılıcı,” dedi Stheno sevimli bir sesle. “İlahi bronzun bile bizi uzun süreliğine öldürmediğini artık öğrenmiş olman gerek. Bir sosis al! Bu hafta indirimdeler, ben de seni aç karnına öldürmeyi hiç istemiyorum.”
“Stheno!” Diğer gorgon Percy’nin sağında öyle aniden belirdi ki Percy tepki vermeye bile fırsat bulamadı. Neyse ki gorgon, kız kardeşine öfke kusmukla o kadar meşguldü ki Percy’ye dönüp bakmadı bile. “Sana gizli gizli gelip onu öldür demiştim!”
Stheno’nun gülümsemesi silindi. “Ama Euryale…” Euryale’in ismini ‘Yuriyel’ gibi telaffuz etmişti. “Ona bir tane sosis versem önce?”
“Hayır, seni geri zekâlı!” Euryale, Percy’ye dönüp dişlerini gösterdi.
Kızınız yılanlardan oluşan saçı dışında tıpkı kız kardeşine benziyordu Euryale. Ucuzluk Pazarı önlüğünde, çiçekli elbisesinde, hatta domuz dişlerinde bile %50 İNDİRİM çıkartmaları vardı. Yaka kartında MERHABA! BENİM ADIM, GEBER MELEZ BOZUNTUSU! yazıyordu.
“Bizi boşuna uğraştırdın be Percy Jackson,” dedi Euryale. “Ama şimdi kapana kısıldın ve biz de intikamımızı alacağız.”
“Sosislerle peynirler sadece 2.99$,” dedi Stheno yardımcı olmaya çalışarak. “Şarküteri reyonunda, üçüncü koridorda.”
Euryale hırladı. “Stheno, Ucuzluk Pazarı bir tuzak! Sen fazla uyum
sağladın! Şimdi bırak o saçma sapan tepsiyi de şu melezi yok etmeme yardım et. Onun Medusa’yı buharlaştıran melez olduğunu unuttun mu?”
Percy geri adım attı. On beş santimetre daha geri gitse aşağı yuvarlanacaktı. “Bakın hanımlar, bunu aştık biz. Ben Medusa’yı öldürdüğü hatırlamıyorum bile. Ben hiçbir şey hatırlamıyorum! Ateşkes yapıp indirimdeki ürünlerden falan konuşsak olmaz mı?”
Stheno kız kardeşine dudaklarını büzerek bir bakış attı, gerçi domuz dişleri düşünüldüğünde bunu yapabilmesi bile şaşırtıcıydı, “Haydi öyle yapalım?”
“Hayır!” Euryale’in kırmızı gözleri Percy’ye dikildi. “Hatırlayıp hatırlamaman umurumda değil, deniz tanrısının oğlu. Medusa’nın kanının kokusu hala üzerinde. Çok hafif, yıllar öncesinden kalma, evet, ama onu en son alt eden şendin. Tartarus’tan hala dönemedi. Bu senin suçun!”
Percy bunu anlamıyordu. Şu “ölüp de Tartarus’tan geri dönme” kavramı başına ağrı sokuyordu. Elbette bir tükenmez kalemin bir kılıca dönüşmesi ya da yaratıkların Sis adı verilen bir şeyin arkasında gizlenmeleri ya da Percy’nin beş bin yıl önceki bir deniz kabuğu tanrısının oğlu olması fikri de başını ağrıtıyordu. Ama Percy bunlara inanıyordu. Hafızası silinmiş bile olsa, bir melez olduğundan, adının Percy Jackson olduğundan emin olduğu kadar emindi. Daha Kurt Lupa’yla yaptığı ilk sohbette bu çılgın tanrılar yaratıklar evreninin onun gerçeği olduğunu kabullenmişti. Ki bu epey sevimsiz bir gerçekti, o ayrı.
“Durum berabere desek peki?” dedi. “Ben sizi öldüremiyorum. Siz de beni öldüremiyorsunuz. Hem siz Medusa’nın kız kardeşleriyseniz -şu insanları taşa çeviren Medusa’nın yani- benim şimdiye çoktan taşa dönüşmüş olmam gerekmez miydi?”
“Ah, kahramanlar!” dedi Euryale tiksintiyle. “Hep ısıtıp ısıtıp bunu getirirler önümüze, tıpkı annemiz gibi! ‘Siz neden insanları taşa dönüştüremiyorsunuz? Kardeşiniz yapabiliyor ama.’ Seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm oğlum ama bu sadece Medusa’nın lanetiydi. Ailemizin en tipsiz ferdi oydu. Hep çok şanslıydı!”
Stheno incinmiş gibiydi. “Annem hep en tipsizin ben olduğunu söylerdi.”
“Kes sesini!” diye patladı Euryale. “Sana gelince Percy Jackson, Aşil’in izini tadıyorsun, doğru. Bu seni biraz daha zor yok edilir kılıyor. Ama üzülme. Biz bir çaresine bakarız.”
“Neyin izi?”
“Aşil,” dedi Stheno neşeyle. “Ah, ne yakışıklıydı ama! Çocukken Styks Nehri’ne batırılmış, o yüzden ayak bileğindeki minik bir nokta hariç yenilmezdi. Senin de başına bu gelmiş hayatım. Birisi seni Styks’e daldırmış ve derin, demir gibi sağlam olmuş. Ama üzülme. Senin gibi kahramanların her zaman bir zayıf noktası vardır. Tek yapmamız gereken bu noktayı bulmak, sonra seni öldürebiliriz. Ne hoş olur, değil mi? Bir sosis al!”
Percy düşünmeye çalıştı. Styks Nehri’ne girdiğini hiç hatırlamıyordu. Ama zaten hiçbir şey hatırlamıyordu ki. Cildi kendisine demir gibi gelmiyordu ama bu durum, kesinlikle bunca zamandır gorgonlara karşı hayatta kalmış olmasını açıklıyordu.
Belki şu tepeden yuvarlansa… sağ çıkar mıydı acaba? Riske etmek istemedi -bir kızak Talan olmadan…
Stheno’nun elindeki büyük, gümüş tabağa baktı.
Hmm…
“Fikrini mi değiştirdin?” diye sordu Stheno. “Çok akıllıca hayatım. Bunlara biraz gorgonkanı kattım, böylece ölümün hızlı ve acısız olacak.”
Percy’nin boğazına bir yumruk indi sanki. “Sosislere kendi kanını mı kattın?”
“Birazcık sadece.” Stheno gülümsedi. “Biraz kolumdan, ama benim için endişelendin demek, çok tatlısın. Sağ tarafımızdaki kan her şeyi iyileştirir, ama sol tarafımdaki kan ölümcüldür o”
“Seni salak!” diye bağırdı Euryale. “Bunu söylememen gerekir! Zehirli olduklarını bilince yiyecek mi o sosisleri sanki!”
Stheno şaşkına dönmüştü. “Yemez mi? Ama hızlı ve acısız bir ölüm olacak dedim.”
“Aman neyse!” Euryale’in tırnakları pençelere dönüştü. “Biz de onu zor yoldan öldürürüz -zayıf noktasını bulana dek yırtarız derisini. Percy Jackson’ı bir yenersek Medusa’dan bile ünlü oluruz! Hanımefendi bizi ödüllendirir!”
Percy kılıcını sıkıca tuttu. Hareketin zamanlamasını iyi ayarlaması gerekiyordu -birkaç saniyelik bir şaşırtmaca, sol elle tepsiyi kapma…
Bırak kendi aralarında konuşsunlar, diye geçirdi içinden.
“Beni paramparça etmeden önce sorayım,” dedi, “şu bahsettiğiniz hanımefendi kim?”
“Euryale sırıttı. “Tanrıça Gaia tabii ki! Bizi dehlizlerden çıkaran! Onunla tanışacak kadar uzun yaşayamayacaksın ama arkadaşların çok yakında onun gazabını tecrübe edecek. Şu an bile orduları güneye gidiyor. Kader Şenliğinde uyanacak ve melezler bir bir düşecek, şey gibi, şey…”
“Ucuzluk Pazarı’ndaki fiyatlar gibi!” dedi Stheno.
“Öehh!” diye hırladı Euryale kız kardeşine.
Percy bunu fırsat bildi. Stheno’nun tepsisini kaptı, sosislerle peynirleri yere savurdu ve Dalgakıran’ı Euryale’e doğru savurup gorgonu belinden ikiye ayırdı.
Tepsiyi kaldırdı vc
“Medusa!” diye çığlık Stheno birden tepsideki kendi yansımasıyla yüz yüze geldi.attı.
Kız kardeşi Euryale kül olmuştu ama şimdiden yeniden beden bulmaya başlamıştı bile. Tıpkı erimiş bir kardan adamın ayağa kalkınası gibiydi.
“Stheno, aptal!” diye guruldadı yarı biçimlenmiş çamurlu yüzüyle. “O senin kendi yansıman! Yakala onu!”
Percy tepsiyi Stheno’nun kafasına indirdi ve Stheno bayıldı.
Sonra tepsinin üzerine oturdu, içinden artık hangi Romalı tanrı kızaklarla ilgileniyorsa ona bir dua okudu ve tepeden kaymaya başladı.
“Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Gençlik Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOlimpos Kahramanları - Neptün'ün Oğlu
- Sayfa Sayısı472
- YazarRick Riordan
- ISBN9786050904000
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Egmenot Çocuk Kitapları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Notre Dame’ın Kamburu ~ Victor Hugo
Notre Dame’ın Kamburu
Victor Hugo
1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde...
- Oz ~ Adam Fawer
Oz
Adam Fawer
Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi ona inandığım için esas deli ben miyim diye...
- Küçük Şeytan ~ Fyodor Sologub
Küçük Şeytan
Fyodor Sologub
Rus sembolizminin özgün kalemi Fyodor Sologub, öncüllerinin izlediği yolu tamamen terk ettiği ve en önemli eseri sayılan Küçük Şeytan’da, sıradan insanların düştüğü trajikomik durumları...
Eğer bu ikinci kitabın devamıysa piper jason ve leo nerde ya