Dr. Jekyll ve Mr. Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler, Stevensonın üç öyküsünü bir araya getiriyor. Yazarın gördüğü bir rüyadan esinlenerek kaleme aldığı “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, gotik edebiyatın köşetaşlarından biri. Biri doktor, diğeri psikopat bir katil iki farklı ruhu aynı bedende yaşatan bir adamı anlatan öykü, psikiyatrinin temel konularından biri olan çifte kişilik sorununu işliyor.
Bilime hizmet kisvesi altında, para ve iktidar hırsıyla sınır tanımayan genç cerrahları anlatan “Ceset Hırsızı” gerçek bir olaydan kaynaklanıyor. “Olalla” ise aşk, gizem ve sömürü motiflerini incelikle bir arada örüyor.
Kötülüğün ve özyıkımın insanın doğasında var olduğuna inanan Stevensonın öyküleri, XIX. yüzyılın baskıcı ortamında, bireyin mutluluğuna da sefaletine de kayıtsız kalan bir dönemin ürünleri olarak şekillenmiştir. Her açıdan köşeye sıkışmış insanın çaresizliğini yansıtan bu öyküler, bölünmüş benlerin içsel belirsizliklerini estetik düzleme taşır.
***
İçindekiler
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde 13
Ceset Hırsızı 95
Olalla 121
DR. JEKYLL VE MR. HYDE
Kapının hikâyesi
Avukat Mr. Utterson, asla bir gülüşle aydınlanmayan katı bir çehreye, kıt ve mahcup bir hitap tarzına, geri kalmış bir hassasiyete sahip, uzun, sıska, cansız, sıkıcı ama her nasılsa sevilen bir şahsiyetti. Arkadaş toplantılarında, şarabın keyfîne vardığı zamanlarda, bakışlarında son derece insani bir şey belirirdi. Konuşmasına hiç yansımasa da, sadece yemeklerden sonra çehresinde şekillenen gizli sembollerde değil, daha çok ve daha belirgin olarak gündelik eylemlerde kendini belli eden bir şeydi bu. Kendisine karşı epey hoşgörüsüzdü Mr. Utterson; kaliteli şaraba olan düşkünlüğünü köreltmek için yalnızken cin içerdi ve çok sevdiği halde yirmi yıldır tiyatro kapısından içeri adımını atmamıştı. Ne var ki başkalarına karşı herkesçe onaylanmış bir hoşgörüye sahipti. Kimi zaman başkalarının kabahati olan o güçlü ihtiras karşısında gıptayla karışık bir hayret duyar, en olmadık durumlarda bile ayıplamak yerine yardıma meylederdi. “Kabil’in sapkınlığına şapka çıkarıyorum,” demişti bir defasında, tuhaf bir şekilde, “kardeşimin kendi usulüyle şeytana uymasına izin veririm ben.” Karakterinin bu yönü yüzünden çoğu zaman yokuş aşağı giden insanların hayatında kalan son saygın şahsiyet, olumlu tesir yaratacak son kişi olmaktan kurtulamazdı. Yanına varmaktan vazgeçmedikleri sürece de, böylelerine karşı tavırlarında en ufak bir değişim emaresi belirmezdi.
Şüphesiz onun için zor bir şey değildi bu, ne de olsa en basit ifadeyle, duygularını belli etmeyen biriydi. Dostlukları bile, benzeri bir iyi mizaç üstüne kurulmuş gibiydi. Dost çevresini talihin elinden çıktığı haliyle kabullenmek ancak mütevazı insanın özelliğidir ve Avukat’ın tarzı da aynen buydu. Dostlan ya kendi kanından insanlar ya da uzun süredir tanıdığı kişilerdi. Düşkünlük duyduğu şeylerse tıpkı sarmaşıklar gibi, zamanın bir ürünüydü; nesnenin kendisine olan bir eğilimin değil. İşte onu, uzaktan akrabası ve şehrin tanınmış siması Mr. Richard Enfield’la birleştiren bağ da, hiç şüphesiz buydu. İki adamın birbirlerinde ne buldukları ya da ne gibi bir ortak yanları olduğu, pek çoklarının akıl sır erdiremediği bir konuydu. Onlara pazar yürüyüşlerinde rastlayanlar, birbirleriyle hiç konuşmadıklarını, son derece donuk göründüklerini, bir dostla karşılaştıklarında ise bariz şekilde rahatladıklarını söylerdi. Tüm bunlara rağmen iki ahbap bu kısa gezintilere büyük önem verir, onları her haftanın gözbebeği addeder, gezintileri sekteye uğramasın, diye sadece keyif verici faaliyederi rafa kaldırmakla kalmaz, işle ilgili çağrılan da kulak arkası ederlerdi.
İşte bu gezintilerden birinde, iki ahbabın yolu tesadüfen Londra’nın işlek bir kesiminde yer alan, arka sokaklardan birine düştü. Dar ve sessiz denebilecek bir sokaktı burası ama hafta arası giderek gelişen bir ticarete sahne olurdu. Sokak sakinleri, görünüşe göre hali vakti yerinde, vaziyeti daha da iyileştirme konusunda rekabet içindeki kimselerdi ve kazançlarının fazlasını aşna fişneye ayırıyorlardı. Bu yüzden de dükkân önleri, tüm semt boyunca sıra sıra dizilmiş, güler yüzlü satıcı kadınlar misali, davetkâr bir havayla öne çıkıyordu. Göz alıcı hoşlukların perdelendiği ve geçişin nispeten azaldığı pazar günleri bile bu sokak, sönük muhitine kıyasla, ormandaki bir yangın gibi parlıyor; yeni boyanmış kepenkleri, cilalı levhaları, genel temizliği ve kayda değer canlılığıyla ziyaretçilerinin dikkatini çekiyor, gözünü gönlünü açıyordu.
Sokakta, doğu yönünde ilerlerken sol tarafta, köşelerden birine iki kapı mesafede, bir avlunun araya girmesiyle birlikte gidiş hattı kesintiye uğruyordu ve tam bu noktada, meşum bir blok, çatısını sokağa doğru uzatıyordu. İki katlı bu yapının, penceresi dahi olmayan alt katında tek bir kapı; rengi solmuş bir duvarın belirlediği üst katında ise kör bir cepheden başka bir şey yoktu. Binanın tüm hatlarına uzatmalı, bakımdan yoksun bir ihmalkârlığın izleri nüfuz etmişti. Ne zili ne de tokmağı olan kapıysa yıpranmış, rengini kaybetmişti. Berduşlar besbelli kapının girintisini mesken tutup duvarlarda kibritler çakmış, çocuklar merdivenlere dükkân açmış, öğrencinin biri bıçağını pervazlarda denemişti. Üstelik görünüşe bakılırsa hemen hemen bir nesildir bu gelişigüzel ziyaretçileri kovalamak veya yarattıkları tahribatı onarmak üzere buralara adım atan da olmamıştı.
Mr. Enfield ile Avukat, sokağın karşı tarafındaydılar, ama bina girişinin karşısına vardıklarında, Mr. Enfield bastonunu kaldırıp işaret etti. “Şu kapı hiç dikkatini çekti mi?” dedi. Dostundan olumlu yanıt alınca da, “O kapı benim zihnimde çok tuhaf bir hikâyeyle bağlantılıdır,” diye ekledi.
“Sahi mi?” dedi Mr. Utterson, ses tonunda hafif bir değişiklikle, “Nasıl bir hikâye?”
“Şöyle,” dedi Mr. Enfield, “kara bir kış günü, saat üç civarı, dünyanın bir ucundan evime dönüyordum ve yolum şehrin, sokak lambalanndan başka görülecek hiçbir şeyi olmayan bir yerine düştü. Sokak sokak ilerliyorum, herkes uykuda, yürüdükçe yürüyorum, her yer geçit resmine hazırlanmışçasına aydınlatılmış ve her yer kilise gibi bomboş. Nihayet, hani insan etrafı dinler dinler de gözleri artık bir polis aramaya başlar ya, işte aynen öyle bir ruh haline girdim. Tam o anda iki kişi gördüm. Bunlardan biri doğu istikametinde, düzgün bir kaldırımda uçar adımlarla yürüyen, ufak tefek bir adamdı; diğeriyse anacaddeyi kesen sokaktan aşağı var gücüyle koşan, sekiz-on yaşlarında bir kız çocuğu. Efendim, bu ikisi pek tabii ki köşede çarpıştılar. İşte ondan sonra olayın korkunç kısmı vuku buldu; adam büyük bir soğukkanlılıkla kızın üstüne basıp geçti ve onu yerde çığlık çığlığa bırakıverdi. Anlatınca kulağa öyle etkileyici gelmiyor ama izlemesi hakikaten pek bir fenaydı. Adam öyle insana falan benzemiyordu, Juggernaut1 gibi bir şeydi. Ona sesimin son perdesiyle seslendim, tabana kuvvet koşmaya başladım ve bu beyefendiyi yakasından yakaladığım gibi tutup çığlıklar atan kızcağızın etrafına toplanmış kalabalığın yanına getirdim. Beyefendi gayet sakindi ve hiç direnç göstermedi; ama bana öyle çirkin bir bakış fırlattı ki vücudumdan bir anda soğuk terler boşanıverdi. Etrafa toplananlar kızın aile fertleriydi ve çok geçmeden haber salınan doktor da çıkageldi. Doktora bakılırsa kızcağızın korkmaktan öte pek bir şeyi yoktu. Eh, hal böyle olunca iş orada bitti sanırsın ama ortada bir tuhaflık vardı. Kızın üstüne basıp geçen o beyefendiden görür görmez tiksinmiştim tabii ki. Ee, doğal olarak kızın ailesi de tiksinmişti; ama asıl dikkatimi çeken doktorun hal ve tavrıydı. Yaşı ya da görünümüyle dikkat çekici bir yanı olmayan, ağır Edinburgh aksanlı, odun gibi duygusuz, alelade bir şahıstı. Efendim, sözün kısası senin benim gibi bir adamdı. Ancak yakaladığım kişiye ne zaman baksa sanki onu öldürme arzusuyla beti benzi atıyordu. Ben onun aklından geçeni nasıl anladıysam o da benim aklımdan geçeni anlamıştı ve tutsağı öldürmek gibi bir şey söz konusu olmadığından, biz de yapabileceğimiz en iyi şeyi yaptık Beyefendiye, gerekirse olayı bir skandala dönüştürüp ismini Londra’nın bir ucundan ötekine dek lekeleyebileceğimizi söyledik. Ne kadar dostu, ne kadar saygınlığı varsa, hepsini kaybetmesi için elimizden geleni ardımıza koymayacağımızı anlattık. Bir yandan böyle kızılca kıyameti koparırken bir yandan da kadınları adamdan olabildiğince uzak tutuyorduk çünkü hepsi Harpyalar2 gibi hiddete kapılmıştı. Ömrümde böyle nefret dolu çehreler görmemiştim. Adamsa kapkaranlık, alaycı soğukkanlılığıyla, hatta sanırım biraz da korkuyla ortamızda duruyor ama tıpkı bir şeytan gibi hiç renk vermiyordu. ‘Bu kazadan kâr temin etmekse amacınız,’ dedi, ‘elimden bir şey gelmez elbet. Her centilmen hadise yaratmaktan kaçınır,’ diye ekledi. ‘Neyse kafanızdaki tutar, söyleyin,’ dedi. Adamdan çocuğun ailesi için yüz pound kadar kopardık. Fırsat bulsa biraz diretecekti ama başına dert açabileceğimiz hissine kapılmış olmalı ki razı geldi. Sıra parayı almaya geldi. Peki, nereye götürdü bizi dersin? O kapının olduğu yere! Cebinden bir anahtar çıkardı, içeri girdi ve az sonra on poundluk altınla ve kalanı için de Coutts bankasına ait, hamiline yazılmış ve hikâyemin esas noktalarından biri olduğu halde şu an söyleyemeyeceğim isimle imzalanmış bir çekle geri döndü. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, gayet iyi bilinen ve pek çok defa basılmış haliyle karşımıza çıkmış bir isimdi bu. Çekte yazan tutar yüksek olsa da, altındaki imza ondan çok daha fazlasına kefil olabilecek nitelikteydi; tabii hakiki olduğu sürece. Cesaretimi toplayıp beyefendiye tüm bunların epey şüphe uyandırıcı olduğunu, normalde kimsenin sabahın dördünde bir mahzen kapısından girip de elinde başka bir adamın imzasını taşıyan yüz poundluk çekle dışarı çıkamayacağını söyledim. Fakat beyefendi son derece rahat ve hor gören bir tavır içindeydi. Müsterih olun,’ dedi, ‘banka açılıncaya kadar yanınızda durup çeki kendi ellerimle bozduracağım.’ Bunun üzerine doktor, çocuğun babası, beyefendi ve ben, hep birlikte yola çıktık ve o geceyi benim evimde geçirdik. Ertesi sabah kahvaltı ettikten sonra yine hep birlikte bankaya gittik. Çeki ben ellerimle teslim ettim ve sahte olduğu yönünde ciddi şüphelerim olduğunu belirttim. Oysa yoktu böyle bir şey. Çek hakikiydi.”
“Cık cık cık,” dedi Mr. Utterson.
“Görüyorum ki sen de benim gibi düşünüyorsun,” dedi Mr. Enfield. “Evet, pek fena bir hikâye bu. Ne de olsa benim adam, kimsenin yanına yanaşmak istemeyeceği, sahiden de lanet olası biriydi; ama çekte imzası yer alan şahıs, centilmenlik timsali, hem de şöhretli (ki öyle olması daha da feci) ve hayır yapan bir kişiydi. Bir tür şantaj vardı belki de işin içinde. Birkaç gençlik kabahatine karşılık ağır bir bedel ödeyen, dürüst bir adam söz konusuydu belki. O kapının olduğu yere de sonuçta “Şantaj Evi” ismini taktım zaten. Gerçi, gördüğün üzere, bu bile olup biteni açıklamaya yetmiyor,” diye ekledi ve bu sözlerle birlikte derin bir düşünceye daldı.
Az sonra Mr. Utterson’ın ani bir sorusuyla dalgınlığından sıyrıldı: “Peki, o çeki bozduran kişinin orada yaşayıp yaşamadığını bilmiyor musun?”
“Yaşıyor olması hayli muhtemel, öyle değil mi?” diye cevapladı soruyu Mr. Enfield. “Ama ben, onun adresini bir şekilde fark etmiştim ve başka bir yerde, bir meydanda yaşadığını hatırlıyordum.”
“O kapının olduğu yeri hiç sorup soruşturmadın mı peki?” dedi Mr. Utterson.
“Hayır, efendim: Bir hassasiyetim vardır benim,” yanıtı geldi Mr. Enfield’den, “soru sorma konusuna çok katı yaklaşırım; kıyamette sorguya çekilmeye benzetirim bunu. Bir soru sormak, bir taşı yerinden oynatmak gibidir. Siz tepede sessiz sedasız otururken taş yuvarlanmaya başlar ve başka taşlan da beraberinde sürükler. Bir bakmışsınız gelmiş, evinin arka bahçesinde sessiz sedasız oturan (aklınıza en son gelecek) ihtiyarın kafasına çarpmış, ondan sonra bütün aile ismini değiştirmek zorunda kalmış. Hayır, efendim, bir kuralım var benim: Durum ne kadar müşkül görünüyorsa o kadar az soru sor.”
“Çok da güzel bir kural,” dedi Avukat.
“Fakat o yeri kendim gidip inceledim,” diye sözüne devam etti Mr. Enfield. “Ev demeye bin şahit ister doğrusu. Bildiğimizin dışında bir kapısı yok ve bildiğimiz kapıdan girip çıkan da, maceramın kahramanı olan beyefendiden başka kimse değil. Birinci katta avluya bakan üç pencere var, zemin katta hiç pencere yok. Ancak mevcut pencereler de daima kapalı ve temiz. Bir de çoğu zaman dumanı tüten bir baca var; demek ki içeride yaşayan da var. Yine de emin olmak zor, çünkü o avluya bakan binalar öyle bitişik nizam ki, hangisinin nerede bitip nerede başladığı belli değil.”
İkili bir süre sessizlik içinde yürüdü; ardından Enfield Utterson’a yine, “O kuralın pek güzelmiş,” dedi. “Evet, bence de öyle,” diye karşılık verdi Enfield. “Ancak yine de,” diye konuşmayı sürdürdü Avukat, “sormak istediğim bir şey var. Çocuğun üstüne basıp geçen beyefendinin ismini öğrenmek istiyorum.”
“Eh,” dedi Mr. Enfield, “söylememin bir zararı olacağını sanmıyorum doğrusu. Beyefendinin adı, Hyde’dı.” “Hmm!..” dedi Mr. Utterson, “Peki, görünümü nasıldı?”
“Tarifi kolay değil. Görünümünde bir tuhaflık vardı, insanı rahatsız eden, hatta düpedüz tiksindiren bir tuhaflık. Böylesine sevimsiz biriyle hiç karşılaşmamıştım ama yine de neden öyle göründüğünü bilemiyorum. İnsanda ciddi bir şekil bozukluğu taşıyormuş izlenimi uyandırıyordu; ama tam olarak ne olduğunu söyleyemiyorum. Sıradışı bir görünümü vardı fakat nesi sıradışıydı, anlatamıyorum. Yok, efendim, bir türlü nereye koyacağımı bilemiyorum; tarif edemiyorum o adamı. Üstelik hafızamdan silindiğinden de değil çünkü görüntüsü şu an bile gözlerimin önünde.”
Mr. Utterson yine bir süre sessizlik içinde ve besbelli derin düşüncelere dalmış halde yürüdü. “Bu beyefendinin anahtar kullandığından emin misin?” dedi, sonunda.
“Yapma ama sevgili dostum,” diye itiraz etti Mr. Enfield, büyük bir şaşkınlıkla.
“Evet, biliyorum,” dedi Utterson, “tuhafına gidiyordur bu sorular. Mesele şu ki, sana diğer tarafın ismini sormuyorsam zaten bildiğimdendir. Gördüğün gibi Richard, hikâyenin sonuna geldin artık. Eğer sözünü ettiğim konuda tam anlamıyla hatasız konuşmadıysan şimdi düzeltsen iyi olur.”
“Keşke beni bildiklerin konusunda önceden uyarsaydın,” diye karşılık verdi Enfield, biraz surat asarak. “Ancak senin deyişinle ‘hatalı’ konuşmadım. Adamın gerçekten anahtarı vardı; dahası, hâlâ da var. Bir hafta kadar önce o anahtarı kullandığını gördüm.”
Mr. Utterson derin bir nefes aldı ama tek kelime etmedi. Genç dostu ise yeniden konuşmaya başladı. “İşte ağzını açma konusunda bana bir ders daha,” dedi. “Düşük çenemden utanç duyuyorum şu an. Gel seninle anlaşalım ve bu konuya bir daha hiç değinmeyelim.”
“Yürekten el sıkışırım bunun için, Richard,” dedi Avukat.
————
1. Bir Hindu tanrısı. Bu tanrıya tapınanların, geçit töreninde kendilerini tanrının tasvirini taşıyan taşıtın önüne atarak bağlılıklarını gösterdikleri söylenir. (Ç.N.)
2. Harpyalar, eski Yunan mitolojisinde Thaumas ile Elektra’nın üç kızını topluca belirten isimdir. Siren’lere benzeyen bu kanatlı ifritler, fırtınaların ve ölümün sembolü sayılırlardı. (Ç.N.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Öykü
- Kitap AdıDr. Jekyll ve Mr. Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler
- Sayfa Sayısı176
- YazarRobert Louis Stevenson
- ÇevirmenDuygu Akın
- ISBN9789750714146
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayalet Süvari ~ Theodor W. Storm
Hayalet Süvari
Theodor W. Storm
Olayın geçtiği yer, Kuzey Denizi’nin kıyı şeridi. Bir yanda, her zaman son sözü söylemeye inat eden Doğa, öte yanda ise, denizin saldırılarına karşı koymak...
- Uzun Dünya ~ Stephen Baxter, Terry Pratchett
Uzun Dünya
Stephen Baxter, Terry Pratchett
Bilimkurgunun iki ustası Terry Pratchett ve Stephen Baxter yeni bir roman için bir araya gelip bize şu soruyu sordu: Dünya’daki kaynaklar kısıtlı olmasaydı, insanlık...
- Gizli Başyapıt ~ Honore de Balzac
Gizli Başyapıt
Honore de Balzac
Balzac, en ünlü yapıtlarından biri olan Gizli Başyapıt’ta, kusursuzluğu arayan ressam Frenhofer’in olağandışı öyküsünü anlatır. Başyapıtının üstünde tam on yıl çalışan bu 17. yüzyıl...