Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

57. Alay Çanakkale
57. Alay Çanakkale

57. Alay Çanakkale

İsmail Bilgin

Efsane alay Çanakkalede kuruluyor Göremediği bebeğinin mektuba çizilmiş ayak izi koynunda, yarımadayı aylarca arşınlayacak Kara Emin; Alayın Rum Doktoru Dimotriyati ile İmamı Hasan Fehminin…

Efsane alay Çanakkalede kuruluyor Göremediği bebeğinin mektuba çizilmiş ayak izi koynunda, yarımadayı aylarca arşınlayacak Kara Emin; Alayın Rum Doktoru Dimotriyati ile İmamı Hasan Fehminin dostlukları; Ve şehitliğe koşan genç Mehmetçikler 57. ALAY, 25 Nisan 1915 sabahı emir almamasına rağmen komutanları Mustafa Kemalin kişisel inisiyatifiyle Conkbayırında büyük kara çıkarmasını durduran Osmanlı alayıdır. Bu alay Çanakkalede yok olmayacak ve Galiçya ile Filistinde de hayati görevler alacaktır. İsmail Bilginin Genelkurmayda yaptığı araştırmalar sonucu hazırladığı ve sarsıcı savaş sahneleriyle 57. Alay Çanakkale, okurun hafızasından çıkmayacak.

57. Alay’ın ölümsüz kahramanlarına.

ELLİ YEDİNCİ ALAY

Cesaretin, mertliğin, heybetin, asaletin, Acep benzerin var mı, yok ki cihanda eşin, Vatanın her yerinden, her yöreden şehidin Elli yedinci Alay Türk’ün şanlı alayı.

Manastır, Kumanova, Trablusgarp, Bilaç’ta Hüseyin Avni Bey ile Kanlısırt, Bombasırt’ta Anafarta, Conkbayırı, Arıburnu, Maydos’ta Elli yedinci Alay Türk’ün yiğit alayı.

Huzuruna geliriz her yıl gururla senin Fatihalar gönderir torunların, sevenin Ey şerefli ceddimiz hayranız size bilin Elli yedinci Alay Türk’ün cesur alayı.

İsmail Hakkı Aydar

ÖNSÖZ

Çanakkale konusunda araştırmaya ve yazmaya başladığımdan beri 57. Alay hep ilgimi çekmiştir. Doğru bilgiye ulaşmak ancak ayrıntılı araştırmalar sonucu elde edilen verilerin tarafsızca, o günün şartları ışığında incelenmesiyle olur. Tarihî olaylara peşin hükümlerle bakmak, insanı yanılgıya düşürür. Bu yanılgı geleceği yönlendirme konusunda da eksiklik doğurur. Tarih geçmiştir ama aynı zamanda geleceğin anahtarıdır.

57. Alay, Türk askerî tarihinin en kahraman alaylarından birisidir. Bu alayın gelecek kuşaklarca tanınması, yaptıklarının bilinmesi gereklidir. Bu insanlar fedakârlığın, vatanseverliğin, cesaretin, gayretin ve azmin sembolüdür. 57. Alay ile ilgili birçok şehir efsanesinin zihinlere yerleşmiş olması, bilinenlerin, söylenenlerin gerçeklerden ne denli uzak olduğuna işarettir. İşte 57. Alay Çanakkale, bu Alayı tanıtmaya katkı yolundaki çabalara eklenen ikinci halka…

Trablusgarp’ta, Balkan Harbi’nde, Yemen’de, Çanakkale’de, Galiçya’da, Filistin’de, Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılıklar göstermiş ve bu cephelerde pek çok şehit vermiş bir alay hakkında ayrıntılı araştırmalara ihtiyaç var. Kitap yazılırken önemli günler bir kronolojik sırayla, gerçek komutan ve yer adlarıyla roman tadında sunulurken, okuyucunun Alay hakkında dolaylı olarak bilgi edinmesi de amaçlanmıştır. Bu sebeple, sözü edilen coğrafi yerlerde birliklerin konuşlanma noktaları ve hareketlerinin daha iyi anlaşılması için basit çizimler de bizzat tarafımdan yapılmıştır.

Her kitabımda yaptığım çağrıyı bir kez daha yenilemekte fayda görüyorum; konuya ilgi duyanlar, bu konuda görüşlerini, desteklerini ve eleştirilerini elektronik adresime lütfen bildirsinler; düzeltmeler, eklemeler vb. yeni baskılarda mutlaka yapılacaktır.

57. Alay bir kitap dizisi olacaktır. Bundan sonra “57. Alay Filistin” ve “57. Alay Belgeseli” (tamamen gerçek olay ve belgelere dayalı bir araştırma kitabı) ile seri tamamlanacaktır. Ancak yukarıda belirttiğim gibi 57. Alay’m tezlere, filmlere, tiyatrolara, panellere, sempozyumlara konu olup enine boyuna araştırılması ve incelenmesi bir Gelibolulu olarak en büyük dileğimdir. Hazırladığım ve hazırlayacağım kitaplar bu konuda ilk basamak, bir katkı olarak kabul edilmelidir. Mutlaka daha iyisinin, doğrusunun ve ayrıntılı çalışmaların hazırlanacağını düşünmekteyim.

Kitabımın araştırması ve yazımı esnasında nice dostlar edindim. Bunlardan birisi İsmail Hakkı Aydar’dır. Kendisine bu konuda yaptığı destekleri ve yol göstericiliğinden ötürü kalbı teşekkürlerimi sunarım… Sn. Aydar gerçek bir Çanakkale sevdalısı ve gönüllüsüdür…

57. Alay ile ilgili araştırmalar yapıp “57. Alay’ın sancağı esir edilmedi! ” diyerek bunu gazetelere ve kuramlara yazılarıyla bildiren rahmetli İsmet Sabırlı’ya bu vesile ile Allah’tan rahmet niyaz ederim. Ayrıca Çanakkale’ye hizmetini şevkle sürdüren Ahmet Kaşıkçı’ya, çizdiğim şekilleri itina ile sayısal ortama aktaran eski öğrencilerim-denjeoloji Mühendisi Ümit Yıldırım’a, bu serinin hazırlanmasında fikir birliği ederek, uzun uzun konuştuğumuz Timaş editörlerinden Adem Koçal ve Rifat Özçöllü’ye, ayrıca Timaş yönetimi ve bütün çalışanlarına teşekkür ederim…

Her kitapta olduğu gibi bu kitapta da bana rahat çalışma imkân sağlayan ve benimle birlikte sosyal hayatlarından fedakârlık yapan, kitabımın ilk müsveddesini okuyarak, eleştiri ve tavsiyelerde bulunan eşime, çocuklarıma gönülden teşekkürlerimi ve minnettarlığımı bir kez daha belirtmek isterim.

Kitaplarımı okuyan, destek veren okuyucularıma şükranlarımı sunarım. Nice kitaplarda buluşmak dileği ile…

Not: Kitapta Maydos yerine Eceabat ismi kullanılmıştır. O zaman ki köyün ismi olan Kirte ise bir tepe adı olan “Alçıtepe” ismi ile karışmaması için eski adı ile yazılması tercih edilmiştir.

Konu ile ilgili yazışmalardan, bilgilerden alıntılar yapılarak bunlar notlarda ve yararlanılan kaynaklar bölümünde belirtilmiştir. Ayrıca tarafımdan kısa açıklamalarda bulunulmuştur.

İyi okumalar efendim…

Ocak Başı, 1915 Sofya Türk Elçiliği

Sofya’da geniş bir caddeye bakan, eski bir Fransız binası olan Türk Elçiliği’nde, içinde büyüyen sıkıntıyla ne yapacağını bilemeyen Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, önünde durduğu pencereden dalgın ve düşünceli bir şekilde dışarıya bakıyordu. Gördükleri ile görmek istedikleri arasında büyük bir uçurum vardı. Artık bir işkence haline gelen düşünce nöbetleri ile içinde büyüyen sıkıntıya nasıl bir çözüm bulacağını bilemiyordu. Bu yüzden sık sık dalıp gidiyor, düşünüyordu. Elini, kolunu bağlayan çaresizlik kelepçesini söküp atmak istiyor, Sofya’da oyalanmaktansa, İstanbul’da ya da vatanın herhangi bir yerinde görev alabilmek için can atıyordu. Son zamanlarda karar verme arifesine gelmişti; burada mı kalmalıydı yoksa her şeyi göze alarak vatana mı dönmeliydi? Bu sorulara bir cevap bulamayınca yumruğunu avucuna hırsla vurdu. “Ah…” dedi yüksek sesle. “Keşke dönsem ve dönebilsem… Herhangi bir göreve razıyım. Burada beklemektense, oyalanmaktansa vatanımın tozlu yollarında ayak sürümeye razıyım.” diye iç geçirdi. Derin bir nefes çekti. Tuttuğu nefesini biraz öfke ve kızgınlıkla verirken yüksek sesle söylendi: Ah keşke!

Dişlerini sıkınca elmacık kemikleri daha da belirginleşti. Pencere önünde dururken bir adım daha atıp pencereye iyice yaklaştı. Dışarıya baktı. Çok uzaklara, İstanbul’u görmek istermişçesine, caddede olan biteni hiçbir şeye aldırmadan izlemeye başladı.

Yağmur iplik gibi inceden inceye yağıyor, sert esen rüzgârla etrafa toz halinde savruluyor, caddenin her iki yanındaki akasyanın dökülmemiş üç beş yaprağı, can havliyle tutundukları dalda korkudan adeta titriyordu. Bu titreyişte, yitip gitmenin, taşlı sokaklara düşmenin ve mesafeler boyunca savrulmanın koyu bir endişesi vardı sanki. Az

ilerideki koca çınarın el biçimli, dua edercesine göğe doğru açılmış olan yaprakları çoktan düşmüş ve çöpçüler tarafından süpürülmüştü. Çınarın narin dalları yağmurdan, soğuktan üşümüş, her bir yaprağından ayrılmanın acısını yüreğinde duyarcasına bir sağa bir sola kederle salmıyordu. Ağaca çarpan yağmur suları aşağıya süzülüyor, çıplak bir cesedin toprağa verilmeden önce gasledilmesi gibi yıkıyordu koca gövdeyi. Caddede taşların arasından akan çamurlu sular, koca çınarın kanlı gözyaşlarını taşıyor, caddenin ortasına suyun akması için yapılmış oluklardan hızla bayır aşağı akıyordu. Caddede küçük bir dere halinde akan sular deli divane, yana yıkıla denize doğru koşmak istercesine hiçbir şeye aldırmıyor ve başını taşlara çarpa çarpa acılara bulanan bir derviş misali akıyordu. Bu akış öyle hasret dolu ve öyle arzuluydu ki, önüne çıkan çer çöpleri alıyor, bir hamal gibi sırtında taşıyordu.

Caddede baştan ayağa ıslanmış birkaç adam, başını rüzgâra karşı eğmiş bir halde, caddeden akan dereciğin telaşına aldırmadan, kendi iç dünyalarının ve bedenlerinin ıslanmışlığı altında daha ağırlaşmış bir halde yürümeye çalışıyordu. Arada sırada faytonları çeken atların nal seslerini, rüzgârın o kızgın ve homurtulu sesi bastırıyor, bütün kapıları, camları davetsiz bir misafir gibi dolaşıyordu. İki katlı kâgir evlerin sıralandığı cadde boyunca birbirine yaslanmış, omuz omuza vermiş duvarları savrulan yağmur sularıyla ıslanıyor, kiremitlerden akan sular aşağıya küçük şelaleler yaparak düşüyordu.

Caddenin her iki yanında birbirine sevdalı ama ayrı kalmışçasma duran evlerin camlarında cılız ışıklar yağan yağmuru mecalsiz bir şekilde seyrediyordu. Neden sonra havanın gittikçe kararması üzerine sokak lambaları yanıverdi. Aynı hizada belli aralıklarla fanus içinden caddenin ıslak taşlarına ve bulanık suyuna vuran ışıklar sarıdan beyaza kadar değişen tonlarda bir renk cümbüşü içerisinde vals yapıyordu.

Eskiden, bahar ve yaz aylarında cıvıl cıvıl bir hayatın akıp gittiği sokaklardan pek çok kimse elini ayağını çekmiş, bu koca şehrin damarları gibi her yere uzanan cadde ve ara sokaklar garip bir yalnızlığın pençesinde kıvranmaya başlamıştı. Gittikçe artan yalnızlık, her pencerenin perdelerle bir bir örtülmesiyle birlikte katmerleşiyordu.

Islanan sadece Sofya’nın cadde ve sokakları değildi. İnsanların düşünceleri, hayalleri bile yılışık bir şekilde yağan yağmur sebebiyle ıslanıyordu. Yarbay Mustafa Kemal Bey içindeki sıkıntının, bu kasvetli hava ile daha da arttığını anlayınca perdeleri, şehrin omuzlarına yavaş yavaş inen o karanlığına aldırmamış, çekmemişti. Elleri arkasında bağlı bir halde camdan dışarıya dalgın dalgın bakan, 27 Ekim 1913 tarihinden beri Osmanlı Sofya Elçiliği’nde görev yapan bu subay, yağmur damlalarının camda ince yollar yapıp aşağıya doğru süzülüşüne dalıp gitmişti. Bir süre sonra buğulanan cam sebebiyle dışarıyı göremeyince, sağ eliyle dalgın bir şekilde buğuyu sildi. Sonra küçüklüğünde yaptığı gibi, silinmeden kalan buğulu kesime bu kez adını yazmadı, onun yerine “vatanım ve hasretim” yazdı. Yazıya bir süre dalgın dalgın baktı. Neden sonra yazının yavaş yavaş bozulup okunamayacak hale gelen garip şekillerini izledi. Yazıyı sildi. Tekrar dışarıya dikkat kesildi. Cama vuran her damla, onun hasretine kurşun sıkan bir mermi gibi cama gelip çarpıyor, değişik duygular hissetmesine sebep oluyordu. Her bir yağmur damlasını cephede yitip giden, vurulan askerlere benzeten genç subay, bir süre sessiz kaldıktan sonra kendi kendine konuştu:

“Neden buradayım? Neden vatanımdan uzaktayım?.. Osmanlı Devleti neredeyse savaşa girecek, ben ise burada askerî ataşeyim. Biliyorum ki, bu görev bana göre değil. Hâlbuki daha fazla sorumluluk, daha çok fedakârlık isteyen bir görevim olmalıydı… Yine adım gibi biliyorum, sırf İstanbul’dan uzaklaştırılmak için buraya gönderildim. Çok önceleri ordunun siyasete bulaştırılmasına ve daha sonra da Almanlarla ittifak kurulmasına şiddetle karşı çıktım… Onlarla imzalanan ittifak anlaşmasının bizi zafere götüreceğine inanmıyorum. Asla inanmıyorum!”

Cama vuran damlalara bakakaldı. İçindeki ses ise durmadan konuşuyordu:

“Yağmur damlalarının bir sel olup denize akması gibi bir gün mutlaka vatanımıza döneceğiz. Belki coşkun bir çağlayan gibi cephelere akacağız. O günleri görür gibiyim… Çanakkale’ye saldırma hazırlığındaki İtilaf Devletleri Mesudiye zırhlımızı torpillemiş1.

Boğazı mutlaka geçmek isteyecekler. Orada, Gelibolu Yarımadası’nda olmalıydım.”

Gözlerini, lambalardan ölgün bir şekilde süzülen ışıklara dikti. Kendini birden 21 Kasım 1912-27 Ekim 1913 tarihleri arasında “Bahr-i Sefid Boğazı Kuvve-i Mürettebesi Harekât Şube Müdürü” olarak Tuğgeneral Fahri Paşa emrinde, Kurmay Binbaşı iken Bolayır’da görev yaptığı günlerde buldu. Yarımadanın o dantel dantel işlenmiş koylarını, iç içe geçmiş, en karmaşık bir şekilde, gerek boğaza ve gerekse körfeze akmak için her önüne çıkan tepenin, sırtın etrafından dolanan dereleri düşündü. Yüzü Gelibolu’nun topografyası gibi sertleşti. Dişlerini farkında olmadan sıktı. Şakağını ve alnını ovuşturdu.

“O topografya çetindir, serttir. Nice vadide yolunuzu şaşırır, kaybolursunuz. Bu girift yerlerin künyesini öğrenmek çok uzun zaman alır. O topraklar kendini kolayca ele vermez. Kendini belli etmez. Buldum dediğinizde kaybolursunuz. Kayboldum dediğinizde de, kendinizi aradığınız yerin tam önünde bulursunuz. Avuç içi kadar yerde, bu kadar iç içe geçmiş ve sert bir topografyanın olması şaşırtıcıdır. Hem de çok şaşırtıcıdır. Kim bilir, bu topraklar belki ileride çok şiddetli muharebelere sahne olacaktır. Dereler, tepeler, koylar… Ah Gelibolu’nun toprakları…

Ben ki, oraları Fahri Paşa ile birlikte az mı dolaştım. O zamanlar, şimdi arkadaşım, aynı zamanda Sofya Elçimiz, Fethi Bey de Gelibolu Kolordusu’nun Kurmay Başkanıydı. Yarbay rütbesindeydi. Onunla her yeri karış karış dolaştık… Vadilerde kaybolduk. Taşlar çizmelerimizi yırttı. Dallar yüzümüze bir kırbaç gibi vurdu, kanattı. Tepelerde esen fırtınalara karşı zorlukla yürüdük.

Ah ki ah… Şimdi oralarda olmalıydım. Denizin iyot kokusunu, zeytinlerin o küçük sarı çiçeklerini koklamalıydım… Atımı Bolayır’dan Gelibolu’ya, Kirte’den (Alçıtepe) Seddülbahir’e dörtnala sürmeliydim. Eceabat’tan Kabatepe’ye, ovanın ortasında uzanan o tozlu yolda yürümeliydim. Keşke… Keşke… O coğrafyayı iyi bilirim. Sağ elini kaldırdı. Parmaklarını olabildiğince açtı.

“İşte” dedi, “yarımadanın basit bir topografyası… Açılmış bir ele benzer. Parmakların arası koyları simgeler.” Elini gözüne iyice yaklaştırdı. İlk defa görüyormuşçasına avuç içindeki derin çizgilere baktı, baktı. Kararlı bir şekilde konuştu: “Ben Mustafa Kemal! Orada olmalıyım! İtilaf Devletlerinin bir saldırısı esnasında topraklarımızda bulunmalı, vatanımın tozuna, toprağına bulanmalıyım.”

O esnada kapı çalındı. Yarbay Mustafa Kemal Bey kapıya doğru döndü:

–    Giriniz!

Sofya Elçisi Fethi Okyar Bey içeri girdi.

–    Görüyorum yine pencerenin önündesiniz.

–    Evet… Camdan sanki Gelibolu Yarımadası’nı, Bahr-i Sefid’i izler gibi oluyorum. Saroz Körfezi’ni, yarımadanın derelerini, tepelerini, Bolayır’ı görür gibiyim. En önemlisi ileride olabilecek muharebeleri düşünüyorum… Fethi Bey, şuna inanıyorum ki, İtilaf Donanması Boğaz’ı mutlaka geçmek isteyecektir. Aynı zamanda karaya asker de çıkarabilir.

–    Çanakkale’ye bir saldırı kaçınılmaz görünüyor… Ben de size hak veriyorum.

Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey tekrar cama döndü. Adeta kendi kendine konuşurmuş gibi mırıldandı:

–    Orada olmalıyım… Orada…

–    Nasıl, bu son kaldığınız pansiyondan memnun musunuz bari?

–    Evet… Siz de biliyorsunuz; ilk önceleri Bulgaria Oteli’nde kaldım ama rahat edemedim. Geleni gideni çoktu. Sonra o otelden ayrıldım. Speledide Palace’a geçtim. Orada da yedi ay kadar kaldım. Azizim, aldığım maaşımın pek çoğunu otele ödüyordum. Şimdi ise burada Ferdinand Bulvarı’ndaki Madam Hidagrat Christianus’un pansiyo-nundayım. Rahat, siz de geldiniz, gördünüz… Madamın yemekleri lezzetli. Bazen sevdiğim yemekleri de yapıyor. Ücreti uygun. Almanca da öğretiyor… Benim için gayet iyi oldu. Elçiliğe yakın.

–    Yakın ya.

–    Ama Fethi Bey…

–    Evet, ama?..

–    Ama vatanımıza ne kadar uzağız. İstanbul’a, Çanakkale’ye ne kadar uzağız. Halbuki çok yakın olmalıydık.

Bu sözler üzerine Fethi Bey, ıslak pardösüsünü çıkarıp kapının yanında duran, tahta askılığa astı. Sızan sular döşemeye damladı. Bir

süre düşündü. Söze nereden başlayacağını bilemedi. Sonra karşıdaki sandalyeye oturan Yarbay Mustafa Kemal’e baktı ve:

–    Sen de gayet iyi biliyorsun. Bizi İstanbul’dan uzaklaştırdılar, dedi.

–    Evet…

Mustafa Kemal Bey sözün geldiği bu noktada çok şey söylemek ihtiyacını duydu ama dile getirmek yerine eski günleri gözünün önüne getirdi. İttihat ve Terakki Partisi’nin Talat Paşa’dan sonra Genel Sekreterliğine Fethi Bey getirilmişti. O sırada kendisi de Fethi Bey’in evine yerleşmiş bulunuyordu. Bazı geceler sabaha dek parti ve vatan için neler yapılması gerektiğini Fethi Bey ile uzun uzun tartışıyorlardı. Enver Paşa ile aralarındaki anlaşmazlık da durmadan büyüyordu. Fethi Bey partiyi komitacılardan temizlemeyi düşünüyordu. Bu yüzden bütçede kesintiye giderek komitacılara verilen parayı kesmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Fethi Bey’i uyarmış ve şöyle demişti:

“Bunların parasını kesiyorsunuz ama komitacıların ileri gelenleri size karşı birleşecekler ve sizi görevden aldıracaklardır. Çok hızlı hareket etmeyin.”

Çok geçmeden komitacıların baskısı üzerine Genel Sekreterlik görevinden alınıp bir dış görev verilmesi gündeme gelmişti. Bir gün Fethi Bey’in evine Talat Paşa gelmişti. Fethi Bey’i, “Size birkaç cümle söyleyeceğim.” diyerek odaya çağırmış, bir süre içeride kaldıktan sonra da evden ayrılmıştı. Fethi Bey odadan çıktığında dalgındı. Mustafa Kemal’in yüzüne baktıktan sonra yavaşça, sanki kimsenin duymasını istemez bir tavırla konuşmuştu:

–    “Bana Sofya Sefaretliğini teklif ettiler” demişti. O da “Peki kabul ettiniz mi?” diye sormuştu. “Evet kabul ettim. Vaziyet pek mühimmiş. Bu iş için Talat Paşa, Cemal Paşa ile de görüşmüş. Bilirsin Cemal Paşa beni sever.” demişti. Sonra hep birlikte Cemal Paşa’nm evine gittiklerinde Paşa, Mustafa Kemal’e: “Vaziyet gerçekten çok mühim. Hatta Kemal sen dahi oraya ataşemiliter olarak gitmelisin.” demişti. Bu görev yetmezmiş gibi, Enver Paşa kendisine 11 Ocak 1914 tarihinde Bükreş, Belgrat ve Çetine askerî ataşelik görevlerini vermişti. Yaklaşık iki ay sonra da 11 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa

yükselmişti3. Enver Paşa Almanya’da, Liman Von Sanders ile anlaşmayı imzalarken, aynı gün 27 Ekim 1913 Sofya’ya tayini çıkmıştı.

Dalıp giden Mustafa Kemal’e, Fethi Bey şöyle dedi:

–    Olaylar çok hızlı gelişti Kemal.

–    Şimdi daha hızlı gelişiyor. Ama şuna inanıyorum. Gelecek bizi haklı çıkaracak. Buraya gelmek demek, benim ordudan fiilen çekilmem demektir. Ben ancak taarruz yapacaksam, geri çekilirim.

“Evet, Enver cesurdur, enerjiktir ancak acelecidir, hesapsızdır!” Hele şimdilerde Harbiye Nazırı oldu ya, eline fırsat geçti. İttifak için de çok acele etmeyecekti.

–    Peki onun bu çabaları sonuç vermez mi?

–    Nasıl versin! Almanların deniz hâkimiyeti çok kısıtlıdır. Oysa karşımızdaki İtilaf Bloğunun denizlerde açık üstünlüğü vardır. İnsan ve hammadde kaynakları daha zengindir. Her an cepheyi kolaylıkla takviye edebilir… Durumun bizim tarafımızdan iç açıcı olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda yanılmayı çok isterim.

–    Bizi çok zor günler bekliyor desene.

–    Öyle görünüyor. Sahi daha önce orduda görev yapma ihtimalin olmuştu ama bir netice çıkmadı.

–    Çıkmadı ya.

Yarbay Mustafa Kemal Bey sözü yine kısa kesmiş, geçmişe dalmıştı. Yaşadıkları, gördükleri bir türlü yakasını bırakmıyor, hemen geçmişe dönüveriyordu. 28 Kasım 19143 tarihinde 1. Tümen Komutanlığına atanmıştı. Ancak bu görev nedense sonuçsuz kalmıştı. Hâlbuki “Etkin bir göreve gideceğim.” diyerek ne kadar da sevinmişti ama sevinci yarım kalmıştı. Bunun üzerine artık dayanamamış, iki buçuk aydan beri belli aralıklarla Harbiye Nezareti’ne aktif bir görev isteyen dilekçeler yazmaya başlamıştı. Fakat geçen süre içerisinde kendisine kesin bir cevap verilmediği gibi, oyalama yoluna da gidilmişti. Son yazdığı dilekçeye şu mealde bir karşılık gelmişti: “Sizin için orduda daima bir vazife mevcuttur. Fakat Sofya Ataşemiliterliği’nde kalmanız daha mühim bir telakki edildiği içindir ki, sizi orada bırakıyoruz.”

Bu cümlelerin bir oyalama olduğunu bilen Mustafa Kemal Bey ısrarını netice alıncaya dek sürdürmeye karar vermişti. Eğer bu kez de görev verilmezse, o yapacağını biliyordu. Sofya’da sürdürdüğü ateşe militerlik görevi yanında, şehirde iki Türkçe gazete çıkarıyor, bu gazetelere takma isimlerle makaleler yazarak, orada bulunan Türklere ümit aşılamaya çalışıyor ve yol gösteriyordu. Bulgaristan’daki Türklerin sesi olmuş, millî bilinç oluşturmak için çabalamıştı. Hatta yazdığı bir yazı 19 Kasım 1914 tarihinde “Nihüfte Bir Sima” başlığı altında, “Minber” gazetesinin birinci sayfasında, Ahmet Hulki’nin yazdığı bir makalede yayımlanmıştı5.

–    Durum gittikçe vahim bir hal alıyor Fethi Bey. Salih (Bozok) Bey, bana 1. Dünya Savaşı’nm ilan edilmesinden sonra son durumlarla ilgili görüşümü sormuştu. Ben de ona, kelimesi kelimesine hatırladığım şu mektubu yazmıştım. Bir kez de size seslendirmek isterim.

–    Lütfen.

Ahval-i umumiye (dünyada olup bitenler) hakkındaki mütalaamı (düşüncemi) soruyorsun. Bu konudaki düşüncem yalnız sende kalmak şartıyla aşağıda yazıyorum.

Biz hedefimizi tayin etmeden umumi seferberlik ilan ettik. Bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı bir tarafa mı yoksa birçok taraflara mı vuracağız? Belli değildir. Koskoca bir orduyu tul (uzun) müddet hareketsiz, elde atıl bir vaziyette bulundurmak da çok müşküldür. Bianaenaleyh (dolayısıyla) sen de düşünecek olursan, vaziyetin ne kadar vahim olduğunu anlayabilirsin.

Almanların vaziyeti hakkındaki mütalaa-i askeriyeye (askerî görüşe) gelince; Ben Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına kat’iyen emin değilim. Gerçi bir sür’at-i berkiye He (şimşek hızı He) ahen (demir) kalelerini çiğneyerek, Paris üzerine doğru yürümektedirler. Fakat Ruslar da Karpatlar’a dayanmışlar ve Almanların müttefikleri bulunan AvusturyalIları tazyik etmektedirler. Buna binaen (bundan dolayı) Almanlar bir kısım kuvvet ifraz ederek (ayırarak) AvusturyalIlara yardım etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu defa Fransızlar kendi karşılarında bulunan Almanların kuvvet ifraz ettiklerini (ayırdıklarını) görerek, mukabil (karşı) taarruzda bulunacaklar ve Almanları tazyik edeceklerdir.

Kendilerinin duçar-ı tazyik (sıkıştırıldığını) gören Almanlar, bu defa da AvusturyalIlara gönderdikleri kuvvetleri celbetmek (geri çekmek) mecburiyeti karşısında bulunacaklardır ki, bu suretle zikzakvari hareket edecek olan bir ordunun akıbeti (sonu) pekfeci ve vahim olacağından, ben bu harbin neticesinden emin değilim”

Kısa bir sessizlik oldu. Sofya Elçisi Fethi Bey etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Küçük masanın etrafında dört tahta sandalye vardı. Bu sandalyelerin kollukları uzun olup, yarım bir çember şeklindeydi. Masada küçük bir Avrupa haritası ile iki askerî kitap vardı. Yerde artık rengi solmuş ama kaliteli olduğu her halinden belli olan halı seriliydi. Duvara dayanmış, her an dağılacakmış hissini veren kitaplık ve onun yanında yine küçük bir gardırop yer alıyordu. Perdeler açık bordo renkliydi ve uçları püsküllüydü. Pencerelerdeki tahta panjurlar yağmura rağmen kapatılmamıştı. Perdeler çekilmediğinden, dışarıyı görebilmek kolaydı. Duvarda eski kalorifer peteğinin yaydığı ısıdan dolayı camlar buğulanmıştı. Fethi Bey’in cama baktığını gören Yarbay Mustafa Kemal Bey:

–    Nasıl ki camdaki şu buğudan dışarısını iyi göremiyorsak, vatanın geleceğini de iyi göremiyoruz. Ardı ardına hızla gelişen olayları düşündüğümüzde, durumun iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz… Burada böyle oturup kalamam. Vatanım için orduda faal olarak görev yapmayı isterim. Ben ki Trablusgarp’ta, Balkan Harbi’nde Bolayır’da bulundum, çarpıştım. Bilirsin, bir kere cephenin tozunu yutan, hep cepheye gitmek ister. Elçilikte görev yapmak bana göre değil.

–    Sahi, bu konuda Harbiye Nezareti’ne yazdığın son dilekçeye cevap verildi mi?

–    Hayır! Verilmedi. Kaç kere başvurdum. Yine cevapsız bırakıldım. Aslında bana karşı olan bu kayıtsızlığı anlamaya çalışıyorum… Asla yılmayacağım. Yarın bir dilekçe daha yazacağım. Bana cevap verilinceye dek dilekçe yazmaya da devam edeceğim.

–    Orduda görev alırsan, senin için daha iyi olur. Hele Çanakkale Boğazı ve yakın çevresinde muhtemel bir çarpışmada büyük yararlılıklar göstereceğinden eminim. Umarım ve beklerim ki, sana böyle bir görev verilir.

Yarbay Mustafa Kemal, Fethi Bey’e:

–    Kahve içelim mi? diye sordu.

–    İyi olur.

Az sonra gaz ocağında pişirilmiş, bol köpüklü iki fincan kahveyi getiren hizmetli kapıyı çaldı. Fethi Bey kahvesini içip odadan çıktıktan sonra Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey masanın üzerinden kağıt, kalem aldı Harbiye Nazırlığı’na yeni bir dilekçe daha yazdı:

“Sofya Elçiliği’ndeki görevimde ataşemiliter olarak kalmak istemediğimi belirtir, milletimin ve memleketimin büyük bir mücadeleye hazırlandığı bu günlerde, ben de herhangi bir kıtanın başında görev almayı arz ederim. Eğer herhangi sebeple memlekete girmeme izin verilmiyorsa, bu konunun bana açıkça yazılması gerekmektedir ki, ben de başımın çaresine bakabileyim.”

Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Sofya Ataşemilüeri

Elçilikte, Fethi Bey ile Yarbay Mustafa Kemal çalışma masasının üzerine açtıkları Avrupa haritası üzerinde tartışıyorlardı. Son olaylara göre haritanın üzerine bir şeyler çiziyor, Alman Ordusu ile karşısındaki İtilaf Devletleri ordularının hareketlerini izlemeye çalışıyorlardı. İkisi de ayakta durmuş haritaya bakarken, Yarbay Mustafa Kemal Bey düşünceli bir şekilde kollarını bağlamıştı. Uzun sessizlikten sonra Fethi Bey’e şöyle dedi:

–    Bakın, bu halde Almanlar Batı Cephesi’nde tıkanıp kalacak. Savaş bir siper muharebesine dönecektir. Bundan sonra bütün yük Osmanlı’nın sırtına binecektir. Bulgaristan savaşa girmemekte ısrar ediyor. Romanya tarafsız. Akdeniz’de İtilaf Devletlerinin üstün bir donanma gücü var. Almanya’dan bize nasıl yardım gelecek? Gelemeyecek.

–    Çok dağılıyoruz Mustafa Kemal Bey… Bu, beni korkutuyor. Bakın Çanakkale’ye bir saldırı olacağı neredeyse kesin gibi. Sadece tarihini bilmiyoruz. Çanakkale’nin düşmesi demek İstanbul’un düşmesi demektir. Burada çok önemli yığmak ve tahkimat yapmalıyız.

Ancak Kafkasya’ya, Filistin’e ve Kanal’a devamlı kuvvet kaydırıyoruz. Yemen’de savaşıyoruz…

–    Dediğim gibi bundan sonra Dünya Savaşı’nm ağır yükünü karşılamak bize yani Osmanlı’ya kalacaktır. Hem de ciddi bir yardım alamadan.

–    Peki ordunun durumu nasıl?

–    Şunu biliniz ki, ordu Balkan Harbi’nden kaçan o ordu değil. Yine de mutlaka acele edilmelidir. Biraz daha savaşa girmeyi geciktirseydik, iyi hazırlansaydık, bazı doğacak fırsatlardan yararlanabilirdik ama artık çok geç. Artık geriye değil, ileri bakmalıyız. Bundan sonra ne yapabiliriz, bunu düşünmeliyiz. Olan oldu.

Ya Cihad-ı Ekber ilanının bize yararı olmayacak mıdır?

–    İngilizler Mısır’da etkililer. İtalyanlar ise Trablusgarp’ta… Ayrıca Hindistan tamamen İngilizlerin kontrolünde. İngiltere böyle aleni bir yardıma fırsat vermeyecektir. Ciddi yardımın yapılacağını sanmıyorum. İngilizlerin propaganda birimi çoktan çalışmaya başlamıştır bile.

–    Peki ya Bulgaristan?.. Çanakkale’de çıkacak bir savaşta çarpışırken, bize saldırırsa? Fırsat, bu fırsat derse.

–    Diyemez. Biliyorsunuz, bu durumu, 16 Temmuz 1914 tarihli raporla Harbiye Nazırı Enver Bey’e ilettim. Bulgaristan, Sırbistan’ın saldırmasından korkuyor. Almanların yanında yer almak eğilimindeler. Ancak savaşın gidişatını görmek istiyorlar. Bulgaristan asıl Balkanlarda söz sahibi olmak niyetinde…

–    Ya Yunanistan?

–    Yunanlılar ise savaşa dünden razı. Hatta Sofya gazetelerinden de okuyoruz; aldığımız bilgilere göre, İtilaf Devletlerine asker ve cephane yardımı yapmak için teklifte bulundular ama bu konuda karşılarında Rusya var. Çünkü onun tarihî bir rüyası var.

–    İstanbul.

–    Yunanistan’ı istemeyeceklerdir… Bundan sonra bu devletlerin hareketini savaşın gidişatı belirleyecektir… Ancak asıl mesele Boğaz’ı savunmak ve ne olursa olsun İstanbul’un düşmesini önlemektir. Bunun için elde ne kadar imkân varsa kullanılmalıdır.

–    Az önce dediğim gibi bir süre daha tarafsız kalıp askerî gücümüzü arttırmak, olayların gelişmesini izleyerek, karar alma zamanı gelinceye kadar iki taraf arasında denge kurmalı ya da bunu aramalıydık. Savaşa katılıp katılmamak veya hangi tarafa katılmak sonra düşünülecek bir konu olmalıydı. Aceleye gerek yoktu. İşte Enver Bey aceleci derken bunu kastediyorum. Fethi Bey bu uzun bir savaş olacak7. Benim de vatanımın, milletimin hizmetinde, orada bulunmam lazım.

–    Ama sizi burada tutmaya kararlılar

–    Ben de gitmeye kararlıyım! Cevabi bir dilekçeyi en kısa sürede yazacağım. Duyduğum ıstırap kemiklerime geçti sanki. Bir şey yapamamak beni oldukça üzüyor. Burada Bulgarları safımıza çekelim diye uğraşırken ayrıca Rusların karşı propagandası ile de mücadele ediyoruz. Öte yandan Bulgaristan’daki Türkler için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Zaman, görevden kaçma zamanı değildir. Tam aksine elimizi taşın altına sokma, kaldırılacak ağır yüklere omuz verme zamanıdır. Burada kalamam. Kalmayacağım da!

–    Sizin bu kararlılığınız ve ısrarınız muhakkak bir sonuç verecektir. Buna inanıyorum.

–    Ben de inanıyorum.

Daha sonra Yarbay Mustafa Kemal Bey odasına geçti. Koltuğuna oturdu. Bir süre düşündü. Önünde duran kağıtlardan birine yazmaya başladı:

Vatanın müdafaasına ait fiilî vazifelerden daha mühim ve mübeccel (aziz) bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken, ben Sofya’da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci saf zabiti olmak liyakâtmdan mahrum isem ve kanaatiniz bu ise lütfen açıkça söyleyiniz8.”

Kağıdı katladı. Masanın üzerine koydu.

– Biraz sert oldu ama… Artık oyalanmak istemiyorum. Bu kez bana kesin bir cevap vermeliler. Bunu bekliyorum. Sabrım kalmadı. Sofya’da doğup batan her gün ıstırabımı katmerleştiriyor. Beni halden hale koyuyor. Bu şehirde artık kalamam. Kesinlikle kalamam. Hiçbir şey yapamasam bile ordumun hangi kıtasında, hangi cephesinde olursa olsun, bir nefer gibi görev alır, katkı sağlarım…

18 Ocak 1915

İstanbul’da, Harbiye Nazırı Vekili Talat Bey masasında çalışırken, Harbiye Nezareti Müsteşar Vekili İsmail Hakkı Paşa’dan gelen evrakı merakla okudu.

–    Hımmm. Yarbay Mustafa Kemal 19. Tümen Komutanlığına tayin oluyor… Pekâla… ben de yazısını yazayım. Hemen telgraf çeksinler!

20 Ocak 1915

Sofya Elçiliğindeki telgraf tıkırdamaya başlayınca telgraf memuru metnin şifrelerini çözdü. Gerekli düzeltmeleri yaptı. Bir kez daha okudu. Sonra Fethi Beyin kapısını çaldı.

–    Giriniz.

–    Efendim İstanbul’dan bir telgraf var.

Fethi Bey telgraf verilmesine alışkındı. Sakin bir şekilde kağıdın üstüne baktı. Harbiye Nazırı Vekilliğinden yazıyordu. Meraklandı. Hemen açıp okumaya başladı.

“Harbiye Nezareti Tahrirat Dairesi Tahrirat Kalemi 2617

İrade-i Seniyye

Üçüncü Kolordu’da yeniden oluşturulan 19. Tümen Komutanlığı’na Sofya Ataşemiliteri Erkan-ı Harbiye Kaymakamı (Yarbay) Mustafa Kemal Bey memur edilmiştir.

İş bu İrade-i Seniyye’nin icrasına Harbiye Nazırı memur edilmiştir.”

Harbiye Nazırı Vekili Sadrazam    Sultan Talat    Mehmet Sait    Mehmet    Reşat

Şaşırmıştı. Bir kez daha okudu. Kağıdı masaya bıraktı.

Başardın Kemal! Başardın!

Hiç vakit kaybetmeden telgrafı aldı. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in odasına girdi. Gözleri küçük tahta bavula ilişti.

–    Bavulun hazır.

–    Her an gidebilirim.

Fethi Bey telgrafı gösterdi. Gülümsedi.

–    Artık gidebilirsin…

Onun bu sözleri üzerine Mustafa Kemal yerinden fırladı. Telgrafı bir solukta okudu. Fethi Bey:

–    Sonunda başardın. O çok istediğin görevi sana vermişler, dedi.

–    Aylardır bu anı bekliyordum!

–    Kemal istediğin oldu. Sana verilecek görevlerde başarı kazanacağından eminim. Ama senin her zaman dediğin gibi, asıl yapılacak işler ileridedir

–    Biliyorum, biliyorum. İstanbul’a tren ne zaman vardır?

–    Yarın Orient Ekspres’in sabah saat 06.00’da kalkacak bir treni var. Ben biletini aldırırım. Sen merak etme. Eşyalarını aşağıdaki bir odaya koydurttum.

–    Onları istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Artık eşyaya ihtiyacım kalmadı…

–    Sizin adınıza ne kadar seviniyorsam, kendi adıma da o kadar üzülüyorum. Çok yakın mesai arkadaşımı kaybediyorum. Ancak önemli görevler alacağınızı biliyorum. Ben de, olman gereken yere gittiğini düşünüyorum.

–    Hakkımdaki düşüncelerinize çok teşekkür ederim. Bakarsınız, yine bir gün çalışma fırsatını elde eder, bu günlerden konuşuruz.

–    Akşam yemeğe gidiyoruz o zaman. Son kez beraber yemek yiyelim.

–    Bu teklife asla hayır demem…

Fethi Bey, Yarbay Mustafa Kemal Bey’in aylardan beri ilk defa gözlerinin içinin güldüğüne şahit oluyor, seviniyordu…

***

Tren, Sirkeci Gar’ında durduğunda, çoktan inmeye hazır bir halde kapıda bekliyordu. Elinde tahta bavulu ile trenden ilk önce Mustafa Kemal indi. Hızlı adımlarla yürüdü. Sonra bavulunu bir köşeye bıraktı. Derin bir nefes aldı. İçi içine sığmıyordu. Boğaz’a doğru baktı. Etrafı bir süre seyre daldı. “Ben, bu İstanbul kokusunu, vatan kokusunu ölesiye özlemişim. Kar altında bir başka güzel görünen İstanbul’u… Boğazın deli dalgalarını, uçuşan martılarını, sıcak simidini özlemişim… Ey İstanbul! Ben, sana ne çileli yollardan geldim bir bilsen…”

Yüzündeki mutluluk gözlerine de yansımıştı. O sırada yoldan geçmekte olan fayton yavaşladı. Sürücüsü:

–    Beyim nereye gideceksiniz? dedi. Bu soruyla kendine geldi.

–    Sultanahmet’e dedi.

-Buyurun…

Hemen bavulunu yerden aldı. Bir hamlede faytona bindi. Kar tekrar yağmaya başlamıştı. Perdeyi çekti. Buğulanan camı sildi. Yine gülümseyerek köprüden baktı. “İşte, her şeye rağmen, cıvıl cıvıl bir İstanbul.” dedi. Az ileride Haliç’in, Boğaz’m sularını kucakladığı yerde irili ufaklı gemiler geçip gidiyordu. Buğulanan fayton camına “Vatanım geldim.” yazdı.

21 Ocak 1915

Yarbay Mustafa Kemal Bey, arkadaşı Ali Memduh Bey’in Sultanahmet Akbıyık’taki evinde kalmayı tercih etmiş, böylece Harbiye Nezareti’ne yakın olmayı istemişti. Sabah erkenden evden çıktı. Yol boyunca Enver Paşa’nm kendisini nasıl karşılayacağını düşünüyordu. Sarıkamış Harekâtı’nın neticesi ne olmuştu? Sofya Elçisi iken aldığı duyumlar hiç de iç açıcı değildi. Başkomutan Vekili bu konuda bakalım ne diyecekti? Bir başka konuyu daha merak ediyordu; 19. Tümen Komutanlığı’na atanmasını kim yapmıştı? Harbiye Nezareti Müsteşar Vekili İsmail Hakkı Paşa mı? Yoksa Enver Paşa mı? 19. Tümen’in nerede olduğuna dair sorusunun yanında, bu atanma işinin de nasıl yapıldığını öğrenmeyi çok istiyordu. Yürürken kaputunun yakalarını kaldırdı. Hızlı adımlarla kapıya doğru yöneldi. Çok garip duygular içindeydi. Nöbetçinin verdiği selamı alışkanlıkla aldı. İçeri girdi. Doğruca Enver Paşa’nm bulunduğu kata yöneldi. Nöbetçi subaya:

19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal! Enver Paşa ile görüşecektim, dedi.

–    Komutanım hoş geldiniz. Ancak Enver Paşa meşgul. Kendisi önemli bir toplantıya hazırlanıyorlar. Ben yine de geldiğinizi arz edeyim. Vereceği cevabı size bildireyim.

–    Peki.

Az sonra gelen subay kendisine:

–    Komutanım, Enver Paşa sizinle görüşeceğini bildirdi. Biraz beklesin, dedi.

–    Beklerim.

–    Çay ister misiniz efendim? Ya da kahve?..

–    Sade kahve.

–    Baş üstüne.

Az sonra bir hizmet eri getirdiği kahveyi genç komutana ikram etti. Mustafa Kemal bulunduğu yerin yüksek tavanlarına, duvarda asılı bazı talimatnamelere ve haritalara bakarken kahvesini yudum-luyordu. Son telveli yudumu aldı. Yarım bardak su içti. Önündeki sehpanın üzerine koydu. O sırada koridordan, Muamelatı Zaptiye Müdürü Osman Şevki Paşa’nm dosyalarla geldiğini gördü. Hemen kalktı. Paşaya yaklaştı.

–    Efendim…

–    Mustafa Kemal! Hoş geldin. Ne zaman geldin?

–    Dün geldim.

–    Nasılsınız? Sizi biraz zayıflamış gördüm…

–    Vatanın hüznü insanı etkiliyor elbette…

–    Öyle, öyle…

–    İzin verirseniz, size bir şey sormak istiyorum.

–    Seni dinliyorum.

–    Ben bir konuyu merak ediyorum…

–    Nedir o konu?

–    19. Tümen’e beni tayin eden Harbiye Nezareti Müsteşarı İsmail Hakkı Paşa mıdır?

Osman Şevki Paşa etrafına şöyle bakındı. Mustafa Kemal’in omzuna elini attı. Duvara doğru bir iki adım ilerledi. Çok gizli bir şey söylüyormuşçasma yavaşça adeta kulağına fısıldadı:

–    Hayır. Doğrudan doğruya Başkomutan Vekili Enver Paşa Hazretleridir. Erzurum’da iken telgrafla emir buyurdular. Bundan emin olunuz Beyefendi.

–    Peki çok teşekkür ederim.

–    Tebrik ederim sizi.

–    Sağ olun…

Tekrar yerine oturdu. Demek ki, kendisini Enver Paşa tümen komutanı yapmıştı. Açıkçası buna şaşırmadan edemedi. Ellerini çenesinin altında birleştirdi. Beklemeye başladı. Gözü, karşıdaki geniş kanatları olan Enver Paşa’nm kapısına kilitlenmişti. Karmakarışık düşünceler içindeydi. Ara sıra koridorda yürüyen komutanların çizmelerinin çıkardığı sesler düşüncelerini dağıtıyordu. Diğer odalara girip çıkanlar zaman geçtikçe artıyordu. Bir iki Alman komutanı görünce dikkat kesildi. Onların gururla yürümesini izledi.

Almanlar… Almanlar… Öz yurdumda yabancılar, Almanlar…

Tam o sırada geniş kanatlı kapı açıldı. Emir subayı kendisine yaklaştı:

Enver Paşa Hazretleri sizi bekliyor. Buyurunuz efendim.

Yarbay Mustafa Kemal Bey kalktı. Üstünü başını düzeltti. Kapıyı çaldı. Bir ses duymadı. Tereddüt etti. Biraz bekledi. Ses gelmeyince içeri girdi. Enver Paşa tam karşısında idi. Kısa bir süre Genelkurmay Başkanmı süzdü. Zayıflamış ve rengi limon gibi sararmıştı. İlk önce ne diyeceğini bilemeyen genç subay, Başkomutan Vekili’nin bir şey dememesi üzerine söze girme ihtiyacını hissetti:

–    Biraz yoruldunuz…

Enver Paşa yorgun gözlerini Yarbay Mustafa Kemal Bey’e dikti. Bir süre baktıktan sonra sanki zorlukla konuşuyormuşçasma:

–    Yok, o kadar değil dedi.

–    Ne oldu?..

–    Çarpıştık o kadar…

Mustafa Kemal olup biteni anlamak istiyordu. Çarpışılmışsa ne olmuştu; zafer mi kazanılmıştı, yenilgiye mi uğranılmıştı? Birinci elden bilgi almak düşüncesiyle sordu:

–    Şimdiki vaziyet nedir?

–    Çok iyidir…

Enver Paşa, bu cevabı Mustafa Kemal’in gözlerinden kaçırarak vermişti. Sonra Paşa sustu. Genç subay onun susmasından bu konuyu konuşmak istemediğini anladı. Halbuki Sarıkamış Harekâtı ile ilgili duyduğu pek çok şeyi sormak istiyordu. Karşısındaki Genelkurmay Başkanı o kadar yorgun ve ümitsiz görünüyordu ki, onu üzmemeye karar verdi. Konuyu değiştirmek istedi:

–    Teşekkür ederim; beni numarası on dokuzuncu olan tümene tayin buyurmuşsunuz. Bu tümen nerededir? Hangi Kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?

Başını ovuşturan Enver Paşa sanki bir şey hatırlamış gibi:

–    Ha evet… Belki bunun için Genelkurmay Harekâtçılarıyla görüşseniz daha kesin bilgi alırsınız. Zira ben Erzurum’dan yeni döndüm. Atamanızı da oradan telgrafla yapmıştım, dedi.

–    Görüyorum ki, çok yorgunsunuz. Peki, o halde sizi fazla rahatsız etmeyeyim.

Yarbay Mustafa Kemal selam verip odadan çıktı. Yürürken Enver Paşa’nm zayıflamış, avurtları çökmüş, gözlerinin altı morarmış, çukurlaşmış ve sarı benizli hali öylece karşısında duruyordu. Sofya’da neler olup bittiğini sormamıştı. “Fethi Bey nasıl?” bile dememişti. İlgisizdi.

“Belki yorgunluktandır.” diye düşündü… Akimda 19. Tümen’i nerede ve nasıl bulacağı konusu vardı. Koridordaki ilk odaya girdi:

–    On dokuzuncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, dedi…

Odada çalışanlar başlarını kaldırıp hayretle yüzüne baktılar. “Bu

komutan kimdi? 19 Tümen neredeydi?” Onlar da ilk defa duyuyorlardı.

Bir subay:

–    Efendim bizim bu konuda herhangi bir bilgimiz yoktur. Diğer odalardaki arkadaşlara sorarsanız belki bilgi alabilirsiniz, dedi.

Odadan çıkan Mustafa Kemal şaşkındı. Koskoca tümenin nerede olduğunu Genelkurmay personeli bilmiyordu. Hemen yan odaya girdi:

–    19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal… Tümenimin nerede olduğu konusunda bilgi almak istiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?

Yine aynı hayret ifadelerini yüzlerde görünce:

Eklendi: Yayım tarihi

“57. Alay Çanakkale” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Önemli Olaylar Savaşlar Tarih
  • Kitap Adı57. Alay Çanakkale
  • Sayfa Sayısı432
  • Yazarİsmail Bilgin
  • ISBN9786051141800
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2010-3

Yazarın Diğer Kitapları

  1. 57. Alay Filistin ~ İsmail Bilgin57. Alay Filistin

    57. Alay Filistin

    İsmail Bilgin

    Kendilerini Susuz Aslanlar diye niteleyen 57. Alay, Çanakkale Conkbayırında adeta bir kahramanlık destanı yazmasının ardından, önce Galiçyada çarpışır. Ardından bağlı olduğu 19. Tümenle birlikte...

  2. Çanakkale İçinde Vurdular Beni ~ İsmail BilginÇanakkale İçinde Vurdular Beni

    Çanakkale İçinde Vurdular Beni

    İsmail Bilgin

     Dünyanın ordusu dikildi karşılarına, yine de “Çanakkale geçimez!” dediler. Her biri bir kahramandı, her birinin bir hikâyesi vardı. Ey bu topraklar için toprağa düşmüş...

  3. Zenci Musa ~ İsmail BilginZenci Musa

    Zenci Musa

    İsmail Bilgin

    Osmanlı için yaşamış Sudanlı bir asker; Zenci Musa... Kuşçubaşı Eşref'in gözü kapalı güvendiği, çatışmaya girecekse sağında istediği bir delikanlı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur