İNSAN BİLMEDİĞİ CENNETİ DEĞİL, BİLDİĞİ CEHENNEMİ YAŞAMAYA MEYİLLİDİR.
Ateş her şeyi dener ve sınar Onu ancak tek bir şekilde öğrenebilirsin; Yanarak…
En kötü şey tam yanmadan duman olmaktır. Yanamamaktır. Duman içten içe yanmak demektir. Duman ruhun zehridir. Güneş, bilgi demektir. Güneş, pişmek demektir. Aşkla pişmek, acıyla pişmek, dostlukla pişmek demektir. Güneş olgunluk demektir. Güneş bilgiyle pişmek demektir. Ateş kendini Güneşte sınamalı, Ateş kendini Güneşe gömmeli, Ateş, Güneşte sönmelidir. Ateşin isini, Güneşle yıkamalısın, Güneşle tazelenmelisin. Ve asla ama asla Adanızı unutmayın. Hayallerinizden vazgeçmeyin.
Ütopyalarınızın peşinden gidin. Çünkü onlar sizin gerçek hazinelerinizdir Genç bir erkeğin hayat yolunda, kadınlar, aşk, sevgi, mutluluk, haz, aile, seks, erkeklik, dostluk, kısacası yaşam üzerine tecrübeleri ve düşündükleri Erkeklerin içsel dünyasını o kadar iyi anlatmış ki, kadınlar bu kitabı elkitabı olarak yanlarından hiç ayırmayacaklar.” Mine Kırıkkanat Galiba hiçbir kitap erkekler dünyasını bu kadar güzel anlatıp, bu kadar da deşifre etmemiştir. Mehmet Coşkundeniz, Aşk Doktoru
ATEŞ, GÜNEŞ ve ADA.
Eğer içinizde gürül gürül gençlik ateşi yanıyorsa, bırakın yansın.
Ateş yanmak içindir.
Ateş ne kadar yakması gerekiyorsa o kadar yakar, ateş duracağı, söneceği yeri bilir. Asla bundan daha önce sönmez.
Ateş her şeyi dener ve sınar…
Ateşin özünü asla bilemezsin,
Onu ne kadar öğrenmeye kalkarsan kalk, öğrenemezsin.
Onu ancak tek bir şekilde öğrenebilirsin,
Yanarak…
En kötü şey tam yanmadan duman olmaktır. Yanamamaktır.
Duman içten içe yanmak demektir.
Duman ruhun zehridir.
Ateş ini ne zaman söndüreceğini bilmelisin.
Ateş’in yerini Güneş’in alması gerektiğini bilmek zorundasın…
Ateş yerini, tüm yaşamın kaynağı olan, herkesin Ateş’i olan, Güneş’e bırakmak zorundadır.
Ateş kendini Güneş’te sınamalı,
Ateş kendini Güneş’e gömmeli,
Ateş, Güneş’te sönmelidir.
Ateş’in isini, Güneşle yıkamalısın, Güneşle tazelenmelisin.
Güneş, bilgi demektir.
Güneş, pişmek demektir.
Aşkla pişmek, acıyla pişmek, dostlukla pişmek demektir.
Güneş olgunluk demektir. Güneş bilgiyle pişmek demektir.
Ateş’inizi Güneş’e çevirin.
Ve asla ama asla “Ada”nızı unutmayın. Hayallerinizden vazgeçmeyin. Ütopyalarınızın peşinden gidin.
Çünkü onlar sizin gerçek hazinelerinizdir…
Birinci Bölüm
Aslı Ateş Olanların Meyvesi Yanmaktır…
Kendimde bulduğum bütün eksiklikleri başkalarında tamamlamak için gelmiştim bu şehre…
ACEMİ YOLCULAR
Biz henüz yazılmamış bir hayatın, henüz gidilmemiş bir ülkenin, Henüz yaşanmamış olan aşkların acemisiyiz.
Yollarımızı şaşırabilir, karşılıksız aşk acıları çekebilir,
Yanlış bir hayatı da seçebiliriz.
Biz yeniyiz.
Yenilir yenilir,
Tekrar deneriz.
Yenilgimiz sadece yeni bir başlangıcımızdır bizim…
insan yazmaya ne zaman başlar?
Hikayesi ne zaman başlarsa o zaman.
Peki, bir insanın hikâyesi ne zaman başlar?
Bir ergenin hikâyesi?
Çıktığı gerçek yolculukla başlar.
Ve yolculuklar kelimelerin uçuruma savruluşlarıdır aynı zamanda.
İnsan yazmaya, yaşamaya ne zaman başlamışsa o zaman başlar.
Peki, insan yaşamaya ne zaman başlar?
Doğduğunda mı? Bilinci yerine geldiğinde mi? Âşık olduğunda ya da özgür kaldığında mı?
Benim için yaşamak bu şehre ayak bastığımda başladı.
Bir kovboy kasabası gibi ağustosun sıcağında şehrin anacadde- lerinde dikenli çalı topakları uçuşurken âşık olmuştum bu güneşli şehre.
Henüz tenine güneş ışığı vurmamış, eline erkek eli değmemiş bir genç kız gibi uzanıyordu parlak güneşin altında şehir.
Uzun beyaz tüylü bir kedi gibi okşanmayı bekliyordu sokakları.
Bu bir şehre duyulan aşktı işte.
Aşk yaşam demektir.
İşte yazmanın ve yaşamanın başlangıcı!
Bir yavru kuşun kendini yuvasından boşluğa bırakmasıydı yolculuğum.
Yolculuk, ölümle yaşam arasındaki ilk seçimi değil midir bir gencin?
Ve daha kaç kez yaşayacaktır bu ikilemi bir genç, ölmekle yaşamak, sevmekle nefret etmek, gitmekle kalmak gibi..
İşte bir genç adam olarak portremde, hep bir muska gibi boynumda taşıyacaktım bu ikilemi…
Yolculuk her şeyin başlangıcı ve aynı zamanda sonuydu. Tıpkı benim öykümde olduğu gibi.
On yedi yaşındaysanız ve elinizden kimse tutmadan yeni bir yolculuğa çıkmışsanız, büyük beceriksizliklere, büyük yanlışlara hazırlıklı olmalısınız. Birdenbire içinizdeki gizi en olmayacak insana açıverirsiniz; hiç olmadık bir yerde, olmadık bir zamanda gözlerinizden yaşlar boşanabilir. Herhangi biri size sert ve anlamlı baktı diye ona düşman kesilebilirsiniz. Ama her şeye rağmen dönüp, yaşamak ne güzel şey dersiniz…
Ben bir ışık için tepmişim rahatımı…
Tırnaklarımı kemiriyormuşum kime ne?
Aslında bu şehre ayak bastığımda bile değil, ayak basacağım kesinleştiğinde yaşamaya başladım. îlk defa soluk aldım. İlk defa önümde koca bir dünya açıldı.
Sıcak bir ağustos sonuydu. Kendi ortaçağımın sonuydu bu yolun sonu.
Çorak Anadolu platosunun bir bozkır şehrinden binmiştim otobüse, bu şehre gelmek için. Kimseler bilmez bir bozkır artığı şehrin ne demek olduğunu, taşra şehirlerinin ölü hayaletini üstünde taşıyan çocuklar kadar.
KASABALARIN ISSIZLIĞI
Kasabalar ıssız olur geceleri.
Bir çocuk korkar, kasabanın hayaletinden.
Çocuk sürekli koynunda yatırır geceyi,
kendi gecesine ıssız bir oğlan çocuğu olarak doğar herkes kasabalarda.
Issız ve erken olur gece, ıssızlığı kendine bir hançer olur.
Çıkacağı bir kapı arar kasabada çocuk, o kadar az kapı vardır kir bilir bunu çocuk, bildiği için de bulduğu ilk kapıdan çıkıp düşer yollara çocuk…
Kasabalar terk edilmek için değil midir zaten, o yüzden tek suçlu terk eden midir, ha çocuk!
Bir taşra şehrinde yaşamayan, duvarlarla örülmek ne demek bilemez. Taşrada hayat çok farildir. Taşrada yaşıyorsan ve mutlu olmayı düşünüyorsan, taşranın görgü kurallarını baştan kabul etmelisin. Taşra kabahatlere, görgüsüzlüğe asla göz yummaz ve asla unutmaz.
Yaşadığım taşra şehrinde istediğim her şey elimin altında olsa da, Kızılırmak’ın suladığı zengin Anadolu ovasında, ayaklarımın kör bir çiviyle Taşra Şehrinin kaldırımlarına çivilenmiş olduğunu duyumsar, bunun ne büyük bir yoksunluk olduğunu hissederdim. Dünyanın bu kadar çeşitli manzaralarla, bu kadar değişik hayatlarla dolu olduğunu, milyonlarca güzel kadının başka başka şehirlerde yaşadığını bilmek ve onlardan bu kadar uzak olmak… Ruhum bunca görkeme susamışken ne rezil bir hayattır bu…
Taşrada görüp yaşadığım her şey benliğimi donduruyordu. Bir mekâna hapsolmuş, zaman mefhumunu yitirmiş bir insana dönüyordum. Günde sadece bir kere nefes alırdınız taşrada. Taşra şehri demek; geometrik, geçmişsiz, derinliği olmayan, en önemlisi de, gizi olmayan, içinde sakladığı günahları olamayan şehir demektir.
Taşra Şehri demek, Bozkır’ın ortasında, Kervan Artığı Şehir demektir.
Ne olursa olsun bu taşra şehrinden çıkmalıydım. Buranın sınırlarını bir aştım mı, dışarıda gökyüzü vardı, solunacak hava vardı, su vardı, önümde sere serpe uzanan zaman vardı…
Bir gün bu taşra şehrinden kurtulup, büyük şehrin, batının güzel kadınlarıyla tanışacağımı, göz kamaştırıcı işler yapıp, bu kadınların dikkatini çekeceğimi tatlı tatlı düşünürdüm hep… İşte şimdi bu batı şehrinde bu yeni hayat, kollarını bana açmış, güzel kızlarıyla, özgür havasıyla beni bekliyordu. Ben yaşamaya burada başlamıştım. Ama yaşamadığım yerleri; kasabaları, taşra şehirlerini anlatacağım önce sizlere.
KASABALAR ÜZERİNE Kasabalar mı dediniz…
Hiçbir aşkı, hiçbir acıyı, hiçbir sırrı saklayamaz onlar, insanın kendine bile saklayamadığı bir gizi yoksa nasıl kendi olur ki…
işte tam bu yüzden, kasabalarda kendiniz olamazsınız, ancak o kasabalı olursunuz…
Şu gördüğün bilmem kaç nüfuslu küçük kasaba var ya dostum, hiç kimsenin bilmediği kaç gizli sevdanın mezarını taşır koynunda bilir misin?
Dışarıdan gelen her şey, bir şenliktir küçük kasabalar için. Büyük şehirden gelmiş bir çocuk, büyük şehirden gelmiş bir hediye, bir kartpostal…
En çok da o meşum panayırlar ve yanlarında getirdikleri o bıçkın delikanlılarla kırmızı rujlu kızlar…
***
Yola düzülmüş bir kervandır kasaba, o yüzden kimse yas tutmaz gidenlerin ardından.
Bilinir ki, gidenler asla geri dönmezler.
Ve gidenler, gittikleri yerlerde hep hüzünlü hikâyeler uydurur, kalanlar avutabilsin diye kendilerini…
İşte, geldiğim bozkır artığı taşra şehri de böyleydi. Taşrada zaman nasıl geçer bilir misiniz hiç? Zaman ayaklarını sürüyerek akar sıkıntılı günlerde. Geçmek bilmez. Saatlerin ağır aksak tıkırtıları dayanılmaz bulantılar yükseltir içinizden.
Anlamazdım bunun sebebini. Hangi hayatı aradığımı henüz bilmeden anlamsızca sıkılırdım.
Ama en azından şunu bilirdim ki, yaşamak istediğim hayat bu değildi. Bunun dışında bir şeydi. Ama ne?
Deniz hep özgürlük imgesidir edebiyatçılar ve sanatçılar için. Peki, bir balıkçı nasıl bakar denize bunu bilir misiniz? Balıkçı için deniz, ekmek kapısıdır. Çocuğuna götüreceği bir oyuncaktır. Her gün fethedilmesi gereken hırçın ve oynak topraklardır. İliğine kadar işleyecek soğuk rüzgârdır. Bir balıkçının gözüyle kaç edebiyatçı bakabilmiştir ki denize? Bir balıkçı için deniz, ayaklarının halatla bağlanması demektir bitmek bilmeyen bir suya. Balıkçılar o yüzden bağlıdır denize. Sanatçının özgürlük imgesi dediği, balıkçının mahpusluğudur.
Bir balıkçı, bir gün zincirlerinden kurtulacağını düşler, denizden esen hafif rüzgâr yüzünü yalarken.
İşte o gün balıkçı, o mucizevi günde, “Bütün gecelerim aşk gecesi olacak, kadınların yüreğine yeni şarkılar okuyacağım” der…
Büyük şehirde yaşayıp da, ne muhteşem dedikleri, hayalini kurdukları taşra hayatı buydu benim için işte.
* * *
Bu yeni hayatımda beni bekleyen her şey iyi, kötü, tehlikeli… Her şey bana heyecan veriyordu. Kendi yemeğimi pişirecek olmam mıydı heyecan verici olan?
Özgürlük ağzımıza dolanmış bir yılan mıydı yoksa? Her şeyi yapmak, dilediğin saatte, dilediğin yerde, dilediğin kişiyle birlikte olmak mıydı özgür olmak? Güvenli bir şey miydi özgürlük, yoksa tekinsiz bir şey mi?
On yedi yaşımı bitirmek üzereydim ve yeni bir şehirde yeni bir hayatın başlangıcındaydım. Bunu başaracak güçteydim. Kelimelere dökemesem de geçmişle hesaplaşabilecektim artık. Belki acılardı beni bekleyen.
Kendi yaşamımın celladı olacaksam da bu ben olmalıydım.
Birilerinin insafına kalmış bir hayatı, kim yaşamak ister ki…
Kendi ipimi çekecek kadar cesaret toplamıştım, geride bıraktığım on yedi senede. Yeni bir yol beni bekliyordu ve ben bu yolculuğa çıkmanın heyecanı içinde çırpınıyordum…
“Ateş, Güneş ve Ada” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye Öykü Roman (Yerli)
- Kitap AdıAteş, Güneş ve Ada
- Sayfa Sayısı318
- YazarErtürk Akşun
- ISBN9786054607204
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2012-5
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Yeşil Su Samuru ~ Buket Uzuner
İki Yeşil Su Samuru
Buket Uzuner
1 Haziran 1978 Her şey bir günde olmadı. Her şey o yaz değişti. Annem yakışıldı bir ressamla evi terk etti. Babam da bir iki...
- Çatıkatı Aşıkları ~ Şükran Yiğit
Çatıkatı Aşıkları
Şükran Yiğit
Yolları Arnavutköy’de bir çatıkatında kesişen üç kişi: Süreyya, Laden, Mercan. Üç farklı geçmiş, üç farklı bellek… Süreyya, şu yaşlılık günlerinde, tam gönlüne göre iki...
- Çöl Deniz Hz. Hatice ~ Sibel Eraslan
Çöl Deniz Hz. Hatice
Sibel Eraslan
Peygamber Efendimizin eşi Hz Hatice hakkında yazılmış çok özel bir çalışma! HZ. Muhammed’i (s.a.s.) peygamberliğinden evvel tanıyıp seven ve O’na ilk iman eden, mü’minlerin...
Bedava bile olsa almayın. Kitap ahlaki değerlerden yoksun. Kağıt matbaa ağaç israfı
Yazıklar olsun bunu roman diye yazana