ZAMANIN KÖŞESİNE TUTUNUP KALMIŞ BİR ŞEHİR…
ŞİDDETİN VE BASKININ HÜKÜM SÜRDÜĞÜ BİR ZAMAN VE
TÜM BUNLARA RAĞMEN SÜREGELEN YASAK BİR AŞK!
Nehir yeşili gözlü Jade ile yakışıklı ve gizemli Faun çökmekte olan fantastik bir dünyanın tam ortasındadırlar… Asiler, şehri gaddarca yöneten Leydi’ye karşı ayaklanır ve sonunda kanla bastırılırlar. Ancak bir gün, intikam almak için zamanın ötesinden, gölgelerin ve yansımaların suretinde Ekolar çıkagelir. Onlar intikam almak, Jade’se özgürlüğü için savaşmaktadır. Ortak mücadeleleri zulme boyun eğmemeleridir. Faun ise düşmanın tarafındadır. Baskı, casusluk, korku ve ölümün her köşede kol gezdiği bu şehirde Jade için taraf tutmak artık en zor olanıdır.
“Fantastik edebiyatın doruk noktası.”
-Münchner Abendzeitung-
“Heyecan verici bir gizem yolculuğu.”
-Mega-
“Çok farklı ve olağanüstü gizemler okuyucuyu uçlarda yakalayacak, detaylar en tecrübeli fantastik edebiyat okuyucularını bile hayretler içinde bırakacak ve büyük duygusallıklar yaratacak. Bütün bunlar, neredeyse şairane sayılabilecek detaylarla birlikte okumayı zevkli ve akıcı bir hale getirecek bir öyküde birleşmiş.”
-phantastik-couch.de-
“Özellikle kadın okurlar Kristal Kan’a bayılacak, çünkü bu hikâye onların kalplerinden anlatılıyor gibi…”
-Amazon-
***
Avcı ve Av
İlk bakışta korkutucu biçimde insanı andırıyorlardı. Jade, duvarın gölgesinde kalmıştı, bulunduğu yerden görebildiği kadarıyla sadece iki kişiydiler. Eski belediye binasının bulunduğu meydanda durmuş, bulutlu gökyüzüne uzanan evlerin yıkık duvarlarına bakıyorlardı. İkisi de tepeden tırnağa örtülüydü. Giysilerinin eteklerinden pis sular damlıyordu. Hatta kafalarını bile sarmışlardı, birisi lime lime olmuş bir paçavrayla, diğeri de balık ağına benzer ince delikli bir parça kumaşla. Yüzleri sabahın solgun ışığında gölgede kalıyordu, sanki terk edilmiş Belediye Meydanı’nda bedensiz varlıklar duruyormuş gibiydi, görünmez yüzlerine benzeyen pencere deliklerinin onlara acımasızca baktığı, yıkılmış evlerinin önünde bekleyen ev sahiplerinin hayaletleri gibi.
Jade, sırt çantasını göğsüne bastırıp, duvara doğru geri çekildi. Sabah, kendi aldığı nefesi görebileceği kadar serin olsa da, ansızın sanki ateşte yanıyormuş gibi hissetti. Korkuya yenilmemek için derin bir soluk aldı. Bu yerden olabildiğince çabuk uzaklaşması gerektiğini biliyordu ama bakışlarını çevirmekten aciz, olduğu yerde kaldı. Elinde olmadan gözlerini, iki gölgenin dansına benzeyen esnek hareketlerinden alamıyordu. Yalnızca etraflarına bakışları, kayar gibi yürümeye devam etmeleri, hareket ve duruşlarını çevrelerindeki tahribatı algılayıp ona göre yansıtmaları bile onları ele veriyordu. Bu hareketlerde akıcı bir şeyler vardı, insan olamayacak kadar fazla çevik ve hızlıydılar. Eski belediye binasının süzgece dönmüş ön cephesine yaklaştılar ve hâlâ ayakta olan giriş kapısının önünde bir kez daha durup yukarı baktılar.
“Gel, buradan gidelim!” Lilinn’ın güçlü eli omzuna kondu.
“Bunlar… Ekolar!” diye soluğu kesilircesine fısıldadı Jade.
“Biliyorum. Bizi fark etmemeleri gerek.”
Jade yutkundu. Elbette öyle olmalıydı. Martyn ve diğer nehir adamlarının birkaç hafta önce limanın koylarından birinde gizlenmiş halde buldukları berbat durumdaki cesedi hâlâ hatırlıyordu. Ve Karaborsa’da birkaç gün önce, Leydi’nin iki muhafızının bulunduğu anlatılıyordu, altın kapının parmaklıklarında, boğazlarında yaralarla ve donmuş bakışlarındaki korku ifadesiyle…
Jade yavaşça kendini geri çekti, adımlarını birbiri ardına yokluyordu; eğilmiş halde duruyor ve ayakkabılarının altındaki kırık mermerin takırdamamasına dikkat ediyordu. Dört adım daha, duvarın sonuna dek üç adım daha… Boş sırt çantasını hâlâ bir koruma kalkanı gibi göğsüne bastırıyordu. Ense tüyleri, ölü gözlerin onları belki de çoktan fark ettiği ve bütün hareketlerini izlediği düşüncesiyle dikildi. Uslu durmadıklarında çocuklara fısıldanan hikâyeler, canavar gibi buruşuk yüzlerden, yırtıcı dişlerden ve ölümü getiren hançer gibi keskin, uzun dillerden söz ediyordu. Diğerleriyse Ekoların mumya yüzleri olduğuna, sadece Wila Nehri kadar berrak ve yeşil olan canlı gözlerinin içine derin bakıldığında herkesi felç ettiğine ısrar ediyorlardı.
Jade korku ve heyecandan neredeyse soluk bile alamıyor olsa da, buna bir türlü engel olamıyordu: Köşede duran Lilinn’ın arkasına geçmeden hemen önce arkasını dönüp çabucak bir bakış attı.
Ekolar yok olmuşlardı. Yalnızca ıslak, paçavraya benzeyen giysilerinden akmış olan su, hâlâ taş döşemelerin üzerinde parlıyordu.
“Lilinn! Gitmişler!”
Fısıltısı neredeyse fark edilmeyecek kadar hafifti ama aşçı kız korkuyla sıçradı ve kaygıyla kaşlarını çattı. Genelde bakışları sert değildi ama burada, gölgede, her zamankinden fazla, açık mavi renkli atmaca gözüne benziyorlardı, siyah makyajla çok daha fazla vurgulanmış bir ifadeyle.
“Lanet olsun!” dedi sıkılmış dudaklarının arasından. Jade, o anda aynı şeyi düşündüklerini biliyordu. Sessizce bakıştılar, sonra bir sonraki koruyucu duvara yaslanıp soluklarını tuttular. Ama saklanmak için çok geçti: Mermer parçaları, hızlı adımlarının altında takırdadı. Ayak sesleri doğruca üzerlerine geliyordu.
“Şu taraftan!” diye işaret etti Lilinn, eliyle. “Eski okula doğru!”
Jade şimdiye dek çok kaçmıştı. Karaborsa’da izini bulan Leydi’nin adamlarından, sarhoşlardan ve hırsızlardan… Ve yine, onu bir hırsız gibi gören avcılardan… Ama bu kez daha çabuk ve sessiz olması gerekiyordu. Bir etek giymiş ve uzun zamandır artık Jade kadar çabuk olamayan Lilinn’ı geçmek kolay olurdu ama Jade’in bugün onu geçmeye niyeti yoktu. Lilinn’ın ustaca, bir örgü halinde topladığı uzun saçları, Lilinn her adım attığında, altın bir yılan gibi dans ediyordu. Sarmaşıkların kapladığı kapı kemerinden sessizce geçip bir zamanlar öğrencilerin yürüdüğü geniş koridor boyunca ilerlediler. Tırmanıcı bitkiler daha yıllar öncesinden duvarları kaplamaya başlamıştı ve buz gibi geçen kışlar bile onlara engel olamamıştı. Binanın artık bir çatısı yoktu ve yukarı bakıldığında, sabahları beyaz gökyüzünde yol alan, soluk, çizgili bulutlar görülebiliyordu.
Jade, öğrencilerin yemeklerini yedikleri uzun masaların bulunduğu salondan siyah mermer döşeli muhteşem ana caddeye kadar yasak şehrin her köşesini biliyordu. Ve yine, küçük çarşı meydanını, dolambaçlı sokakları, kumaş borsasının yıkıntılarını ve eskiden tüccarların ipek kumaş ve kürk depoladıkları mağazalarını da… Sallanan taş köprüler, şehrin içinden geçen Wila Nehri’ni kollara ayıran kanalların üzerinden devam ediyordu. Köprü altını sarmaşıklar sarmıştı ve soluk yeşil parmaklarını yosunlu merdivenlerine doğru uzatmıştı.
Jade ve Lilinn koşarak bir arka bahçenin içinden geçtiler; oradan da yukarı doğru kubbelenen, nehir adamlarının, Kedi Kamburu dedikleri dar bir köprüye. Yarı yarıya yıkılmış bir kilisenin çevresinden dolanıp sakallı devler biçimindeki iki mermer figürün, artık tavanı taşımak yerine göklere uzandığı görkemli bir şehir konağına doğru koştular.
Jade konağın köşesinde soluk soluğa durdu. Kalbinin çarpıntısı ona sanki sokaklarda yankılanıyormuş gibi gelse de gürültü çıkarmamaya çalıştı. Anlatılanlara göre Ekolar kedilerden çok daha iyi duyuyordu.
Gergin halde çevresini dinledi. Sürüklenen ayak sesleri ya da herhangi bir başka gürültü yoktu ama yine de bir şey vardı, tüylerini diken diken edebilecek bir bakış. Lilinn onu uyarmak için dirsek atınca, sıçradı ama o da çoktan fark etmişti: Köpek havlamaları boğuktu ve uzaktan geliyordu ama sesleri giderek yükseliyordu. Leydi’nin adamları. Şimdi bir bu eksikti! Onlar da Ekoları yeni mi keşfetmişlerdi? Yoksa av köpeklerinin kokusunu aldıkları insanlar mıydı?
Lilinn ve Jade hemen bakışıp, çevrelerini kolaçan ettiler. Kaçmak için en uygunsuz yerdeydiler. Evin yanındaki yıldız biçimindeki meydandan her yöne doğru yollar ayrılıyordu. Hangi yönü seçecek olsalar evden ayrılır ayrılmaz –büyük olasılıkla– görüleceklerdi. Ekolar belki de hemen her köşenin ardına gizlenmişlerdi ve bu iki insanın tuzaklarına düşmesini bekliyorlardı.
Jade ve Lilinn yukarı doğru baktılar. Dev bir heykel yukarıdan onlara doğru zalimce bakıyordu. Bir güvercin, heykelin taştan yapılmış kocaman kaslardan oluşan kolunun gölgesine yuva yapmıştı. Burası, kedi ve köpeklerin başıboş dolaştığı şehirde güvenli bir yerdi. Ve manzarası kesinlikle iyiydi.
Jade, sırt çantasını yere bırakıp ayakkabılarını çıkartırken Lilinn soru sorar gibi alnını kırıştırdı. Ama Jade’in niyetini anladığında, korkuyla soluk aldı. Öne doğru fırlayıp onu kolundan yakalamak istedi ama Jade daha çabuktu. Parmaklarıyla bir duvar aralığını yoklamaya başlamıştı bile. Şehir konağının duvarında kendini çabucak yukarı doğru çekti. Buraya tırmanmak fazla zor değildi, duvardaki taşlar eksikti ve devin ayak parmakları da bacağına tırmanmayı kolaylaştıran çentiklerle doluydu. Bugün, ona yeterli hareket sağlayan bol bir keten pantolon giydiğine seviniyordu. Omzundan geriye kısa bir bakış attığında Lilinn’ı gördü. Göze çarpacak biçimde duru, soğuk bir güzelliği vardı ama şimdi yanakları kıpkırmızı parlıyordu ve gözleri zor tuttuğu öfkesi yüzünden kıvılcımlar saçıyordu. Aşağı! der gibi hükmedercesine el kol işareti yaptı ama Jade başını iki yana sallayıp tırmanmaya devam etti. Dev mermerin gölgesinde kalmaya dikkat ederek ve hep daha yukarıya el atarak kendini yukarı çekti. Sert taş, avuç içlerini çiziyordu. Kasları daha birkaç metreden sonra zonklamaya başlamıştı ve taşların bazı yerlerde ne kadar keskin olduğunu çıplak tabanlarında hissedebiliyordu. Büyük bir güç sarf ederek kendini devin giysi katlarından birinin kenarına doğru çekerken ayak kemiği sıyrıldı. Son saniyede küfür etme isteğini bastırdı ve ses çıkarmadan can yakıcı acıya katlanmaya çalıştı.
Devin giysisinin katında, taştan bir hamaktaymış gibi oturabilirdi. Bir an için, zaferin, kollarındaki çekilmenin ve zonklamanın, yüksekte olmanın sersemletici duygusunun tadını çıkardı.
Güvercin yana eğdiği başıyla en küçük bir harekette kaçmaya hazır durumda onu izliyordu.
Jade, dikkatle öne doğru eğildi ve aşağıdaki sokağı gözledi. Ölü Şehir, kör geçitleri, kapıları ve girintileriyle, yukarıdan bir labirent gibi görünüyordu. Kanallar, solgun damarlar gibi yıkıntıların arasından geçiyordu. Uzakta, Wila’nın kristal yeşili çizgisi görünüyordu. Nehrin öte yakasında, sabah sisi içinde yeni şehir uzanıyordu: Leydi’nin hükümdarlık konutu pürüzsüz, açık gri bir anıt gibi kuzey kıyısında yükseliyordu. Bina eskiden bir saraydı; kemerli pencereleriyle dolambaçlı, muhteşem bir yapıydı ve yeni yapılmış dış duvarlarıyla daha çok bir kaleyi andırsa da, şehir sakinleri orayı hâlâ Kışlık Saray olarak adlandırıyordu. Onun hemen yakınında cam kilise ve zengin lordların evleri bulunuyordu. Bunlardan birçoğunun ön cepheleri yeniydi ama yine nehir kenarında da sahipleri yeni olan eski evler uzun bir sıra halinde uzanıyordu. Ve akıntının biraz uzağında, sanki dünle bugünün sınırında, Jade’in evi bulunuyordu.
Bir rüzgâr esintisi Jade’in yakalarını savurdu ve gözlerinin önündeki sık lüleleri kenara itti. Kara ateş. Babası Jakub, yelelerine böyle demeyi severdi; gümüş kıvılcımlar. Lülelerini sabırsızca bir araya toplayıp yakasından içeri tıkıştırdı. Ekolar hiçbir yerde görünmüyordu. Köpek havlamaları şimdi iyice yakınlaşmıştı, kuzeyden geliyordu. Tabii Leydi’nin adamları, büyük Ejderha Köprüsü üzerinden geliyor olmalıydılar, belki de Ekolardan haberleri yoktu, belki de gelen sadece bir devriyeydi ya da Jade ve Lilinn’ın gitmeye çalıştıkları Karaborsa’yı arıyorlardı. Kalbi çarparak sokakları araştırdı, Ekolara ait bir hareket, bir iz aradı. Aşağıya kısa bir bakış attığında, Lilinn’ın artık duvarın yanında durmadığını gördü, herhalde saklanmıştı. Jade, aşçı kızın öfkeden kudurduğunu biliyordu. Onun sitemlerini göze alabilirdi ama şimdi bunun bir önemi yoktu. Ekolar neredeydi? Jade gözlerini kırpıştırdı. Orada, kanaldaki eski boyacı sokağında: yerde gölcükler vardı, su birikintilerinin izi! Ve kendiliğinden büzülen bir paçavra kıvrımının kaygan hareketi. Hayalet, bir evin köşesinde çoktan kaybolmuştu. Demek ki Ekolar güneye, şehrin dışına doğru ilerliyorlardı. Görünüşe bakılırsa köpek havlamaları yüzünden geri çekilmiş, Jade ve Lilinn’ı gözden kaybetmişlerdi. Rahat bir soluk aldı. Şimdi sıra Leydi’nin adamlarından kaçmaya gelmişti. Bulunduğu yerden görebildiği kadarıyla bir yay çizerek konağa doğru geliyorlardı. Yaklaşık bir düzineydiler, hepsinin önünde birer köpek vardı. Kahverengi beyaz çizgili, zayıf av köpekleri sadece iplerinin bırakılmasını bekliyorlardı.
Jade, kendini taş kavisin üzerinden kaydırdı, aşağı doğru sarkıp sokağın köşesine doğru dikkatli bir bakış attı. Lilinn sırt çantasını ve ayakkabılarını sağlama almıştı. İyi!
Çevik bir sıçrayışla yere atladı, ellerini yere koyarak çarpmanın şiddetini azalttı ve parmaklarındaki ıslaklığı hissetti. Korkuyla geri çekip ellerine baktı. Ekolar çok da uzakta değil, aksine tam evin önündeydiler!
“Dışarı gel!” diye fısıldadı Jade gölgeye. “Ekolar gitti ama avcılar üzerimize doğru geliyorlar!”
Yanıt yoktu. Jade midesindeki çığlıkları duymamaya çabaladı. Yakınlarda gürültüler duyuldu: telaşlı havlamalar, taşa vuran sesler ve sanki duvar kalıntıları devriliyormuş gibi çatırtılar… Sonra belirsiz bağırışlar ve bir silah sesi.
Jade, başı duvara vuracak şekilde geri sıçradı. Bir diğer patlama, sokaklarda yankılandı, sonra bir çığlık ve Ekoların gittikleri yönde hükmeden bir ses duyuldu: “Arkada!”
Jade kendini duvarların ardına atmadan, bir sokağın köşesinden, ilk avcı ortaya çıktı. Bu bir kadındı. Mantosu, düzenli sıralanmış satranç tahtasını andıran koyu ve açık renkli deri parçalarından oluşuyordu. Silahını yukarı kaldırıp, Jade’in birkaç metre ötesindeki bir şeye nişan aldığı sırada avcı kadının gözleri kısıldı. Jade saniyenin onda biri gibi bir sürede her ayrıntıyı fark etti: Kadının gergince geriye taranmış kahverengi saçlarını, ipeksi yeşil gözlerini ve silahın siyah parıltısını. Silah sesi neredeyse kulak zarını patlatmıştı. Duvar parçaları omzunun üzerine sıçradı ve molozlar üzerine düşerken kurşunun onu kıl payı sıyırdığını anladı. İçgüdüsel olarak kendini kemerli kapıya doğru attı. Sarsılarak yıkılmış bir kapı yığınının dibine çöktü ve olabildiğince büzüldü. Onun peşinde değillerdi, avcı kadın onu fark etmemişti bile, yine de pisliğin tam ortasındaydı.
“Burada! Su izleri eski kiliseye doğru gidiyor!” diye bağırdı bir erkek sesi. Köpek havlamaları duyuldu, avcı kadın ve diğerleri güneye doğru koşturdular. Demek ki Jade doğru tahmin etmişti: Ekoların peşindeydiler. Yine de, ancak uzun bir süre sonra başını çıkarmaya cesaret etti. Lilinn’a geri dönmesi gerekti. Kız arkadaşı muhakkak Akbabalar Köprüsü’ne gitmişti. Şehirde birbirlerini kaybettikleri takdirde buluşma noktası orasıydı.
Jade, başının üzerinde korurcasına tuttuğu ellerini indirdi. Duyduğu rahatlıktan gözlerinden yaşlar boşandı. “Neredeydin?” Karşı ışıkta aşağıdan ona doğru bakan şekle, “Neredeydin?” diye fısıldadı. Sonra birden ayağa fırladı ve gölge hemen geri çekildi. Solgun güneş ışığı bir balık ağı filesinin üzerinden geçti. Jade olduğu yerde donakaldı. Bu Lilinn değildi. Sadece birkaç adım uzağında bir Eko durmuş, doğrudan ona bakıyordu. Kirli ağın ardında gözlerinin parladığını sandı ama daha da korkunç olan, ağzının olması gereken yerde bulunan koyu lekeydi. Yaratık tısladı, Jade’i için için ele geçiren boğucu bir sesle. Başka gün olsa, Leydi’nin adamlarına seslenmektense çıplak ayakla kızgın korların üzerinde yürümeyi tercih edebilirdi ama şimdi sarsılarak bir soluk aldı ve tüm gücünü toplayarak haykırdı: “Eko! Burada!”
Eko sindi, kabarttığı tüyleriyle sıçramaya hazırlanan yırtıcı bir hayvan gibi uzuvlarını gerdi ve yerinden fırladı.
Jade’in kendi çığlığı hâlâ kulaklarında yankılanıyordu, sonra zaman, gözlerinin önünde bulandı, artık şehir konağından fırlayıp nasıl koştuğunu bilmiyordu ama koşuyordu, bacakları onu tamamen kendiliğinden taşıyordu. Solukları kafasının içinde yankılanıyordu. Eko arayı açmıştı, bunu duyabiliyordu. İniltiye benzer bir sesleniş ona ulaştı ve sırtında buz gibi bir ürperme oluştu. “Sinahe!” Yabancı bir kelime. Soluğunu ensesinde hissediyor, kürek kemiklerinin arasını delecek olan uzun ve hançer dilin ona ulaşacağını sanıyordu, pençelerinin birazdan onu yakalayıp yere yıkacağından emindi. Bir haykırışla yana sıçradı, ansızın yönünü değiştirdi ve bir taş kemerin içine daldı. Bir köşeye keskince kıvrıldı, neredeyse yerdeki molozların üzerinde kayıyordu. Çıplak tabanındaki acıyla sıçradı. Tökezleyerek tekrar toparlandı, sonra bir köprünün yakınındaki çeşme meydanına doğru sendeleyerek koşmaya devam etti. Yerden bir güvercin sürüsü havalanarak uçtu. İki el silah sesi duyuldu. Patlama, Jade’in kulaklarında acı verici bir zonklama hissettirecek kadar yakındaydı. Ağzı açılmış köpekleri, şimşek hızıyla koşturanları ve namluların ağzını gördü. Parmaklar gergin bir şekilde tetikte duruyordu. Avcıların yüz ifadesi şüpheliydi, Jade bir an için ölümle yaşam arasında sallanırken onların tetiği çekip çekmemekte kararsız kaldıklarını gördü.
“Çekil şuradan!” diye bağırdı birisi. Hemen ardından ateş ettiler. Jade kendini yere attı, yana yuvarlanıp emekleyerek ateş hattından süründü. Fişeklerden çıkan, kuru, sert ve neredeyse biraz tütsülenmiş eti andıran, yanmış barut kokusu ansızın midesini bulandırdı. Bir çatı kaplamasının korunaklı duvarına ulaşmayı başardı. Tekrar ayağa kalkıp dar bir kanal boyunca kaçmaya başladı. Parçalanmış kayıklar, uzun sakala benzer yeşil yosunlu ipleriyle, bir enkaz gibi duruyordu.
Ardında silahlar patlıyordu. Sonra büyük bir dehşetle Ekonun kurtulduğunu fark etti. Daha da kötüsü hâlâ ayaklarının üzerindeydi ve arayı kapatıyordu, buna tepki vermekten çok, onu duyabiliyor ve hissedebiliyordu çünkü ardından geliyordu!
Bir su damlası yanağının üzerine düştü, ıslak bir manto parçası, yaralı kemiğine değdi, sonra onu geçti ve henüz yaklaşık otuz adım uzaklıkta bulunan en yakındaki köprüye doğru hızla koştu. Jade şaşkınlığından bağırmak istiyordu. Eko nereye gittiğini biliyor gibiydi. Nehrin öte yakasında eski bürolar bulunuyordu, orası iyi bir saklanma yeriydi, kanallarla bağlantılı, bir çok bodrumu olan yer âdeta labirent gibiydi. Eko, uzun adımlarla dik köprüye doğru çıktı. Tam köprünün orta noktasına eriştiği anda ansızın ve tereddütle Jade’e doğru baktı.
Zaten yavaşlamış olan Jade, aniden olduğu yerde kaldı. Ona saldırmak için geri dönecek miydi? Balıkçı ağının fileleri arasından yanak kemiğine benzer bir çıkıntı belirdi. Yaratık sanki onu bekliyormuş gibi gerginlikle onu gözledi. Sonra havada keskin bir silah daha patladı. Eko geriye doğru fırladı ve silah sesi henüz sokaklarda yankılanırken sendeledi. Köprü direklerinin hemen ardında, Jade’den birkaç adım uzakta dengesini kaybetti ve yere yığıldı.
Jade’in rahatlamış olması gerekirdi ama hissettiği tek şey korku ve garip bir kaygıydı. Yaratığın, ölecekmişçesine, boş bir palto gibi yere yıkılışını soluğunu tutarak izledi. Yırtıcı dişlerinde insan kanı yapışık olan düşman, orada yatıyordu! Jade’in dizleri dayanamadı, olduğu yere yığıldı ve elleriyle çakılları kavradı. İçlerine su sızmıştı; nemli ve serindiler…
Yaratığın iki büklüm olup acı çektiğini ve sonunda hareketsiz kaldığını felç olmuş gibi izledi. Kendisi bile farkında değildi ama canavarın duruşundaki çaresizlik ona dokunmuş ve onu rahatsız etmişti.
Köprünün öte tarafından ayak sesleri yaklaşıyordu.
Jade, ilk önce biraz evvel gördüklerinin gözünün önünde tekrar canlandığını sandı ama sonra bunun başka bir Eko olduğunu anladı. Köprünün üzerinden koşarak ona doğru geliyordu, ıslak paçavraları havada dalgalanıyordu. Jade’i görünce neredeyse tökezledi ama çabucak toparlandı ve köprünün ayağında kayarak durdu. Bakışları yerdeki Ekonun bedenine kaydı. Uzun bir süre öylece durdular… Biri çakılda büzülmüş yatan, diğeri ayakta duran iki şekildi ve aralarında ölüm vardı.
Jade küçük bir kızken, bir su yılanı tarafından ısırılma tehlikesi atlatmıştı. Bu sürüngen, nehirden doğruca eve bağlanan bir borudan içeri sürünmüş ve mutfağa girmeyi başarmıştı. Jade kaçmak yerine olduğu yerde donakalmış ve zehirli yılanın soğuk gözlerine bakmaktan başka bir şey yapamamıştı, ta ki diğer yılan öne doğru atılana dek. Jade o zaman yana sıçrayıp ondan kaçabilmişti. Ve şimdi de korkudan donakalmış, uyurgezer gibi bir kaçış yolu ararcasına kendi çevresinde kaygan bir hareketle dönen Ekoya bakıyordu. Sonra Eko bir fırıldak gibi döndü, gerildi ve koşmaya başladı. Jade’in bedeni kendiliğinden tepki vermiş olmalıydı, yine de kendini yere attığını, taşın omzunu sıyırdığını hissetti. Bacaklarını çenesine doğru çekti ve başını kollarıyla korurcasına kavradı. Eko, yerdeki cesedinin üzerinden atladı ama Jade’e doğru ilerlemekten vazgeçti, aksine yolunu değiştirip kuzeye doğru kaçtı. Sıçrarken paltosu cesedin yüzünü sıyırdı ve balık ağı yana doğru açıldı. Jade ansızın ağın altındaki ölü yüzü görünce irkildi.
Kurşunun isabet ettiği yerde bir yara vardı. Yaradan kan akması gerekirdi ama onun yerine sadece temiz su akıyordu ve akıntı başının altında kristal parlaklığında yansıtıcı bir gölcük oluşturmuştu. Teni beyazdı; neredeyse saydam ve kansızdı. Gördüğü bir mumya yüzü değildi ve yine bir canavara da benzemiyordu. Bir insan yüzüydü, –yani, neredeyse insan gibi– zarif ve ince hatlı, solgun dudaklı. Yüksek yanak kemiklerinde eski bir tablodaki gibi örümcek ağı inceliğinde çatlaklar oluşmuştu. Yükselmekte olan güneşin parlaklığında, tenden ayrılan bir altın varak gibiydi, sanki birinin yüzyıllar önce yaptığı bir portre zamana yenik düşerek solmuştu. Bu, öylesine yumuşak, kırılgan bir yüzdü ki, Jade’de onu okşamak ister gibi rahatsız edici bir istek uyandırmıştı. Sadece gözleri, gökyüzü gibi saydam ve açıktı, bazı hikâyelerin anlattığı gibi, ölüydü. Ama yine de içlerinde hâlâ şaşkınlık… ve korkunun hayali ışıldıyordu!
Şimdi her yönden köpek havlamaları ve haykırışlar duyuluyordu, kanalın diğer tarafından da… Jade içinden, Çevremizi kuşattılar, diye geçirdi. Aynı anda sıkıntıyla düşündü: Bizi mi?
Sonra tütsülenmiş et kokan köpeğin soluğunu neredeyse ensesinde hissetti.
“Ayağa kalk!” diye emretti bir kadın sesi. Jade titreyerek ayakları üzerine dikildi. Avcı kadın, “İkinciyi gördün mü?” diyerek üzerine yürüdü. Satranç tahtasına benzer desenli mantosu olan genç kadın soluk soluğaydı. Jade ölü Ekoya ikinci kez göz attı, ardından köprünün önündeki alan, bir anda tamamen köpekler ve avcılarla doldu.
Avcı kadın kabaca onun kolundan tuttu. “İkincisi! Onu gördün mü?” diye kükredi.
Jade sersemlemiş halde başını salladı.
“Ne tarafa gitti?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKristal Kan
- Sayfa Sayısı360
- YazarNina Blazon
- ÇevirmenFiruzan Gürbüz
- ISBN9786054456765
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Utanç ~ J.M. Coetzee
Utanç
J.M. Coetzee
J.M. Coetzee, okuruna yumuşak bir roman sunmuyor, sert bir öykü anlatıyor. İnanılmaz güzellikte ama kasvetli bir öykü. Utanç, bir kız öğrencisiyle ilişkiye giren Profesör...
- Balinalar Geldiğinde ~ Michael Morpurgo
Balinalar Geldiğinde
Michael Morpurgo
“Kuşçu insanlara büyü yapıyor. Onunla konuşmamalıyız. Bu kesinlikle yasak.” Savaş Atı, Kelebek Aslanı, Issız Adanın Kralı, Kayıp Zamanlar gibi milyonlarca okura ulaşmayı başaran kitaplarından tanıdığımız, Children’s Book Ödülü’nün sahibi İngiliz...
- Ejderin Büyüsü ~ G. A. Aiken
Ejderin Büyüsü
G. A. Aiken
TÜM DÜNYADA SATIŞ REKORLARI KIRAN EJDERHA SERİSİ Bana baktığınızda ne gördüğünüzü biliyorum. Dünyanın en güçlü iki ejderha soyundan doğan, çekici ve tatlı dilli bir...