Bir Dilekle Başladı Her Şey
Dilekler, içtenlikle istenince gerçekleşen hayallerdir…
Hayata yeniden tutunmak için önünde yirmi dilek duruyordu…
Kâğıda döktüğü yirmi hayal…
Acı çekmektense geleceğe umutla bakmasını sağlayacak yirmi ihtimal…
Artık bir sonraki güne güzel duygularla başlamak için hazırdı, çünkü gerçekleştirmesi gereken hayalleri vardı. Çünkü hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi…
Hayatınızda çok isteyip de gerçekleştiremediğiniz şeyler mi var?
O halde hemen kâğıdınızı kaleminizi alın ve dilek listenizi hazırlamaya başlayın…
***
1
Sevgililer Günü’nde saatler altıyı gösteriyor; Anne Marie ile Robert’in evli olduğu, Robert’in hâlâ hayatta olduğu zamanlardaki gibi bir kutlayışın başlangıcına işaret etmesi gereken anlara doğru ilerliyordu. Ama bu gece, yılın en romantik gününde, otuz sekiz yaşındaki Anne Marie Roche yapayalnızdı. Blossom Sokağı Kitapçısı’nın kapısındaki kapalı yazısını dışarı çevirirken, kâğıtlardan keserek yaptığı kalplerle, pembe balonlarla ve artık okumadığı romantik romanlarla hazırladığı Sevgililer Günü’ne özel standa göz ucuyla baktı. Sonra da bakışlarını dışarıya çevirdi. Seattle’ın bu nezih sokağına akşam karanlığı çökerken sokak lambalarının birer birer yanışını izledi.
Aslında hayatından nefret ediyordu. Tamam, nefret biraz ağır kaçabilirdi. Ne de olsa sağlığı yerindeydi, oldukça genç ve alımlıydı, maddi durumu iyiydi ve bölgedeki en ünlü kitapçının sahibiydi. Ama hayatında ne sevebileceği ne de onu seven biri vardı. Büyük bir birlikteliğin parçası değildi artık. Her sabah uyanıyor, yatağın diğer ucunun boş olduğunu görüyor, o kahredici yalnızlık hissine ömrü boyunca alışamayacağını düşünüyordu.
Kocası dokuz ay önce vefat etmişti. Robert’le bir süre önce ayrılmış olmalarına rağmen resmi kayıtlara göre dul kalmıştı. Zaten düzenli olarak görüşüyor, barışmaya çalışıyorlardı.
Sonra aniden her şey bitmiş, tüm umutlar uçup gitmişti. Tam da yeniden bir araya gelmek üzerelerken kocası kalp krizi geçirmişti. Ofisinde yere yığılmış, ambulans gelmeden önce son nefesini vermişti.
Anne Marie’nin annesi ona yaşlı bir adamla evlenmenin risklerinden bahsetmişti ama on beş yaş fark o kadar da çok sayılmazdı. Karizmatik ve yakışıklı Robert, tanıştıklarında kırklı yaşlarının ortalarındaydı. Birlikte mutluluğu bulmuşlar, her konuda birbirlerine uyum sağlamışlar, ama tek bir yerde açmaza düşmüşlerdi.
Anne Marie çocuk istiyordu.
Robert ise o sayfayı çoktan kapatmıştı.
İlk eşi Pamela’yla evliliğinden iki çocuğu olmuştu ve ikinci kez aynı yoldan geçmeyi istemiyordu. Anne Marie onunla evlenirken bu şartını kabul etmiş, o zamanlar Robert’e deli gibi âşık olduğu için bunu önemsememişti. İki yıl önce ise neyi kaçırdığını anlamıştı. Bebek sahibi olma özlemi, arzusu gün geçtikçe daha da artmış, Robert’in itirazları daha da ciddileşmişti. Konuyu Anne Marie’ye Baxter adını verdiği bir köpek alarak çözmeye çalışmıştı. Anne Marie her ne kadar Yorkie cinsi köpeğini sevse de, duygularının değişmediğini fark etmiş, bebek hasreti bir türlü dinmemişti.
Robert’in Anne Marie’yi hiç mi hiç sevmeyen, yirmi dört yaşındaki kızı Melissa da evliliklerini zora sokuyordu. Anne Marie aralarındaki gerginliği azaltmak için yıllarca elinden geleni yapmış, ama hiçbir sonuca ulaşamamıştı. Neyse ki en azından Robert’in Melissa’dan dört yaş büyük oğluyla iyi anlaşıyordu.
Anne Marie ile Robert’in hayatında sorunlar baş gösterdiğinde Melissa sevincini gizlemeye bile çalışmamıştı. Anne Marie’nin üvey kızı, Robert bir önceki sonbaharda, vefatından yedi ay önce, evden ayrılınca epey mutlu olmuştu.
Anne Marie, Melissa’nın ondan bu kadar nefret etmesinin sebebini bilmiyordu. Tek suçu babasına âşık olmak mıydı? Üvey kızının anne ve babasının bir gün yeniden evleneceği umudunu yitirmeyi istemediği için ona kızdığını düşünüyordu. Hiçbir çocuk ailesinin parçalanmasını istemezdi. Melissa da Anne Marie, Robert’le evlendiğinde genç bir kızdı ve ailevi sorunlar durumunu daha da zorlaştırmıştı. Anne Marie onu suçlamıyordu; aynca o hayatlarına girmeden önce kocasının Pamela’yla evliliği çoktan sona ermişti. Yine de ne kadar çaba sarf ederse etsin bir orta yol bulamamıştı. Ayrıca cenazeden bu yana da ondan hiç haber almamıştı.
Elise Beaumont dükkânın önüne doğru gelirken Anne Marie kapıyı açtı. Elise’in kocası Maverick kansere karşı verdiği uzun ve zorlu mücadelede maalesef geçenlerde yenilmişti. Altmışlı yaşlarının ortasında olan emekli kütüphaneci Elise, kocasıyla otuz yıl ayrı yaşadıktan sonra yeniden bir araya gelmiş, üç yıl geçmeden de hayat arkadaşını kaybetmişti. Saçları kırlaşmış, artık neredeyse sıska denilebilecek kadar zayıflamış, yüz hatlarındaki sertlik de gözlerindeki üzüntüyle yumuşamıştı. Kitapçının müdavimlerinden biriydi ve Maverick’in hastalığının kötüleştiği aylarda Anne Marie’yle çok iyi arkadaş olmuştu. Her ne kadar Maverick’in vefatı bir kurtuluş olsa da, Anne Marie sevilen birinin acısının üstesinden gelmenin ne kadar zor olduğunu biliyordu.
Anne Marie hızlıca arkadaşına sarıldıktan sonra, “Ben de gelmeni bekliyordum,” dedi. Dükkânı iki saat erken kapatmış, perşembe akşamları ona yardımcı olan Steve Handley’e Sevgililer Günü’nü kutlaması için izin vermişti.
Elise paltosunu çıkarıp tekli koltuğun sırtına astı. “Gelmeyi düşünmüyordum ama sonra bu akşamı dul hanımlarla birlikte geçirmem gerektiğine karar verdim.”
Dul hanımlar…
Anne Marie’nin dükkânında düzenlediği bir kitap grubunda tanışmışlardı. Robert vefat ettikten sonra, Anne Marie onlara dulluğa alışmaya çalışan genç bir kadının hikâyesinin anlatıldığı, Lolly Winston’un Acı Eğitim adlı kitabını okumayı önermişti. Bu kitap grubu sayesinde Lillie Higgins ve Barbie Foster’la tanışmış, Colette Blake de aralarına katılmıştı. Kocası vefat ettikten sonra Lydia Goetz’in tuhafiyesinin üstündeki daireyi kiralamış, geçen yıl da yeniden evlenmişti.
Daha kalabalık bir grupta kitaplar okuyup tartışmalar düzenlemelerine rağmen, dul hanımlar birbirlerine yoldaş olmuş, ayrı olarak görüşmeye başlamışlardı. Sokaktaki Fransız Kafesi’nde kahve içtikleri veya Anne Marie’nin üst kattaki dairesinde şarap yudumladıkları buluşmaları da genelde gelişigüzel gerçekleşir olmuştu.
Anne-kız olan Lillie ile Barbie kocalarını üç yıl önce aynı uçak kazasında yitirmişti. Anne Marie, iki pilot ve iki yolcu Seattle’a inmek üzereyken gerçekleşen korkunç kazada öldüğü Learjet olayını gazetede okuduğunu hatırlıyordu. Lillie’nin kocası ve damadı bir parfüm şirketinde üst düzey yöneticiydi ve ikisi sık sık birlikte iş gezisine çıkıyordu.
Söylediklerine göre Lillie Higgins’le Elise’in arasında çok yaş farkı yoktu. Aslında Lillie’nin tam olarak kaç yaşında olduğunu kestirmek zordu. En fazla elli yaşındaymış gibi görünüyordu, ama kırk yaşında bir kızı olduğuna göre altmışlı yaşlarının ortalarında olmalıydı. Narin, çıtı pıtı yapısıyla hiç yaşlanmayan o nadir kadınlardan biriydi. Çoğu zaman son derece pahalı örgü işi kıyafetler giyiyor, mücevherler takıyordu. Anne Marie, Lillie’nin istese bunun gibi bir kitapçıdan on tane alabileceği izlenimine kapılmıştı.
Kızı Barbie Foster da annesine çok benziyordu. Daima dümdüz duran sarı saçları, çarpıcı buz mavisi gözleri ve kusursuz bir vücudu vardı. Üniversite birinci sınıfa giden on sekiz yaşında ikiz oğulları olduğuna inanmak zordu; Anne Marie de birçok insanın onu annelerinden çok ablası sandığını tahmin ediyordu. Anne Marie, Barbie’yi gerçekten sevmese, bu kadar mükemmel olduğu için ona kolayca kızabilirdi.
Elise, “Bu akşam dükkânı erken kapattığın için teşekkürler. Akşamı yalnız geçirmektense burada olmayı tercih ederim,” deyip Anne Marie’nin düşüncelerini böldü.
Yine bir kelimeye takılmıştı.
Yalnız.
Anne Marie, Sevgililer Günü’yle ilgili korkularına rağmen gülümsemeye çalıştı. Dükkânın arka tarafını gösterdi. “Balonlu naylon ambalajları ve diğer her şeyi arka odada hazırladım.”
Geçen ay, Elizabeth Buchan’m romanı hakkında tartıştıklarında Sevgililer Günü konusu açılmıştı. Anne Marie arkadaşlarından bu tatilin belki de dul kalan kadınlar için en acı gün olduğunu öğrenmiş, o anda küçük gruplarıyla birlikte kendi kutlamalarını planlamaya karar vermişlerdi. Ama sevginin ve evliliklerin yerine arkadaşlığı kutlayacaklardı. Dünyanın onlara acıyan bakışlarına meydan okuyacak, birbirlerinin geçmişte kalan aşklarına, geleceğe dair umutlarına kadeh kaldıracaklardı.
Elise dükkânın arka tarafına göz atarken yüzü titreyerek gülümsemeyi başardı. “Balonlu naylon mu?”
“Hem de dağlar kadar. Dükkâna ne kadar çok sipariş geldiğini tahmin edemezsin.”
“Peki neden yere serdin?”
“Şey…” Açıklamaya çalışınca Anne Marie’ye yaptığı biraz çocuksu bir şeymiş gibi geldi. “O baloncukları patlatmak çok hoşuma gidiyor, birlikte üzerlerinde yürüyüp eğleniriz diye düşündüm.”
Elise, “Baloncukların üzerine basmamızı mı istiyorsun?” diye sordu, kafası karışmış gibiydi.
“Sevgililer Günü dansıyla havai fişeklerin bir araya geldiğini varsay.”
“Ama havai fişekler Bağımsızlık Günü ve Noel içindir.” Anne Marie neşeyle, “İşte ben de onu söylemeye çalışıyorum,” dedi. “Yeni başlangıçlar..
“Şampanya da içeriz, değil mi?”
“Aynen öyle. En güzelinden iki şişe ayarladım. Veuve Clicquot.”
“ Veuve dul demek, biliyorsun değil mi? Dul Clicquot’un baloncuklu şampanyası… Başka ne içebilirdik ki!”
Kapı açıldı, Lillie’yle Barbie güzel bir parfüm kokusuyla birlikte içeri adım attı. Onlar içeri girer girmez Anne Marie dükkânın kapısını kapattı.
Lillie, Anne Marie’ye kuru pastalarla dolu beyaz bir kutu uzatırken, “Parti vakti,” dedi.
Bir paket siyah Belçika çikolatası tutan Barbie, “Ben de çikolata getirdim,” dedi. Kırmızı renkli pantolonlu bir takım giyinmiş; narin beline geniş, siyah bir kemer takmıştı. Bu dünyanın hiç mi adaleti yoktu? Kadında resmen Tanrıçalara yaraşır bir vücut vardı, üstüne üstlük çikolata yiyordu.
Elise, “Gazetede siyah çikolatanın ve kırmızı şarabın çeşit çeşit faydaları olduğunu okudum,” dedi.
Anne Marie de aynı yazıyı okumuştu.
Lillie buna şaşırmışçasına başını iki yana salladı. “Önce şarap, şimdi de çikolata. Hayat ne kadar da güzel!”
Anne Marie arkadaşlarını arka odaya geçirip dükkânın önündeki lambaların çoğunu kapattı. Şampanyanın ve ince, uzun kadehlerin yanına yan taraftaki çiçekçinin sahibi Susannah’ın hediyesi olan kırmızı güllerle dolu kristal vazoyu koymuştu. Blossom Sokağı’ndaki tüm dükkân sahipleriyle arkadaş olmuştu. Küçük partiyi duyan Fransız Kafesi çalışanı Alix Turner, peynir, kuru pasta ve çekirdeksiz yeşil üzümle dolu bir tepsi bırakmış; Anne Marie de tepsiyi üzerine Lydia’nın kutlama için ısrarla kullanmasını istediği dantelli örtüyü serdiği çalışma masasına yerleştirmişti. Güzel örtü Anne Marie’nin içindeki örgü öğrenme arzusunu canlandırmıştı.
Anne Marie arkadaşlarının hediyelerine şefkat gösterisi olarak bakmaktan vazgeçmek istiyor ama şu anki ruh hali bunu imkânsız kılıyordu. Yine de hem kendi hem de dul kalan diğer arkadaşlarının hatırına şansını denemekte kararlıydı.
Elise, Anne Marie’nin yere baloncuklu ambalajlardan serme nedenini anlatıp, “Çok eğleneceğiz,” dedi.
Barbie, “Ne kadar iyi düşünmüşsün!” dedi.
Anne Marie üzerinden atamadığı iç sıkıntısına aldırış etmeyip, “Kadehleri doldurayım mı?” diye sordu. Aylar boyunca depresif hali geçmemişti, o da şimdiye kadar hayatının biraz daha düzeleceğini düşünmüştü. Belki de psikoloğa gitmesi gerekiyordu. Kesin olan tek bir şey vardı; o da bir şeye ihtiyacı olduğuydu.
Lillie şampanya şişesine doğru giderken, “Elbette,” dedi.
Anne Marie şişeyi açtı, kadehleri doldurdu, sonra da hep birlikte kadeh kaldırıp tokuşturdular.
Elise, “Aşka,” dedi. “Maverick’e.” Sesi çatladı.
“Çikolataya!” diyen Barbie, Elise’in gözyaşlarına takılmalarını istemediği için sevimlice gülümsedi.
Lillie, “Ve dulun şampanyasına,” diyerek onlara eşlik etti.
Anne Marie sessizliğini korudu.
Üzerinden dokuz ay geçmesine rağmen kederi ne azalmış ne de başa çıkılası hale gelmişti. Kendini işe vermiş, yemeğe vurmuş, fırsatı olmasına rağmen yaşayamadıklarının yasını tutmuştu. Her şey sevdiği adamın öteki dünyaya göç ettiği gerçeğinin ötesindeydi. Robert’in ölümüyle evliliğinin dönüşmesini umduğu her şeyden, gerçek hayat arkadaşıyla bir ömür geçirme ve çocuk sahibi olma umutlarından da vazgeçmek zorunda kalmıştı. Hiç mümkün görünmemesine rağmen yeniden birisine âşık olsa bile, kırk yaşından sonra hamile kalması riskliydi. Kendi çocuğunu dünyaya getirme rüyası Robert’le birlikte ölmüştü.
Dördü de sessizlik içinde şampanyalarını yudumladı, anılarına kapılıp gitti. Anne Marie, Elise’in yüzündeki kederi, Lillie’nin dalgın bakışlarını, Barbie’nin buruk gülümsemesini gördü.
“Bir Dilekle Başladı Her Şey” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBir Dilekle Başladı Her Şey
- Sayfa Sayısı464
- YazarDebbie Macomber
- ÇevirmenOzan Aydın
- ISBN9786053480556
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oteldekiler ~ Vicki Baum
Oteldekiler
Vicki Baum
Almanya’nın çalkantılarla dolu savaş öncesi yıllarında yazarı Vicki Baum’u tüm dünyaya tanıtan bu roman, yeniden keşfedilmeyi hak ediyor. 1920’lerin ışıltılı ve kalabalık Berlini’nde şaşaalı...
- Şeytanın Labirenti ~ John Saul
Şeytanın Labirenti
John Saul
Bu işaret ilk kez 4. yüzyılda Roma lahitlerinin üzerinde görüldü.Daha sonra 16. yüzyılda bir İspanyol el yazmasıyla yeniden ortaya çıktı.Şimdiyse burnumuzun dibinde, tarihi bir...
- Küçük Cadı Yeşil ~ Marie Desplechin
Küçük Cadı Yeşil
Marie Desplechin
Yeşil, on bir yaşında küçük bir öğrenci. Cadılık yetenekleri henüz tam olarak açığa çıkmamış bir cadı. Gelecekte bir gün annesi ve anneannesi gibi bir cadıya...
Zamanla azalır sandığımız acılar yaşantımızdan dileklerimizi eksiltiyor.dileklerimizin gerçekleşmesin temenni ediyorum .
okuması eğlenceli orda kendi hayatımızı buluyoruz…