Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud psikanalizin toplumsal olayları, uygarlığın gelişimini ve sonuçlarını açıklamakta da elverişli bir kuram olduğunu Uygarlığın Huzursuzluğu, Totem ve Tabu, Grup Psikolojisi gibi eserlerinde göstermiştir. Freud’un psikanalizin bulgularının sosyal hayat için ne anlama geldiğini dile getirdiği başlıca eseri olduğu için, Uygarlığın Huzursuzluğu yirminci yüzyıl boyunca birçok düşünürü etkilemiş, birçoklarına ilham vermiş ve kendisiyle hesaplaşmak zorunda bırakmıştır. Freud’a göre hayvani dürtülerle güdülenen insanın aynı zamanda uygar bir varlık olmaya çalışması trajik bir durumdur. Bununla beraber Freud insanın uygarlıktan vazgeçemeyeceğini de kabul eder. Sonuç uygarlığın kaçınılmaz huzursuzluğudur.Ötekini Dinlemek uzmanlaşmış bir dizi. Ama dizide yer alacak bütün kitaplar doğrudan insana dair. Hayatlarımıza, kendi kişisel deneyim alanımıza, ana babalarımıza, onlarla ilişkilerimize, zor büyüme yıllarımıza dair bir bilgi… Kendimiz ve diğer insanlarla ilgili sezgilerimizi geliştirmemize yardımcı olacak, yeni kavrayış imkânları verecek ve kuşkusuz öğrenirken herkesin kendi deneyimleriyle sınayacağı türden bir bilgi… Psikiyatri ve psikanaliz alanında yüzyıl boyunca yazılmış temel yapıtları bir kütüphane oluşturacak kapsamda bir araya getirirken bunu amaçladık.
***
İçindekiler
Editörün Önsözü, Saffet Murat Tura 7
Sunuş
Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi
Ali Babaoğlu 9
Uygarlığın Huzursuzluğu 23
Kaynaklar 103
Editörün Önsözü
Saffet Murat Tura
Uygarlık bir sapma mıdır? Eğer uygarlık kavramını doğal olanla doğal olanla karşıtlık içinde düşünürsek bu soruya bir şekilde evet yanıtını vermemiz gerekir. Oysa modern etolojinin kabul etmeye pek yatkın olmadığı bir yanıttır bu. Etologların çoğu uygarlığın bazı ilksel biçimlerinin doğal yaşamın içinde geliştiği görüşündedir.
Freud bu iki görüşe de hem yakın hem uzak bir mesafeden bakar. Klinik malzemeden elde ettiği insan hakkındaki temel bilgileri tutarlı bir kuramsal dizgede ifade etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak uygarlığın kökeni sorunu ile karşılaşmış ve bu sorunun pek de kolay yanıtlanır türde olmadığını tespit etmiştir o. Bununla beraber bu soruya bir yanıt bulma çabasından da asla vazgeçmemiştir. Çünkü klinik kuram insanı daima bir uygarlığın içinde düşünmek zorundadır.
Freud’un yanıt denemeleri ilk bakışta fazlaca basit görünse de antropoloji ve etolojinin asla görmezden gelemeyeceği tespitler ve varsayımlar ortaya koymaktadır.
Uygarlığın Huzursuzluğu Freud’un uygarlık sorununu ele aldığı diğer eserlerine; mesela Totem ve Tabu, Bir Yanılsamanın Geleceği ve Musa ve Tektanrılı Din‘e göre daha az heyecan verici ve uyarıcı bir kitap gibi görünmesine karşın en az spekülatif ve en sağlam olanıdır.
Bu kitap ayrıca psikanalizin esas odaklaştığı alan olan klinik kuram açısından da anlamlıdır. Çünkü bu kitapta ilk kez üstben oluşumu geniş ölçüde uygarlık sorunu ile ilişkili olarak yeniden düşünülüp ayrıntılandırılmıştır. Uygarlığın Huzursuzluğu‘nun psikanalitik düşüncenin genelinde değer kazanacak temel bir yapıt olduğunu düşünüyoruz.
Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi
Ali Babaoğlu
Başlangıcından itibaren psikanalitik kuram din, sosyoloji, uygarlık tarihi ve güzel sanatlar alanlarına da yayılıp yansımaya başlamıştır. Bu yansımalar belki psikanalizin yüzyılımız eğilim ve düşünceleri üzerine yaptığı en önemli etkidir. Asıl amacı olan psikiyatri ve tıp alanındaki etkisinin görece zayıfladığı sırada doruğa çıkmış görünen bir etki. Bugün özellikle uygulamalı sosyoloji denilebilecek olan politika, ekonomi ve eğitim konularında psikanalizin bulguları olmaksızın hiçbir girişim değerli sayılmıyor. Hele uluslararası savaş ve barış stratejileri üzerinde çıkarsama ya da uygulamaya yönelik bütün araştırma ve planlamalar kesinlikle psikanalizin egemen gölgesi altında yürüyebiliyor. Bu yönelişin temellerinde Freud’un çağında çok eleştirilmiş, yandaşlar kadar karşıtlar da kazanmış olan yazıları yatmaktadır. Freud her ne kadar küçük gören söylemlerde bulunmuşsa da felsefeyle hep yakından ilgilenmiş; yazılarında felsefeyi hem sıkça kullanmış, hem de doğrudan doğruya felsefe yapmıştır. Gerçekten de çağında psikolojinin ve biyolojinin genel olarak felsefe temeli olmaksızın düşünülmesi pek söz konusu olamazdı. Özellikle de tam yeni araştırma ve buluşların yapılmakta olduğu antropoloji ve sosyoloji alanının psikanaliz kuramını etkilememesi ve ondan etkilenmemesi beklenemezdi.
Daha 1907’de saplantılı-zorlantılı nevrozun belirtilerinin dinsel tören ve uygulamalara benzerliğinden girerek dinin evrensel bir nevroz, saplantılı-zorlantılı nevrozun da bireysel bir din olduğunu ileri sürmüştü (Freud, 1907). 1912’deyse, belki en ünlü yapıtı olan Totem ve Tabu ile Freud, yalnızca dinin değil aynı zamanda uygarlığın da kökenlerini incelemeye başlamış ve bireysel Oidipus karmaşasıyla insanlığın tarihöncesi arasında koşutluklar ortaya çıkarmıştır. Tylor, Lang, Frazer gibi etnolog ve sosyal-antropologların araştırma sonuçlarına dayanarak ilkel tabularda ve nevrotik fobilerde aynı irrasyonel özelliği; büyü işlemlerinde ve nevrotik fantazilerde aynı düşünce tümgüçlülüğünü görmüştür. Buradan giderek nevrotik belirtilerle ilkellerdeki toplumsal ve kültürel görüntülerin ve uygarlığın kökenlerinin ortak temellerine ilişkin bir kuram gelişmeye başlamıştır. Bu ortak temeli oluşturan düzenek ilk atanın öldürülmesi öyküsünde. Oidipus karmaşasının bir yansımasında görülmekteydi. Freud’a göre her küçük oğlan çocuk babasını öldürmek ve annesiyle evlenmek gizli dileğini yenmek zorundaydı. Bu sorunu başarıyla atlatabilirse babanın tasarımını kendi içine alır, böylece üstbeni kurulmuş olur ve sonunda normal bir olgunluk ve erişkinliğe ulaşabilirdi. Eğer bunda başarısız olursa nevroz kaçınılmazdı. Bu olgu dizgisi her insanın kaderinde vardı. Ama bu bireysel kader insanlığın tarihöncesinde gerçekleşmiş bir olayın yansımasından ibaretti. Binlerce yıl önce insanlar sürüler halinde zalim bir atanın sultası altında yaşamaktaydı. Bu ata, sürünün bütün kadınlarını kendi elinde tutup, yetişkin oğullarını sürü dışına atıyordu. Bu dışa atılan oğullar ayrı bir toplulukta, eşcinsel duygular ve davranışlarla yaşamak zorundaydılar. Bir rastlantıyla, ya da amaçlı olarak oğullar bir fırsat bulup babalarını öldürdüler ve yediler. Böylece öfkeleri doymuş fakat aynı zamanda totemcilik de başlamış oldu. Atayı temsil eden totem hayvanını, atanın kendisiymiş gibi sayıyor, fakat belli zamanlarda onu öldürerek yiyorlardı. Babalarını öldürdüklerinde onun kadınlarını almaya cesaret edememişlerdi. Bunun nedeni bir yandan babaya geç bir itaat, ama öte yandan asıl bu kadınların paylaşılması amacıyla erkeklerin birbiriyle boğuşmaya girebilecekleri korkusuydu. Bunlar baba katli ve ensest yasağıydı. Bu, insan uygarlığının, ahlak ve dinin başlangıcı, aynı zamanda da Oidipus karmaşasının öncülüydü.
İnsanlığın ilkel dönemlerde, erkek bir tiranın yönetimi altında, sürüler halinde yaşadığı düşüncesi, Darwin’in bir varsayırmıydı. J. J. Atkinson (1903), Darwin’in bu düşüncesini alıp işleyerek genişletmişti. Ona göre; babanın, rakibi olan oğullarını sürü dışına sürmesi sonucunda birbirinin yakınında yaşayan iki küme oluşmaktaydı. Birinde baş erkek, elde edilmiş olan kadınlar, kendi kızları ve her iki cinsten çocuklar bulunmaktaydı. Öbüründe de özellikle bir poliandri durumunda yaşamakta olan sürülmüş oğullar bulunuyordu. Bu sürgün erkeklerden bir bölümü kendilerini babadan daha güçlü hissettikleri zaman ona saldırıp öldürdüler ve yediler. Aralarındaki en güçlü genç erkek babanın yerine geçti. Bu savaş durmadan yinelenebilirdi ama Atkinson’a göre günlerden bir gün babanın kadınlarından biri onu, günü gelince yerini almak üzere oğullarından birini saklamaya ikna edebildi. Tek koşul oğulun babanın kadınlarına dokunmaması olacaktı. Ensest yasağının başlangıcı bu olaydı. Freud ayrıca semitik kültürlerin kökenine ilişkin William Robertson Smith’in (1970) kuramından da etkilenmişti. Buna göre insanlar küçük klanlar halinde totem inancı ve kurallarıyla yaşamaktayken o totemi belli zamanlarda öldürüp ortak ziyafetlerde yemekteydiler. Aslında o sıralarda henüz yeni olan etnolojik ve antropolojik araştırmalar son derecede büyük ilgi çekiyordu ve bu türden varsayımlar her yandan pıtrak gibi fışkırıyordu. Bu yüzden Freud’un bunların herhangi birinden, ya da birçoğundan etkilenmiş olması da olasıdır.
Buna ek olarak o çağa denk gelen önemli bir olay tam da bu eskiye ilişkin varsayımların çağdaş bir versiyonu gibiydi. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 1908 devrimiydi. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu o güne kadar yüzyılın en korkunç despotu olan bir sultanın, II. Abdülhamid’in sultası altında bulunuyordu. Avusturya-Macaristan’a komşu bu dev ve çağdışı imparatorluk, bütün Avrupa’da olduğu gibi onunla çatışmalı bir dostluk içinde yaşamaya çalışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aydınlarının da müthiş ilgisini çekiyordu. Benzeri bir patriyark tarafından yönetilmekte olan Rusya’nın ve iyi baba figürü sunan Büyük Frederik’le Bismark’ın egemenliğindeki Almanya’nın tehditleri arasında Avusturya-Macaristan yıllarca tonton bir imparatorun ve onun halk tarafından ilgi ve sevgi gören ailesinin egemenliği altında ikili duygular içindeydi. Bu arada Balkanlar’daki bütün Yahudiler, Osmanlı sultanına karşı daha da karmaşık duygular taşıyorlardı. Avusturya-Macaristan Yahudileri ve Rus Yahudileri hiçbir zaman normal vatandaşlık sıfatını bile kazanamazken Safarim denilen Osmanlı Yahudileri bütün Balkan ülkeleri ve bu arada Avusturya-Macaristan topraklarında da Osmanlı sultanının kişisel himayesi altında, neredeyse diplomatik sayılabilecek bir dokunulmazlık ve dolayısıyla da büyük bir refah içinde yaşamaktaydılar. Kendisi de bir Galiçya Yahudi ailesinden gelen Freud için de sultan, herkese karşı zalim olan, ama kendilerinin bir bölüm kardeşlerini öbür zalimlere karşı koruyan bir baba figürü oluşturmaktaydı. Bu despot bütün tebaası üzerinde yaşam ve ölüm yetkisini tek başına elinde tutmakta, bir kısım azınlıklarla birlikte kendi öz oğullarını da acımadan öldürmekte (o sırada Bulgar, Ermeni ve Yunanlıların azınlık-bağımsızlık hareketlerine karşı olan tenkiller Avrupa’ya korkunç katliam haberleri olarak gitmekteydi; ayrıca zindanlarda boğulan Türk aydınlarının haberlerini de Avrupa büyük bir duygusal paylaşımla almaktaydı), hareminde de binlerce kadını kendi keyfi için tutmaktaydı. 1908’de “oğullar zalim babaya karşı bir olup ayaklandılar”. Genç Türkler sultanı tahttan indirerek ulusal bir toplum düzeni kurdular. Osmanlı İmparatorluğu’nda sanatların ve düşüncenin bir anda yeşerip geliştiği gözlendi. Böylece tam da etnologların ilkel atanın katline ilişkin söyledikleri ilgiyi çekmekteyken, bu efsane Avusturya aydınlarının gözlerinin önünde yineleniyordu. Bu durum, benzeri kuramsal düşüncelere karşı kuşkusuz ki daha az eleştirel bakılmasına, bu mitin daha kolay kabul edilmesine yol açmış olabilir (Ellenberger, 1970).
Freud’a göre totem inançlarından sonra gelişmiş olan dinler için de aynı köken, insanlığa bir daha hiç huzur vermeyen aynı olay geçerliydi. İnsan toplumu “birlikte işlenmiş suçun suç ortaklığı üzerinde, din suçluluk duygusu ve pişmanlık üzerinde, ahlak da kısmen böyle bir toplumun gereklilikleri, kısmen de suçluluk duygusundan ileri gelen tövbe duygusu üzerinde durmaktadır”. Totem ve Tabu‘nun sonunda Freud ilkel sürü ile bugünkü insanlık arasında yeniden köprüler kurmaya çalışmakta, bunu, “bir kimsenin ruhsal yaşamındaki aynı ruhsal süreçleri yaşamakta olan” kitle ruhunda aramaktadır. Ruhsal süreçler bir sonraki kuşaklarda da, belki doğrudan açıklamalar ve doğrudan geleneklerle sürmektedir. Ama bir neden de psişik yatkınlığın kalıtımla geçişidir. Her insan, kendi bilinçdışında diğer insanların tepkilerini yorumlamak, yani başkalarının kendisinin duygu kabarmalarından almış oldukları izlenimleri geri çevirebilmek için belli bir aygıta sahiptir. Bütün âdetlerin, törenlerin ve usullerin bilinçdışı anlaşılabilmesi, bunların kökeni büyük atayla olan ilişkilerde yatsa bile, yeni kuşakların da aynı duygu mirasını taşımalarını sağlamaktadır. En sonunda da Freud, ilkellerin acaba psişik gerçeği, yani fantaziyi, gerçeğin yerine koymuş olup olamayacaklarını, yani gerçekte sürünün atasını hiç öldürmemiş olmalarının mümkün olup olmadığını sormaktadır. Burada nevrotik kişinin ilişkilerini tartışır. Çocuktan başlayarak nevrotik insanın düşmanca ve canice dürtüleri kendi güçsüzlüğünden dolayı hiç uygulayamayacağı, bunu ancak fantazilerinde yaşatacağı, ama belki de ilkel insanın bu fiili gerçekten de işlemiş olabileceği sonucuna varır.
.
Freud’un toplum psikolojisi üzerine yazıları 1921’de yayımlanan Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi ile devam etti. Burada Freud, özerk bir toplum güdüsünü reddeden bir sosyoloji taslağı öneriyor ve toplumsallık güdüsü yerine libido kuramını öne sürüyordu. Söz konusu çalışmasında Le Bon, MacDougall ve Trotter’in kuramlarını tartışmaktaydı. Ona göre Le Bon’un kitle kuramı önderin gücünün gizini açıklayamıyordu. Kendisi libidonun bireyi öndere bağladığını ve onu bütün bireyselliğini bırakmaya yönlendirdiğini ileri sürüyordu. Geçici, örgütsüz kitlelerin yanı sıra dayanıklı ve yapay olan kitleler de vardı. Bunların örnekleri kilise ve orduydu. Burada bireyin öndere olan bağı bir sevgi bağıydı ve önderin de kendisini sevdiği aldanışıyla bu bağ güçlenmekteydi. Bireyler kendilerini önderle özdeşleştiriyorlar ve böylelikle ortak kimlikleriyle birbirlerine bağlanıyorlardı. Libidonun bu belirtileri daha temelde olan bir şeyi örtmekteydi. Bu örtülmekte olan da saldırgan dürtülerdi. Grup çöktüğünde saldırganlık şiddet boşalımları şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Ya da güvenin yitimi panik biçimini alan bir kaygıya yol açıyordu. Bireyleri gerçekten birbirine bağlayan, temeldeki imrenme ve saldırganlık duygularıydı. Popüler bir şarkıcı bir genç kız sürüsünü kendine çektiğinde, bu kızları birbirlerinin saçını başını yolmaktan alıkoyan tek şey, onların o genç adama karşı ortaklaşa duydukları hayranlıktı. “Sosyal duygular böylece önceden düşmanca olan duygunun, özdeşleşme niteliğinde olumlu bir yapışmasına dayanmaktadır… bütün bireyler hem eşit olmak, hem de bir kişi tarafından yönetilmek iste-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme İnceleme-Araştırma
- Kitap AdıUygarlığın Huzursuzluğu
- Sayfa Sayısı102
- YazarSigmund Freud
- ÇevirmenHaluk Barışcan
- ISBN9789753422062
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2011