Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Marx’ın Simiti
Marx’ın Simiti

Marx’ın Simiti

Doç. Dr. Esat Arslan

Metafizik yönelimlerle değil de, toplumsal düşünce temelinde Kur’an’daki sembollerin sınırlı bir çözümlenmesine adanmış bu kitabın temel meselesi, çağımız düşünce dünyası içerisinde aşılmaz bir düşmanlık…

Metafizik yönelimlerle değil de, toplumsal düşünce temelinde Kur’an’daki sembollerin sınırlı bir çözümlenmesine adanmış bu kitabın temel meselesi, çağımız düşünce dünyası içerisinde aşılmaz bir düşmanlık ifade eden Marxizm ve liberalizmin, Kur’ani bakış temelinde birbirini tamamlayan bir biçim altına alınması gerekliliğini savunmaktır. Gerek özgürlüğü, özüne zarar vermeden, eşitlik idealine entegre etmek; yani “Marx vs Smith” çatallaşmasını “Marx’ın Smith’i” imgesine dönüştürebilmek; gerekse de bu çaba yoluyla Marx’ın bugün için bize sunabileceği nisbi iktisadi adalet için uğraşmak, yani Marx’ın simidini pişirmeye ve dağıtmaya çalışmak, ‘yoksulu doyurmak’ ve ‘tüm boyundurukları kaldırmak’ gibi amaçlarla farz kılınmış cihadın bugün için en vazgeçilmez uğraş alanlarındandır. Ki, Müslümanlıktan azade olarak ‘şimdi ve burası’ için konuşursak, belki kapitalizmin bugünkü krizinde tam da Marx’ın bize sunduğu bir can simidine ihtiyacımız vardır.

***

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ      ix
GİRİŞ      1
MODERN ZAMANLARDA FIKHI İNŞA ETMEDE EDEBİYATIN ROLÜ      35
GANİMET NASIL BÖLÜŞTÜRÜLÜR?      66
1/5 BUGÜN NE ANLAMA GELİYOR?      84
GELENEKLER ARASINDA HOMO ISLAMICUS      102
KAYNAKÇA      113

Türk kalın. Kendiniz olarak kalın ve kalkının.
Prens Metternich

Dünya bugünkü nüfusunun iki katını yaşatacak kaynaklara sahiptir ancak dünyada eşitsizliği önleyecek siyasi irade ve azim yoktur.
Brezilya Başkanı Lula da Silva

Üstadım, Cevat Amcama…

ÖNSÖZ

35 yaşında genç bir aristokratın toplumundan kaçıp bir mağaraya sığınmasının nedenleri hakkında hiçbir bilgimiz yok. Dostları da bu konuda ketum davranıyorlar. Mağarada geçen beş yıl boyunca hangi ıstırapları yaşadı, hangi sorunlara çözüm aradı, hangi hayalleri kurdu ve neden bu süre boyunca toplumuna geri dönmeyi düşünmedi? Muhammed’in Allah’ın Elçisi olmaya doğru evrildiği bu süreç hakkında da doğru dürüst bir rivayet yok. Toplumundan kaçmasına bir son verildiğindeyse, bu, toplumunda yeniden saygın bir yer edinmek için değil -ki toplumu, cennetten inen taşı yerine koyma görevini o mağaraya sığınmadan hemen önce ona vermişti,- toplumunu dönüştürmeye dair bir misyon taşıdığı için olacaktı.

Kur’an Muhammed’in kalbine indi. Bu kalbi boş bir levha olarak kabullenmek pek o kadar kolay olmasa gerek. Boş bir levha için, bir mağarayla toplumdaki saygın bir mevki arasında pek bir fark olmazdı. Fakat eğer bu kalp bir toplumdan kaçmayı seçtiyse, muhakkak ki, toplumundan huzursuz olmuş olması için bazı sebepler vardı. Ve galiba zaten biz 40 yaşına kadarki Muhammed’in tüm ıstıraplarını, sorunlarını ve hayallerini onun kalbine indirilen Kur’an‘da görüyoruz. Kur’an‘ın içeriği, onun 40 yaşına kadar toplumuna söylemek isteyip de söyleyemediği, gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediği, çözmek isteyip de çözemediği ve çözümleri o güne kadar kendisinin de doğru dürüst bilmediği her şeyden ibarettir.

Bu kalp, aradan geçen on dört asır içinde, üzerini bir is tabakası kaplamış olabilse de, insanları Çin’den Amerika’ya hala ısıtabilen evrensel bir kalptir. Kur’an‘ın içeriği, insanlığın hakikate ve adalete dair bütün temel sorunları için bir çözüm teklifidir. Kur’an, daha güzel bir yeryüzünün inşası için bir tekliften ibarettir. Ve cüz’i bir kimliğe ait değildir. Hiçbir zaman bir cemaatin korunması, bir geleneğin yüceltilmesi veya jeopolitik bir gücün inşası için değildir. Bir cemaat, bir gelenek ve bir jeopolitik güç inşa eder. Fakat bunlar, daha güzel bir yeryüzünün inşası sürecinde ortaya çıkmış yan ürünlerden ibarettir. Kur’an‘ın içeriği yeryüzünün temel sorunlarıdır. Ve galiba Hazret-i Peygamber’i kırk yaşına kadar boğan sorunlar da, Mekke toplumunda mikro ölçekte gördüğü yeryüzünün sorunlarından ibaretti. Bir cemaatin değil, insanlığın ve yeryüzünün sorunları…

Oysa bugün, İslam adına kaleme alınan eserlerin kahir ekseriyeti bir cemaatin yeniden üretilmesi, bir geleneğin yeniden ihyası ya da yapısının sökülmesi etrafında geziniyor. İslam’a küresel ölçekte hizmet de, en temelde cüz’i bir kimliğe dayalı bir jeopolitiğin yeniden inşası çabasını gözetiyor. Oysa ‘yeryüzünde zayıf bırakılmış çocuklar’ için savaşmak isteyen mağaradaki Muhammed, bugün yaşasaydı, kesin olarak, öncelikle Çin’deki çocuk işçiliğine karşı adil ve gerçekçi önlemler için kafa patlatacaktı. Fusus‘daki anahtar kavramlar hiç şüphesiz İslam düşüncesine aittir. Ama 19. asır İngilteresi’ndeki işçilerin sefaletini, Engels’ten önce mücahit bir Osmanlı âlimi kaleme almalıydı. Böyle bir âlimimiz o gün olmadı. O halde. Engels’in bu kitabını din katı ve dünya katı diye ikiye böldüğümüz kitapçılarımızda ilahiyat katına koymamız gerekiyor.

Kendi cemaatimize ve geleneğimize ait kavgalarımızı yeryüzünün bugünkü sorunlarını çözmeye bağlamadığımız sürece, İslam’ın buhranlarını tartışmaya devam etmek zorundayız. Çünkü biz, Müslüman kimliğimizle İslam’ın sorunlarına boğulmuş durumdayken, yeryüzünü sürekli inşa eden, İslam düşüncesi değil, hep başka düşünceler olacak. Ve bizim yaratmadığımız bu dünya bizim dünyamız olamayacağı için, İslam, yabancısı olduğu bu dünyada buhran yaşamaya devam edecek. Oysa İslam, modern dünyanın sorunları üzerinden yaşanabilir güzel bir gelecek vaat etmeye sadece bir söylem olarak da olsa başladıkça, İslam hakkında konuşacağımız konu onun buhranları değil, belki de farkına varılmamış güzellikleri olacak.

* * *

Bu kitap günümüz için alabildiğine ilgisiz bir çabanın ürünüdür. Eğer dört başı mamur bir İslam siyasal iktisadını formüle etmiş olsaydık bile karşılıklı bağımlılığın alabildiğine yoğun olduğu küreselleşme çağında -ki bu süreçte görece az gelişmiş ülkeler hep daha fazla bağımlıdır- bu iktisadı hayata dökmeye çalışmak abesle iştigal olacaktı, çünkü bina dışarıya bağımlı olduğu duvarlardan kendi üzerine yıkılacaktı. Bu sebeple bu zamanda Müslümanların maslahatına olan, varolan iktisadi sistem içerisinde Müslümanların beraberce en müreffeh olacağı bir siyaset gütmek -ki bu çaba geleceği meçhul bir kapitalizm-sonrası için alternatifler üzerine kafa yormayı bugün için anlamsız kılıyor. Ve zaten böylesi bir dünya, bir gün gelecek olsa bile, bizim şimdinin gerçeklerine dayanarak ürettiğimiz düşünceler o gün geldiğinde çoktan eskimiş olacak.

Eğer bugünkü Müslümanın temel sorunu, zamanımız için İslami bilincin nasıl bir biçime ve geleceğe -sadece kendi ülkesinin değil bizatihi yeryüzünün geleceğine- yön vermeye çalışırken ne gibi kıstaslara sahip olması gerektiği sorunu değil de -yani bir zihniyet, tebliğ ve cihad sorunu değil de- tamamen Müslümanların dünyevi mutluluğunu artırma sorunu olsaydı, o zaman gerçekten de bu kitap tüm anlamını yitirirdi. Çünkü bu kitapta derdim, tam da bugün gücümüz yetmediği için katlanmaya mahkûm olduğumuz bir siyasete rağmen, İslam açısından ancak türevsel bir değeri olan dünyevi mutluluk çabasını kapitalist ilkeler temelinde gözetmenin zorunluluğuna rağmen, kendi asli varoluşumuzun, yeryüzüne biçim verme çabamızın, ideallerimizin içeriğine dair anlamlı cümleler söylemekten ibarettir.

Belirsiz bir geleceği hedef alıyor olsa da, bu çabanın bugün için oldukça anlamlı olduğuna inanıyorum. Bugün sanıyorum siyasetle ucundan kıyısından ilgilenen pek çok Müslüman için dış politika bir medeniyet diplomasisinden ibarettir. Ve bu diplomasinin altında şu temel duygu yatar: İslam’ı bir yeryüzü medeniyeti olarak görme arzusu. Sadece Müslümanlar için değil, herkes için adil bir barış yaratma çabası olarak görülebilecek bu diplomasi şu an için büyük oranda bir hissiyattan ibarettir, çünkü eğer tekrarlanması imkânsız Osmanlı Barışı’nı kavramsal bir içerik saymayacaksak, bu ideal bugün için bir içerikten yoksundur. Bu duygu, içeriğini neredeyse sadece Batı’nın dünyaya hediye ettiği ve jeopolitik çıkarlarına bir maske olarak kullandığı değerleri kendine samimiyetle mal ederek doldurur. Oysa eğer medeniyet olmasını istediğimiz şey İslam’sa, her nereden devşirilecek olursa olsunlar, değerler kriterlerini İslam’ın temel kaynaklarında, en başta Kur’an‘da bulmalıdırlar. Sorun Müslümanların çağımızda ve yeryüzü için adil bir barış adına ne vaat ettiği değil, bizatihi İslam’ın çağımıza ne vaat ettiği sorunudur. Biz Müslümanlar kapitalizmi kritik ederken kendi kaynaklarımızdan gelen hangi düşüncelere yaslanacağız ve yeni teklifler getirirken onları hangi -bize ait- mihenk taşlarına vuracağız. Başka bir deyişle “İslam nasıl bir yeryüzü yaratmak istiyor?” sorusuna cevap olarak ne sunacağız sorunudur.

Yönümüzü çizen şey sadece ve sadece zulmü aşikâr Batı Barışı’nı defetmekse, bu kendini sadece ötekisiyle tanımlamak anlamına gelir -ki kimliğin kendinde ne olduğu ve kendinde ne gibi ilkelere vc güzelliklere sahip olduğu tümden belirsiz kalır. Ve diplomasinin değerlerinin Batı’dan devşiriliyor olması da bu kimliksizliği perçinler. Barışımızın içeriğini veren şey salt ilk Osmanlıların yaratmış olduğu barışın prensipleri ve kurumlarıysa daha baştan hiyerarşik (müslim-gayrimüslim) ve sıkı kontrollere tabi (lonca sistemi) bir toplum tasavvuru içerisinde düşünüyoruz demektir -ki bütünüyle anakroniktir. Bunu aşmak için, Osmanlı’nın bugün için anakronik olan her ilkesini ve kurumunu onun ebedi yönünden ayrıştırmak istersek, elimizde yeryüzünde herkes için adil bir barış idealinden, içeriksiz bir arzudan başka birşey kalmaz. Eğer birer Müslüman olarak bu çağdaki duruşumuzu belirleyen salt Batılı-olmama ve Osmanlı-varisi-olma ise duruşumuzun kendi başına hiçbir anlam ifade etmediğini de söylemek zorundayız, daha adil bir yeryüzü için duyulan samimi arzunun kendini belli etmesinden başka…

Türkiye’de Müslümanlar siyasette söz sahibi oldukça İslam’ın Müslümanlar üzerindeki belirleyici gücü yitmeye başladı. Bu, İslam’ın kendisi değil, belli ve sahih olduğunu söyleyebileceğimiz özel bir biçimiydi -ki bu biçim Osmanlıların yarattığı barışın da iskeleti olmuştu. Bugün bu biçimin aydınlarımızın yüksek bir sofistikasyonla ve salt zihinlerimizde hayatta tutma çabasına karşılık, gerçek yaşamda büyük oranda bedenleri harekete geçirme gücünü yitirmiş olduğunu söylemek zorundayız. Gündelik yaşamlarımız, eğer toplumsal hayatın içindeysek, bu biçimin ana kolonlarında değil, daha çok onun çatlaklarında ve boşluklarında şekilleniyor. Tasavvufumuz ve kültürel yaşamımız Osmanlılardaki aşkın ve yeryüzüne biçim verme olarak cihadın özdeşliği yerine, dünyanın kirlerinden kaçmak için kullandığımız bir teneffüs aracı olarak işlev görüyor. Ekonomi ve siyaset alanındaysa İslam’ın bu biçimi tamamen yokoluşa çekildi.

Bu biçim yitip giderken yine de Müslümanların kamusallığının İslami karakterini koruduğunu veya korumadığını hala tartışabiliyoruz. Benim anladığım kadarıyla, burada sadece cemaat aidiyeti göz önüne alınmıyor. Kıstas sağlayan temel etmenlerden biri bu duygunun, İslam’ı herkes için daha adil bir barış vaat eden bir yeryüzü medeniyeti olarak görme arzusunun işleyip işlemediğini görmek. Bu kıstas artık kişinin ya da eylemin İslamiliğini ya da gayriislamiliğini değerlendirmede temel bir mihenktaşı rolü oynuyor. Kimse iktisat siyasetinin İslamiliğini tartışırken müslüman bir siyasi partinin IMF politikalarını takip edip etmediğine bakmıyor. Daha çok onun gelir adaletine hizmet edip etmediğine önem veriyor. Ya da İslam’ın bu eski biçimi için kavranılamaz olan Alevi Açılımı, tam da mazlum bir halka barış ve adalet sunduğu için müslümanca bir siyasetin kanıtı oluyor. Ya da İslamiliği değerlendirmede önemli olan arlık siyasetin içeriğinin İslam düşünürlerinden mi geldiği ya da liberal mi, sol mu, muhafazakâr mı olduğu değil, daha çok içerik her nereden gelirse gelsin kendi yurdunda bu istenen barışı temin edip etmediği…

Bu kıstas bize görünüşte Allah tarafından verilen bir kıstas olmamasına rağmen, onun İslamiliği sorgulamada sahih bir mihenk taşı olduğuna inanıyorum. Bir fıtrat dini olan İslam’ın en sahih yargıcı da zaten fıtratın kendisidir ve fıtratta herkes için adil bir barış vaat eden bir yeryüzü medeniyeti ideali zaten zımnen mevcuttur. Buradan bir adım daha atıp şunu da söyleyebiliyoruz: zaten fıtrata hitap eden Kur’an‘ın tüm toplumsal hükümleri de (böylesi bir medeniyeti kurmanın aracı olan cihada dair pasajları dâhil) en temelde böylesi bir idealin temellerini atmak için indirilmiştir. İslam’a böylesi bir medeniyet olma idealini atfeden bizler değiliz, aksine o bir şekilde Müslümanı böylesi bir medeniyeti tahayyül etmek için zorlar, ilk Müslümanlar, ilk Osmanlılar ya da bugünkü bizler… Ve İslam’ın o an için sunulmuş biçimi her ne olursa olsun temelde durması gereken toplumsal öz, ruh tam da bu idealdir.

Bu ideal gerek Kur’an’a yaklaşmada gerekse de dışarıdan gelen fikirlerin İslamiliğini tartmada sahih bir kıstas verir. Fakat bu haliyle bu ideal salt öznel bir ölçüttür. Herkes öznel olarak kendine adil geleni benimser ve görüşünün içeriği her ne olursa olsun ona bağlanışı müslümancadır. Fakat bu, tam bir görüşlerin çatışması durumudur. Tam da bugün sağ Müslümanlar ve sol Müslümanlar arasında yaşadığımız çatışma gibi. Bir Müslüman için bu öznelliğin nesnelliğe yükseltilmesi ve evrensel geçerlik talep etmesi ancak bu idealin içeriğinin Kur’an beyanı tarafından doldurulmasıyla mümkündür. Ve toplumsal hayatın her alanı hakkında konuşan ve her ilişkinin kodunu düzenleyen Kur’an gerçekten de Müs-

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur