Kadın ortak bir veranda ve çalı dolu bir bahçeyle birbirine bağlanan eski tuğla evlerden birinde oturuyordu. Arkamda ayak sesleri duydum, dönüp bir şey hakkında şakalaşan ve bir kese kâğıdının içinde bir şişe şarap taşıyan üç adama baktım. Dönüp partinin olduğu ışıklı eve girmelerinin ardından onlara fazla dikkat etmedim.
Kapıyı açınca gülümsedi. Şeffaf omuzlu mavi bir elbise giymişti, geniş bir hasır şapkanın altından sarı bukleleri dökülüyordu. Arkasından vuran ışıkta çok güzel görünüyordu, yarışa yetişip yetişmememiz umurumda değildi. Sonra gözlerinin omzumun arkasında bir yere baktığını ve surat ifadesinin değiştiğini gördüm. Verandada arkamdan gelen ayak seslerini duydum, bu kez hızla koşuyorlardı. Tam arkamı dönmüşken üç adamdan biri beni Annie Ballard’ın oturma odasına itti ve otomatik Browning tabancasını yüzüme doğrulttu.
“Beyninin burnundan akmasını istemiyorsan hiç davranma şırfıntı,” dedi. Spor ceketimin içine uzanarak otuz sekizliğimi göğüs kılıfından çıkardı.
Uzun boylu ve çok zayıftı, saçları soyulmuş bir soğan gibi kafa derisine yapışmıştı, kot pantolonunun büyük metal tokasının altındaki karnı sunta gibi dümdüzdü. Aksanı Kuzeyliydi, tam bir köylüydü. Sağ kolunda yeşil bereli, çenesinin altında çaprazlanmış kasaturalarla sırıtan bir kurukafa dövmesi vardı. Kurukafanın altında da, “Hepsini öldür… Tanrı çaresine bakar,” yazıyordu.
İkinci adam kısa ve esmer tenliydi, uzun Sami gözleri ve kartalı andıran bir burnu vardı. Bir gelincik gibi hızla odadan odaya girdi. İşin başında olanın üçüncü adam olduğu belliydi. Ellerini pardösüsünün cebine sokmuştu; sanki bir otobüs durağında bekliyormuş gibi ruhsuz biçimde odayı inceliyordu. Ellilerinin başlarındaydı, göbekliydi, çenesi İrlandalılar gibi yuvarlaktı. Aşağı doğru kıvrılan ufak bir ağzı, ufak mavi ve kırmızı damarlarla kaplı yanakları vardı. Yüzünün kötücül özellikleriyle, karışık kaşlarıyla ve tıraşlanmamış saçlarıyla yorgun bir Kiwanis üyesi gibi görünüyordu.
“Başka kimse yok,” dedi esmer tenli adam. Ortadoğu aksanıyla konuşuyordu.
“Benim polis olduğumu biliyor musunuz?” dedim sessizce.
“Hakkında çok şey biliyoruz, Yüzbaşı. Son zamanlarda adını çok duyurdun,” dedi pardösülü adam.
“Segura’nın bundan daha akıllı olduğunu düşünürdüm,” dedim.
“Bilmiyorum. Ben adamla hiç karşılaşmadım. Ama sen hiç akıllı değilsin.” Pardösüsünün cebinden bir tabanca çıkardı ve başıyla dövmeli adama işaret etti. Adam da banyoya gitti, otuz sekizliğimi klozete attı ve küvetin musluğunu açtı. Annie’nin şapkasının altındaki gözleri kocaman açılmıştı, ağzından hızlıca nefes alıyordu.
“Arkadaşlarım gelecek,” dedi.
“O yüzden şapkan başında,” dedi dövmeli adam, banyo kapısında gülümseyerek. Saçları o kadar kısa kesilmişti ki kafa derisinin üzerinde ışıktan bir hale varmış gibi görünüyordu. Elinde koca bir yapışkan bant rulosu tutuyordu.
“Kapıdan çıkıp gideceğim,” dedi. Yüzü ateşi varmış gibi kızarmış ve lekelenmişti, sesi ise gergindi. “Bitişikte, bahçede ve yan sokakta arkadaşlarım var, bu duvarlardan gelen her sesi duyabilirler ve bize hiçbir şey yapamazsınız―”
“Annie,” dedim sessizce.
“Şimdi çıkacağız ve bize zarar vermeyecekler,” dedi.
“Annie, konuşma,” dedim. “Bu adamların işi benimle, sonra gidecekler. Hiçbir şey yapmamalısın.”
“Tecrübenin sesini dinle,” dedi pardösülü adam.
“Hayır,” dedi. “Bunu yapmayacaklar. Ben şimdi dışarı çıkıyorum. Bu adamlar güçsüz, yoksa silahları olmazdı.”
“Seni aptal kaltak,” dedi dövmeli adam ve Annie’nin başının arkasına yumruğunu geçirdi. Şapkası havaya uçtu, dizlerinin üzerine düştü, yüzü şoktan bembeyaz olmuştu. Dizlerinin üzerinde kaldı ve ağlamaya başladı. Has, derin bir acıdan gelen ağlamaydı bu.
“Orospu çocuğu,” dedim.
“Arkaya götürün,” dedi pardösülü adam. Diğer iki adam Annie’nin kollarını arkasına getirip bileklerini bağladı, ardından ağzını bantladı. Kıvırcık saçları gözlerinin önüne düşmüştü, yanaklarından yaşlar süzülüyordu. İki adam onu yatak odasına doğru götürdü.
“Bobby Joe, burada yapmamız gerekenden başka bir şey yapmayın,” dedi pardösülü adam.
“Ön bahçeye çıkmasını mı istiyorsun?” dedi Bobby Joe, dövmeli adam.
“Onu demiyorum. Yapmamız gerekenden başka bir şey yapmayın. Anladın mı?”
“Guatemala’da iki dolarlık daha güzel kızlar var,” dedi Bobby Joe.
“Kapa çeneni, kızın ayaklarını bağla ve buraya gel,” dedi pardösülü adam.
“Kimsiniz siz?” diye sordum.
“Haddini çok aştın, Yüzbaşı. Ne kadar farkındasın emin değilim. Bu akşam bu sorunu çözmemiz gerek.”
“Size çözecek başka bir şey vereceğim. Burada olan her şeyi dörde katlayacağım.”
“Çok yanlış tahmin ediyorsun.”
“Öyle mi? New Orleans’ı kadınları döven manyaklar için rahatsız bir yer haline getirebiliriz. Ya da yaşlanmış ajanlar için.”
Neşelenmiş görünüyordu.
“Beni tanıdığını mı zannediyorsun?” dedi.
“Sende keskin bir federal kokusu var.”
“Bugünlerde kimin ne iş yaptığını kim bilir? Ama en azından sen bir profesyonelsin ve insanların niteliklerini anlayabiliyorsun. Yani Bobby Joe ve Erik’in kiralanmış adamlar olduklarını, hiç de profesyonel olmadıklarını biliyorsun. Kimi zaman kendilerini kaptırabiliyorlar. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Özellikle de Bobby Joe. Kötü bir ordu hayatı yaşamış, otoriteden hoşlanmıyor, kadınları hiç sevmiyor. Senin durumun için kötü bir bileşim. Bana Fitzpatrick’in nerede olduğunu söyle de buradan gidelim.”
“Kimin?”
“Bunu duyacağımızdan korkuyordum.”
Diğer iki adam, Bobby Joe ve Erik, yatak odasından çıktı, bileklerimi arkadan çaprazladı ve yapışkan bandı sıkıca bağladı. Damarlarımdaki kanın şiştiğini hissediyordum. Ardından pardösülü adam başıyla Bobby Joe’ya işaret etti, Bobby Joe iki eliyle başımı aşağı çekti ve dizini suratıma vurdu. Sehpaya çarptım, burnum acıyla sızlıyor, gözlerim istemsizce sulanıyordu. Bobby Joe ve Erik beni birer kolumdan kaldırdı. Elleri bana kerpeten gibi geliyordu. Ardından Bobby Joe iki kez karnımı yumrukladı, yere yuvarlandım ve halıya doğru uzun bir tükürük öğürdüm.
“Şimdi yardıma hazır bir kancık oldun,” dedi Bobby Joe ve beni banyoya götürdüler.
Küvet suyla dolmuştu. Erik muslukları kapadı, pardösülü adam klozet kapağını indirdi, üzerine oturdu ve bir Camel sigarası yaktı.
“Vietnam’dayken Charlie’nin yüzünü havluyla sarıp suya batırdık,” dedi. “Boğulmak için seyyar bir dere gibiydi. Ama her zaman işe yarar. Telefonla aramaktan bile iyi. Kabul edelim, Yüzbaşı, bu zırvalığı yaşamak zorunda değiliz.”
Beni dizlerimin üzerine indirip küvete doğru eğdiler. Burnumdan suya kan damlıyordu. Bir an için sessizce beklediler, sonra başımı suya soktular.
Ayağa kalkmak için direndim, ama bir faydası yoktu. Ayaklarım vazelinle yağlanmış gibiydi, karnım küvetin kenarına bastırıyordu, Bobby Joe tüm ağırlığıyla enseme yaslanmıştı. Nefesim burnumdan ve ağzımdan baloncuklar halinde çıkıyordu, gözlerim açık vaziyette başımı şiddetle iki yana sallıyordum, dişlerim birbirine çarpıyordu, ardından boğazımdaki kapak açıldı ve kafam ile ciğerlerim suyla doldu, bir dizi kapı sonuna kadar kapanıyormuş gibiydi.
Su ve havanın uğultusuyla beni yukarı çekip lavabonun metal ayaklarına doğru fırlattılar.
“O kadar kötü değil. Kalıcı bir hasar yok,” dedi pardösülü adam. “İşe Segura’nın adamları baksaydı daha kötü olurdu. Latin gelenekleriyle ilgili bir şey. Sanırım Romalılardan öğrenmişler. Konsey kendisine ‘eski usul’ öldürüleceğini, yani kafası ahşap bir yabaya sıkıştırılmışken ölene kadar kırbaçlanacağını bildirdiği için Nero’nun kendisini öldürdüğünü biliyor muydun? Fitzpatrick’in nerede olduğunu söylemek istemiyorsan bir kâğıda yazabilirsin. Tuhaf ama bazıları için fark ediyor.”
Kalbim hızla çarpıyordu, nefesim boğazımda düğümleniyordu.
“Hıyarağasının adını hiç duymadım,” dedim.
Bobby Joe’nun beni tek kolumdan kaldırdığını hissettim.
“Bir dakika,” dedi pardösülü adam. “Yüzbaşı kötü bir adam değil. Sadece neyin içinde olduğunu bilmiyor. Öyle olsa bizim takımımızda olurdu. Muhtemelen Fitzpatrick sana vatansever bir söylev çekti ve sen de iyi adamlara yardım ettiğini düşündün.”
“Ne halttan bahsettiğinizi hiç bilmiyorum.”
“Büyük ihtimalle iyi bir polissin, ama New Orleans ve Cataouatche’ın altını üstüne yalnızca boğulmuş bir zenci kız için getirdiğini söyleme,” dedi.
“Bu sefer iki dakika. Konuşacak,” dedi Erik.
Pardösülü adam eğildi ve dikkatle yüzüme baktı.
“Adam haklı,” dedi. “Su altında iki dakika. Belki başarırsın. Bazen başaramıyorlar. Oluyor öyle şeyler.”
“Yapması gereken başını aşağı yukarı sallamak, o zaman ne isterse alabilir,” dedi Bobby Joe.
Beni kolumdan yarı dik vaziyette kaldırdı ve ıslak fayanslar üzerinde yeniden küvetin kenarına doğru kaydırmaya başladı. Fakat bu kez su ve terden sırılsıklamdım olduğum için elimden kurtuldum, kıçımın üzerine düştüm ve kösele tabanlı ayakkabılarımdan birini göğüs kafesine bir çekiç gibi indirdim. Buna hazırlıklı değildi, kemiklerden birinin bir çubuk gibi dışarı fırladığını hissettim. Yüzünün rengi atmıştı, dişlerinin arasında pembe dili görünüyordu, kafa derisi sanki katlanılamaz bir acıyı ve öfkeyi sessizce içine çekiyormuş gibi gerilmişti.
“Tanrım, bunu yapmamalıydın,” dedi pardösülü adam.
Erik saçımı kavradı ve başımı küvetin kenarına vurdu. Körlemesine tekmeler savuruyordum, ama ayaklarım boşluğa isabet ediyordu. Ardından Bobby Joe güçlü kollarını boynuma doladı ve beni yine küvetin yanına götürdü, bedeni zalim ve ölümcül bir enerjiyle sertçe titriyordu. Geçmişte yaşadığım bir psikopat tarafından vurulmak, bir bağımlı tarafından şişlenmek ya da Vietnam’da mayına basmak gibi korkularımın gençliğin ahmakça endişeleri olduğunu; asıl düşmanımın beni göğsüne bastırıp baş aşağı tutarak ruhumun yeşil, sulu bir porselen delikten dünyaya, diğer tükenmiş adamların ve ailelerin ve halklarının yüzlerinde top patlamasının getirdiği inanmazlık ve şok ifadesiyle yüzdükleri Mekong Nehri’nin derinliklerine, oradan da babamın aynı yerde yirmi yıl önce boğulmasının ardından beni miğferi, işçi tulumu ve çelik uçlu delme botlarıyla beklediği Meksika Körfezi’ndeki açık deniz petrol kuyularından birinin yosunlu tabanına doğru akmasını izleyecek bir cahil olacağını biliyordum.
Sonra Bobby Joe’nun kolları boynumu bıraktı, yorulmuş gibiydi, iç geçirerek yerde cenin pozisyonuna kıvrıldım. Tek gözümü ıslak fayanslara bastırarak yatıyordum.
“Dışarı çık da ne varmış bak!” dedi pardösülü adam.
Bobby Joe ayağa kalktı, üzerimden geçip gitti.
“Fitzpatrick hakkında fikrin değişti mi?” diye sordu pardösülü adam.
Yanıt veremiyordum. Aslında, o sırada ismi bile hatırlamıyordum. Ardından kapıdan seslenen Bobby Joe’nun sesini duydum.
“Kaltak ayaklarını karyoladan çözmüş ve camdan aşağı bir lamba tekmelemiş. Arka bahçe parti yapan insanlarla dolu,” dedi.
“Yolculuk vakti,” dedi pardösülü adam. Ayağa kalktı ve yanımdan geçerken saçlarını taradı. “Bu gece sen kazandın, Yüzbaşı. Ama bu tecrübe sana ders olsun. Büyük liglerde oynamaya çalışma. Boktan bir hayat, inan bana. Büyük riskler, etrafta koşturan deli insanlar, yan odadaki gibi az sayıda yararlı şey var. Taşaklıymışsın, ama bir sonraki sefere Bobby Joe ve Erik onları da keser.”
Birdenbire ellerinde beysbol sopalarıyla sıradan insanların sakin hayatlarını ziyaret etmeye karar vermiş üç ölüm soytarısı gibi ön kapıdan çıkıp gittiler.
Komşuların imdat çağrıları sonucu İkinci Bölge’den üç devriye arabası, bir ambulans ve bir itfaiye aracı gelmişti. Ağaçların ve evlerin üzerine yanıp sönen mavi ve kırmızı ışıklar yansıyordu; bahçe ve evler polis, sağlık görevlileri, sarı tulumlu itfaiyeciler, bira ve sangria içen komşular, not alan ve cızırtılı telsizlerle konuşan insanlarla doluydu. Oysa tüm bunların hiçbiri bir şey ifade etmiyordu. Tüm dürüst polis memurları size sorgu ya da dedektiflik işleri sonrasında pek fazla insan yakalayamadığımızı söyleyecektir. Başka bir deyişle, onları suçun işlenmesi esnasında yakalayamazsak büyük ihtimalle hiçbir zaman yakalayamayacağızdır. Onları genellikle muhbirler vasıtasıyla ya da kendi kendilerini yakalatmaları sonucu (sarhoş araba kullanma, eskimiş araba ruhsatı, bar kavgası) enseleriz. Biz akıllı değiliz, onlar aptal.
Bu nedenle altmışların sonunda ve yetmişlerin başında “En Çok Arananlar” listesine giren bir grup orta sınıf üniversiteli çocuğu enseleyemedikleri için federaller beğenilmiyordu. Alvin Karpis ve Arthur Floyd gibi ne yapacağı tahmin edilebilir psikopatlarla uğraşmak yerine FBI’ın araştırma laboratuvarlarını dinamitleyen, bankaları ve Brinks’ kamyonlarını soyan, sonra da sakin banliyö hayatına geri dönen Brandeis ve Wisconsin İngilizce öğrencilerini bulmaya çalışması gerekmişti. Bir süre için amatörler polisliğin bütün tadını kaçırmıştı.
En son ayrılan benim talep ettiğim olay yeri incelemecisiydi. Kapıların, yatak odasının ve banyonun tozunu kaldırdıktan sonra omuz silkerek bana baktı ve konuşmadan kapıdan çıktı, böylece onun başına açtığım bu verimsiz iş hakkında ne düşündüğünü söylemiş oldu.
“Bir şey buldu mu?” diye sordu Annie. Yemek odası masasında, elinde bir bardak viskiyle oturuyordu. Yüzü yorgun, sesi ve mavi gözleri bitkindi.
“Büyük ihtimalle her şey silinmiş. Parmak izi zaten pek bir işimize yaramıyor, eğer elimizde bir ceset ya da gözaltında biri yoksa. İnceleyen kişi kan içinde bir elin bütün parmaklarının izini bulsa bile on binlerce parmak iziyle karşılaştırması gerekir, bunun da samanlıkta iğne aramaktan pek farkı yoktur. Bu yüzden buradan çıkarken o kadar neşeli görünüyordu. Bak, evinde tüm bunların olmasına neden olduğum için üzgünüm. Bu akşam dikkatsiz davrandım. Bu adamları arabalarından indikleri an fark etmeliydim.”
“Senin suçun değildi.” Sesi düz ve mesafeliydi.
“Bence ambulansa bir gitmeliydin. İnsan sarsıntıyı fark etmeyebilir.”
“Sarsıntıyla bir alakası yok.”
Renksiz, bitkin yüzüne baktım.
“Dinle, tekneme gidip üzerimi değiştireyim, sonra seni kalbini kıracak kadar güzel lazanya yapan göl kıyısındaki İtalyan restoranına götüreyim,” dedim.
“Şu anda bir yere gidebileceğimi zannetmiyorum.”
“Pekâlâ. St. Charles üzerindeki Çin lokantasına gidip bir şeyler getireyim. Yalnızca birkaç dakika sürer.”
Bir an sessizce boşluğa baktı.
“Bir süre gitmesen olur mu?” diye sordu.
“Pekâlâ, ama bak ne diyeceğim; içki içme. Onun yerine sana süt ısıtayım, bir de omlet yapayım.”
Viski bardağını parmaklarının arasından aldım. Gözleri çaresizce bana baktı, çenesi titredi ve yanaklarına yaşlar süzülmeye başladı.
“Ellerini her yerime sürdü,” dedi. “Her yere götürdü. Diğeri de izledi.”
Yüksek sesle ağlamaya başlamıştı, çenesini göğsüne gömmüştü, omuzları titriyordu.
“Dinle, Annie, sen cesur birisin,” dedim. “Farkında değilsin, ama hayatımı kurtardın. Senin yaptığını kaç kişi yapabilirdi? Birçok kişi hayatına şiddet girdiği zaman diğer tarafa döner. Öyle bir adam senin gibi birine zarar veremez.”
Kollarını karnına dolamıştı, yüzü masaya dönük duruyordu.
“Oturma odasına gel ve benimle kanepede otur,” dedim. Kolumu omzuna doladım ve onunla salona doğru yürüdüm. Yanına oturup ellerini ellerimin içine aldım. “Bizim dışımızda olan şeyler sayılmaz. Bizim kontrol edemeyeceğimiz bir şey o. Önemli olan bu konuda ne yaptığımız, nasıl tepki verdiğimizdir. Bir virüs kaptın diye kendine kızmıyor ya da utanmıyorsun, değil mi? Dinle, seninle açık konuşacağım. Benden çok daha cesaretlisin. Başıma çok kötü bir şeyin geldiği bir durum yaşadım, ama senin cesaretine sahip değildim.”
Yutkundu, gözlerini açtı ve elinin tersiyle ıslak yanaklarına dokundu. Her nefes alışında yüzü titriyordu, ama beni dinlemeye başlamıştı.
“Savaşın ilk zamanlarında Vietnam’daydım,” dedim. “Durumla başa çıkabileceğini zanneden İngilizce mezunu becerikli bir yüzbaşıydım. Neden olmasın? Ben oradayken koşullar çok sert değildi. Vietkong bize ısıtılıp ağaçların etrafında bükülmüş eski Japon ve Fransız hurdalarıyla saldırıyordu. Denediklerinin yarısı da kendi suratlarında patlıyordu. Sonra bir gün bir kauçuk tarlasından geçiyorduk ve yeni tiplerle karşılaştık. Kuzey Vietnamlı askerler AK-47’lerle donanmıştı. Bizi mayınlı bir bölgeye çektip saldırdılar. Eğer içimizden biri dönüp sürünerek ilerlemeye çalışırsa ya hemen yüzünün altında duran bir mayını harekete geçiriyor ya da çapraz ateşte parçalanıyordu. On beş dakikada on adam kaybettik, sonra albayımız teslim oldu. Bizi kauçuk ağaçlarının arasından ARVN topçularının VK köyünden bir grup sivili öldürdüğü çukura yürüttüler. Suyun içinde ve çukurun etrafında ölü çocuklar, kadınlar ve yaşlılar vardı. Bizi sıraya dizip diğerlerinin yanına suya göndereceklerini düşündüm. Bunun yerine, giysilerimizi çıkarttırıp dikim evinde buldukları eski bir piyanodan söktükleri tellerle ellerimizi ağaçların etrafına bağladılar. Sonra kumanyalarımızı yediler, sigaralarımızı içtiler ve sırayla üzerimize işediler. Onlar bunu yaparken tekmelenen köpekler gibi yerde oturuyorduk. Teslim olduğu için albayı suçladım. Onun üzerine işemeleri hoşuma bile gitti. Fakat daha sonra kafamı vurmama neden olan başka bir şey oldu.
“Bir savaş helikopteri bizi tespit etti, on dakika kadar sonra bir grup korucu ve rehber bizi kurtarmak üzere aynı mayınlı yoldan geçti. Biz fare kapanındaki peynirdik. AK’lerin patlamalarını, adamlarımızın çığlıklarını duyuyor, hatta kanın ve vücut parçalarının ağaç gövdelerine çarptığını görüyordum. Orada olmadığım için memnundum, sidik içindeydim ve bizi kurtarmaya çalışırken ölmekte olan dehşetin uzağındaydım.
“Kendi kendime böyle düşünmemiş, aklımdan geçenlerin sonuçla bir alakası yokmuş gibi davranırdım. Bazen de karşılaştığım bütün Vietkongları ve Kuzey Vietnamlıları öldürmek isterdim. Ama işin aslı, birkaç Huey ateş fırtınası yaratmadan önce benim yerime başkalarının köpek mamasına dönmesinden memnun kalmıştım.
“Öbür tarafa dönmekle kastettiğim buydu. Sen öyle bir kız değilsin. Sende özel bir cesaret var, elimden gelse Viyana sosisine çevirmek isteyeceğim beyaz bir budala buna gölge düşüremez.”
“Senin hissettiklerin gayet insani. Elinden bir şey gelmezdi,” dedi.
“Doğru. Ama sen bu akşam benim Vietnam’da olduğumdan daha iyi bir askerdin, sadece kendini övmek istemiyorsun.” Sarı buklelerini alnından geriye attım. “Ayrıca benden daha güzel bir askersin.”
Gözlerini kırpmadan bana baktı.
“Güzel ve cesur. Zor bulunan bir bileşim,” dedim.
Gözlerinin mavisi, çocuksuluğu, içime bir şeylerin saplanmasına neden oluyordu.
“Şimdi bir şey yemek ister misin?” diye sordum.
“Evet.”
“Babam harika bir aşçıydı. Bana ve üvey kardeşime tüm tariflerini öğretmişti.”
“Sana başka şeyler de öğretmiş. Bence çok iyi bir adamsın.”
Gözleri gülümsüyordu. Hâlâ soğuk ve hareketsiz duran elin sıktım, ardından mutfağa gidip bir tencere süt ısıtıp yeşil soğan ve beyaz peynirle omlet yaptım. Sehpanın üzerinde yedik, yüzünün renginin geri geldiğini gördüm.
Ailesinden, evinden, sevdiği müziklerden ve işinden konuştuk. Bobby Joe ona inceleyici eliyle dokunmadan önce onu tanımlayan her şeyden yani. Kansas Wichita’nın kuzeyinde bir buğday tarlasında büyüdüğünü, annesinin Mennonite barış işçisi olduğunu, babasının John Brown’un soyundan geldiğini anlattı. Kansas’ı etrafı yavaş akan nehirlerle çizili, meşe ve kavak kümeleriyle beneklenmiş, yaz akşamları ağustos böceklerinin gürültüsüyle dolan mavi gökyüzünün altında uzanan ufuksuz, yeşil bir yer olarak tarif ediyordu. Ama aynı zamanda din fanatiği, yasak yanlısı, sağcı ahmaklarla dolu bir yerdi. Denklemin diğer ucunda ise idam karşıtları ve tetikte düzinelerce barış grubu vardı. Kulağa bir açık hava tımarhanesi gibi geliyordu. Ya da en azından onun için öyleydi, çünkü müzik okumak için Tulane’a gelmişti ve o günden bu yana New Orleans’tan ayrılmamıştı.
Artık yüzüne uyku çökmeye başlamıştı.
“Birinin yatağa yatma vakti geldi bence,” dedim.
“Uykum yok. Gerçekten.”
“Öyle mi?” Kolumu ona doladım, başını omzuma yasladım ve parmak uçlarımla gözkapaklarını kapadım. Düzenli nefesini göğsümde hissedebiliyordum.
“Ben çocuk değilim. Yirmi yedi yaşındayım,” dedi uykulu biçimde.
Diğer kolumu bacaklarının altına geçirdim ve onu yatak odasına taşıyarak yatağına yatırdım. Ayakkabılarını çıkardım ve örtüyü üzerine örttüm. Yastığın üzerinden bana baktı ve elini enseme koydu.
“Gitme,” dedi.
“Oturma odasındaki kanepede olacağım. Yarın sabah French Market’te kahvaltı ederiz. Daha sonradan bir ses duyarsan, benimdir. Geceleri çok dolanırım,” deyip ışığı söndürdüm.
Doğruydu, genellikle iyi uyuyamıyordum. Kimi zaman savaştan kalma gizli anılar aklıma geliyordu, ama çoğu zaman uykusuzluğum yalnızlıktandı. Manastır keşişleri bile gece yalnızlığından övgüyle söz etmez. Dışarıdaki ağaçlara vuran ışığın griye dönüşünü görene kadar televizyonda üç gece filmi izledim. Nihayet uykuya daldığımda kısa zaman içinde güneşin doğacak olmasına güveniyordum. Geceleri yalnız olmanın verdiği acı, hırpalanmış ahlak anlayışım ve alkolik ejderhalarım daha tahmin ve idare edilebilir biçimde çözümlenecekti.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNeon Yağmurları
- Sayfa Sayısı316
- YazarJames Lee Burke
- ÇevirmenDuygu Dölek
- ISBN9786055175030
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviASPENDOS YAYINCILIK / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Taraftarın Notları ~ Frederick Exley
Bir Taraftarın Notları
Frederick Exley
Kitabın hem baş karakteri hem anlatıcısı hem de yazarı olan Frederick Exley kimdir? Alkolik bir akıl hastası mı? Hiçbir işte dikiş tutturamayan bir serseri...
- Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz? ~ William Morris
Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?
William Morris
Delidolu’nun “Ne Yapmalı?” adlı kurmaca dışı kitaplar dizisinin yeni kitabı Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, görsel sanatlar ve tasarım tarihinin en etkili isimlerinden biri olan...
- Sevgili ~ Marguerite Duras
Sevgili
Marguerite Duras
Modern romanın en önemli temsilcilerinden Marguerite Duras’ın yetmiş yaşındayken yazdığı bu roman, yayımlandığı dönemde fırtınalar kopardı. Yoğunlukla yalınlığı ustaca birleştirdiği bu romanıyla Duras, dünyanın...