İKİ KIZ KARDEŞİN GELECEĞE DÖNÜK HAYALLERİ
SKANDALLAR YARATAN İMKÂNSIZ AŞKLARI
VE BU UĞURDA VERDİKLERİ MÜCADELELER…
1400’lü yılların İngiltere’si, tarihinin en karmaşık dönemini yaşamaktadır. Savaşların yapıldığı, ülkenin kaos içinde bulunduğu bu süreç, Jane ve Isabel Lambert adlı iki kardeşin hayatlarını hayal edemeyecekleri kadar büyük bir hızla değiştirecektir. Başlarından geçen mutsuz evlilikleri ve bu mutsuzluğun içinde yeşeren imkânsız aşkları onları skandallarla dolu bir hayatın tam ortasına sürükleyecek, iki kardeşin yolları hiç ummadık bir şekilde birleşecektir.
İpekler Kraliçesi kurgu ile gerçeği zekice birleştirerek, “sıra dışı iki kadın”ın hayatını son derece zengin bir dille anlatan etkileyici bir roman…
***
ı
1471 İlkbaharı
Isabel diz çöktü. Kilisedeki ibadet saatlerini bilmiyordu ama uzun siyah giysileriyle çevrede dolaşan ya da köşelerde diz çöküp dua eden insanlar gördü. Günün altıncı duası için oldukça geçti, komünyon için ise çok erken, insanların büyük kısmı işlerinin başındaydı. Yüzünü avuç içleriyle iyice kapattı. Önünde yanan mumlar sönmeye yüz tutuncaya kadar gözlerinin üzerine bastırdığı mücevhersiz parmaklarıyla öylece durdu. Babası onun Thomas Claver’la evlenmesini istiyor olamazdı, gerçekten istiyor muydu?
Dudakları ezbere bildiği Latince duayı mırıldanmaya başladı. Bir an Thomas Claver’ın geniş kalçalarını yayıp Tumbling Bear’ın penceresinin önündeki sedire oturuşu gözünün önüne geldi ve bütün hizmetkârlar gibi efendilerinden çekindiği için yemek servisi sırasında mümkün olduğunca ona bakmamaya çalışan utangaç garson kızı bakışlarıyla nasıl taciz ettiğini hatırladı. Amcasını dürtükleyerek ısrarla kızı işaret ettikten sonra kadehini ona doğru kaldırıp zavallı kıza hayasızca sırıtmasını aklından uzaklaştırmaya çalıştı. Birden ürperdi ama bunun nedeni şu an duyduğu aşırı öfke değil, hafızasına kazınan duanın etkili sözleriydi. “Gerçek Tanrı, en hoşgörülü ve latif lordumuz İsa’dır” diye mırıldanırken, bakışları iğne delikleriyle dolu nasırlı parmaklarına odaklandı. Bu parmaklar Thomas Claver gibi ailesinin servetine güvenerek yan gelip yatan şımarık biri olmadığının kanıtıydı. “O bizim her şeye kadir olan tek Tanrımızdır. Bu dünyaya günahlarımızı affetmek, günahkarları acılarından, tutsak ruhları esaretten kurtarmak, onları ait oldukları dünyaya geri döndürmek, etrafa saçılmış gezginler olarak görüp, günahlarından dolayı onlara tövbe ettirmek, kalplerindeki karanlık ve kasvetten kurtarıp teselli etmek için gelmiştir. O beni kederden, her türlü teşvik ve tahrikten, kasvet ve mahkûmiyetten, hastalık derecesindeki tamahtan ve görünür görünmez tehlikelerden koruyandır. Beni tüm bunlardan kurtarma lütfu gösterendir. Bana dayanma gücü, sabır ve teselli verendir.”
Her ne kadar duaya yoğunlaşmaya çalışsa da gözlerini parmak uçlarından alamıyordu. Sadece ağzı oynuyor, içerideki ilahi atmosferle bütünleşemiyor, aradığı tefekkür ve huzuru yakalayamıyordu. Gözlerinin önünde beliren Thomas Claver ona doğru yaklaşıyor, elleriyle onu sıkıca kavrıyordu. Ona olduğundan da büyük görünüyordu. Bu yüzden buz kesmiş gibi hareketsizleşip paniğe kapılıyor, ürküyor ama kımıldayamıyor ve kapının kilitlenmesiyle kaçacak hiçbir yeri olmadığını anlayıp bedeninin her zerresiyle çığlık atıyordu.
Kafasının içine gömülüp kalmış fısıltılar duyuyordu. Babası şöyle diyordu: “Bu ailemiz için bir onurdur…”, “Alice Claver’ın iyi niyeti bizim için çok önemli…” “O mükemmel bir işkadını, nüfuzlu kişilerle bağlantıları var, biliyorsun. Hayatın boyunca sana yardım edecek insanlarla tanıştıracak seni…”, “Bu senin bildiğin, sana tanıdık bir şey değil…”, “Ailemiz adına çok doğru bir şey yapacağına olan inancım tam.” Dadısı da arabuluculuk yapma telaşı içinde sürekli birtakım şeyler söylüyordu: “Senin yaşında birinin tek düşüncesi aşktır… Ama bütün erkekler aynıdır… Gerçekten… Adamın senin gözüne biraz vahşi göründüğünü biliyorum ama zamanla onu yola getirirsin, önemli olan iyi bir aileden gelmesi. Sen de aile kurup doğurduğunda hayatının gerçek anlamının çocukların olduğunu anlayacaksın.” Jane bu sözler karşısında uysal ve teslim olmuş gibi görünüyordu ama yatak örtüsünün altından kıkırdadığı duyuluyordu, böylesine üzgün olduğu halde felsefe yapabiliyordu. “Pekâlâ, en azından onun beğendiği kızlardan biri olduğunu kanıtladın. Ya ben, geceler boyunca sadece kitaplarıyla baş başa olacak olan yaşlı baston Will Shore’la ne yapacağım? Onu öptüğünü bir düşün!”
Isabel bunun hiç de Jane’in anlattığı kadar kötü bir şey olmadığını düşündü. Çok öfkelenmişti. Sinirlendiğinde gözkapaklarının arkasında başlayan sıcak karıncalanmayla boğuşurken, uçuk tenli, sarı saçlı büyük kız kardeşinin bilmiş suratını hatırladı. Kurnazca devirerek işveyle baktığı yeşil gözleriyle baştan çıkartan bir cazibeye sahip olduğu kesindi. Will Shore’la evlenme fikri yüzüne güya üzgün ve pişmanlık dolu bir ifade yerleştirmişti ama onun gizlice gülümsediğini görebiliyordu. Aslında yürüyen bir cesede benzeyen yaşlı Will, kitap okumak dışında gerçekten pek konuşmaz, kimseyle sohbet etmezdi ama en azından kendine özgü bir hayat çizgisi olan, doğru bildiği yolda yürüyen ciddi ve istikrarlı biriydi, özgür bir adam ve sade bir vatandaştı. Geçmişteki şerefli çıraklık döneminin ardından devam ettirdiği düzenli işleri vardı. Jane’in canının çok sıkılacağı ortadaydı ama ipekler içinde yaşayacak, tek kelimeyle keyif sürecekti. Rahat ve yumuşak minderlere gömülüp aşk romanları okuyacak, kafası sadece diktireceği yeni elbisenin modelini düşünmekle meşgul olacaktı. Bunu kendisi de çok iyi biliyordu. Neden şikâyet ediyordu ki?
Omuzlarını kaldırma ihtiyacı duydu. Göğsü şişmiş, patlayacak gibi olmuştu. Birden nerede olduğunu hatırladı, başı hâlâ ellerinin arasındaydı. Ellerini sıkıca gözlerinin üzerine bastırıp akan gözyaşlarını durdurmaya çalıştı ama tıpkı parmakları arasından süzülmesine mani olamadığı tuzlu su damlacıkları ve şu an başlayan kesik soluk alışları gibi hayatı da hızla akıp gidiyor gibiydi. Ağlıyordu; sakin olmaya, bedeninin ve aklının sesine kulak vermeye çabaladı. Düşüncelerini geriye iteledi, kollarıyla omuzlarını sıkıca sarmaladı ve bedenini oturduğu sıradan iyice aşağıya kaydırdı. O kadar ki, neredeyse başı taş zemine çarpacaktı. Şaşırtıcı şekilde hıçkırıklara boğulmasını engelleyemiyordu.
Bir gölgenin yanında belirdiğini fark etti. Ayaklarının birkaç adım ötesinde durduğunu görüyor, mahmuzlarının metalik sesini duyuyordu. Onu görmezden gelmeye çalışmak istese de duygularına esir olduğu için kendine çok kızdı.
Ayak sesleri biraz uzaklaştı. Ama onları tamamen duymayacak kadar değil. Hiç bilmediği yeni bir rüzgârın esintisine kapılmak ve yeni bir mum ışığının hayatına saçılmasına izin vermek istemiyordu. Göğsü inip çıkmaya devam ederken sakin olmaya çalıştı. Parmaklarının arasından akan gözyaşlarının farkındaydı. Yüzü kirlenmiş olmalıydı. Hıçkırıklarını kontrol edip derin nefes almaya çalıştı. Mahmuzlu botlarıyla az ötesinde duran kilise sakininin onunla ilgilenmesini istemiyordu, bir an önce çekip gitmesini beklerken yüzünü kuruladı.
Ama adam gitmiyordu. Tam yanında durmuştu. Parmaklarının arasından çevreyi gözetledi, adamın çamurlu botlarını görebiliyordu. Başını iyice aşağı eğdi. İçindeki derin kederin verdiği sabırsızlıkla hiç konuşmadan bir süre bekledi, gittiğini düşünüyordu.
Uzun bir sessizlik oldu, derin bir soluk aldı. Sırtında hissettiği elle birden irkildi. Korkmuştu, ona dokunan sıcak bir eldi; güçlü, şefkatli, rahatlatıcı. Ama aradığı güveni duymadan önce şaşırmış ve kaçma isteğiyle kendini iyice aşağı çekmişti. Başının üzerinde güzel ve tok bir sesin mırıldandığını duyduğunda şaşkınlığı daha da arttı. “Beni affedin, iyi misiniz?” Çevresinde dolanan, onu tedirgin edip özel hayatına müdahale eden, geleceğe dair asla bir yakınlaşma duymak istemediği erkeğin ipeksi bir şefkate sahip olduğunu hissediyordu.
Perişan haldeydi, teslim olup başını kaldırdı. Gördüğü yüz ince ve esmerdi, sert hatlara sahipti. Ama şefkatten yumuşamış görünüyordu. Ondan sadece birkaç yaş büyük olmalıydı; on sekiz ya da on dokuz. Belki de Thomas Claver kadardı. Koyu renk tenli, sivri çeneli ve oldukça zayıf görünen adam, ayağa kalkması için ellerini uzatırken ona dokunmamak için özen göstermişti. Bu onun ince bir nezakete sahip olduğunu kanıtlıyordu. Kendisini frenlemek ister gibi ellerini önünde birleştirmişti. İnce ve kısık gözleriyle ona bakarken şaşılacak derecede kibar görüyordu.
“Sadece dua ediyorum,” dedi. Vakur ve ciddi görünmeye çalışırken, dosdoğru onun yüzüne bakıp yalan söyleme cesaretini gösterdi. Ağlama nedeninin huşu içinde dua etmesinden kaynaklandığını ifade etmeye çalıştı, olamaz mıydı? Ama birden nasıl göründüğü aklına geldi, çok kötü olmalıydı. Mendiliyle silmeye çalıştığı ıslak yüzüne yapışan saçlarını düzeltti. Balon gibi şişip kızaran gözleri duanın yarattığı duygusallıktan dolayı ıslanmış olmaktan çok öteydi, büyük olasılıkla yüzünde pençe şeklinde kızarıklıklar oluşmuştu.
Adam gözünü ayırmadan bakmak dışında cevap vermedi. Yüzünde yeni ve ani gelişen durumlara karşı her zaman soğukkanlı davranmaya alışkın bir ifadenin yanı sıra soran bir ifade de vardı. Bu bakışlar karşısında hemen elini kaldırıp yanaklarını kurularken, hıçkırıklarına derhal son vermesi gerektiğini düşündü. Doğrulurken ıslak bir gülümsemeyle ona bakmaya çalıştı. Ayağa kalkmak için doğruldu. Üzerine abandığı kasları kadar içine gömüldüğü karanlığın da güçlü olduğunu hissediyordu. “Evet sadece dua ediyordum,” diye ilave ederek savunmaya geçti. “Ve herkes gibi ağlıyordum, hepsi bu.”
Adam gülümsedi, incecik dudakları bu sıradan gülümsemede bile çekici görünüyordu. Birden kendi dudaklarının da cevap vermek için kıvrıldığını hissetti. Dua sırasında yaptığı gibi ellerini yüzüne götürüp kendine çekidüzen verdi.
Oysa adamın görünüşü hakkında yorum yapmak gibi bir niyeti olmadığını anlamıştı. Isabel onun yanlış ya da nezaketsiz bir söz söyleyerek kötü duruma düşmek yerine susmayı tercih ettiğini düşündü. Sadece anlamlı bir gülümseme ve sakin duruşla gözlerinin içine bakmakla yetiniyordu. Kemerine bir kılıç asılı olduğunu fark etti, üzerinde de bir seyahat pelerini vardı. Bir grupta ya da nüfuzlu birinin ekibinde yer aldığını düşündü. Ama ciddi duruşu Isabel’i sırnaşık biri olmadığı yönünde cesaretlendirmişti, birazdan giderdi herhalde.
Ancak gitmedi. Onun mırıldanır gibi konuştuğunu duyuyordu. “Buraya dua etmek için geldiğimi unuttum,” dedi ve ona bir kez daha aynı şekilde gülümsedi. “Sizin gibi. Bazen sorunlarımız o kadar büyüktür ki, Tanrı’ya sığınıp onun yolundan gitmekten başka hiçbir şeyin acılarımızı hafıfletemeyeceğini düşünürüz. Ve bu… ” Birden durup ona baktı, Isabel onun derdine çare olamadığı için üzüldüğünü hissetti. “Ben de sizinle birlikte dua edebilir miyim?” dedi, fısıltılı ve yumuşak bir sesle.
Isabel ona baktı, bakışlarıyla onun yanında olmasından mutluluk duyacağını ifade etti. Adam seri bir hareketle yanına diz çöktü. Başını eğerek elleri arasına aldı ve gözlerini kapattı.
Isabel de gözlerini kapattı. Ellerini birleştirip dua pozisyonu aldı ama asıl yanında dua eden yabancının dudaklarından dökülen mırıltı şeklindeki sözleri duymak istiyordu. “Lordumuz Aziz İsa, Tanrı’nın oğlu, beni başıma gelecek belalardan, keder ve üzüntüden, düşmanlarımın komplolarından koruman ve kurtarman için buradayım.” Hem onun kadar güçlü bir imana sahip olmasından hem de onu rahatlatmasından dolayı Isabel hafiflediğini hissetti. “Onlara karşı beni koruduğun için bana kurdukları ya da kurmayı düşledikleri şeytani planları engellediğin için, Kral David’e karşı Absalom’u kışkırtan konsül Achitophel’in bile girişimlerini hiçe dönüştürdüğün için…”
Latince sözcükler mırıldanmaya devam eden sesi birden duyulmaz olmuş, sonunda derin bir sessizliğin içine gömülmüşlerdi. Gözünün ucuyla ona baktığında dudaklarının hâlâ kıpırdadığını ve yanağından gözyaşlarının süzüldüğünü gördü. Ağladığının farkında bile değildi. Kendini kaybetmişti.
Isabel onu seyretmeye devam etti. Çözüme varmış gibi görünüyordu. Çenesini sıkıyordu. Sonra birden hiç beklemediği bir anda kollarını indirip döndü ve Isabel’e baktı. O kadar hızlı hareket etmişti ki, Isabel gözlerini ondan kaçıracak vakit bulamamıştı. Mümkün olduğunca uzakta durduğu halde parlak bakışlarını üzerinde hissediyordu. Bedeni aniden kasıldı.
“Artık ikimiz de Tanrı’nın bize yardım edeceğine güvenebiliriz, öyle değil mi?” deyip güldü. Gülüşü biraz vahşiceydi, ardından birden neşelenip enerjik bir hal aldı. Kalktı ve tutması için elini uzattı. Isabel hiç düşünmeksizin elini tuttu ve sendeleyerek kalktı. Adamın eli sıcak ve kuruydu, parmakları güçlüydü. Ve birden kendini onunla birlikte yürürken buldu. Çok şaşırtıcıydı ama beraber geniş kemerli caddeye çıkmışlardı.
Isabel eve gitmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Etekleri rüzgârda dalgalanırken kendini beklenmedik bir maceranın içine düşmüş gibi hissetti. Beni kimse görmediği sürece sorun yok, diye düşündü. O yüzden yabancıya itaat ederek onu takip etti ve fazla uzak olmayan Aldersgate’deki salaş bir tavernaya geldiler. Pencerenin altındaki tahta masalardan birine oturdular. Henüz bilileri kalktığı için masa temiz değildi, üzerinde hâlâ kirli tabaklar duruyordu ve taburelerden birinin üzerinde de bir satranç tahtası vardı. Mekân sahibi geçerken kırmızı şarap ve soğuk et sipariş ettiler. Çok geçmeden içki kupaları ve kenarlarından yağlı domuz eti artıkları sarkmış tahta tabaklarla dolu bir tepsiyle garson kız yanlarına geldiğinde, adam bir an önce alması için dalgın bir halde üzerinde çentik izleri olan tahta masadakileri kenara doğru iteledi. Isabel taburesini temizlenen masaya doğru yaklaştırırken, birden bir yabancıyla yemek yeme cesareti gösterdiğini hatırlayıp soluğu kesilir gibi oldu. Yabancı onun rahatsız olduğunun farkına vardıysa, bunu saklamadan söyleyecek birine benziyordu. Onun kafasından geçen düşüncelerden dolayı kendi kendine gülümsediğini gören Isabel, taburesini iyice yaklaştırırken parmaklarını masadaki çentikler üzerinde dolaştıran adam yavaşça konuşmaya başladı. “Belki de yaşamımız boyunca bizi üzen şeyler düşündüğümüz kadar önemli değildir,” derken satranç tahtasındaki taşlardan birini alıp yerine yerleştirdi. “Ama kim olursak olalım, sonunda toprağın dibini boyladığımızda orada hepimiz eşitleneceğiz, öyle değil mi?” Adam deri satranç taşlarını yerlerine yerleştirirken Isabel sinirlerinin yatıştığını hissediyordu, az önceki halinden eser kalmamıştı. Bir kahkaha patlattı ve “Ama sorunlarımın çözülmesini ölene kadar beklemek istemiyorum,” diye cevap verdi, aynı uysal ses tonunun devam etmesini diliyordu. “Gerçi bir şekilde onların üstesinden geleceğimi umuyorum.”
Felsefe yapmasına gerek yoktu. Ne istediğinin, şu an neyle yüz yüze olduğunun farkındaydı. O sırada garson iki tahta tabağı önlerine koyup şaraplarını kupalarına doldurur doldurmaz Isabel içindeki her şeyi dökme ihtiyacı hissetmişti.
Ona savaş sırasında Guildhall’deki şehir konseyi toplantısında Kral Edward’ı York ordusuna karşı desteklemeleri yönünde büyük çaba sarf ettiği halde meclis üyelerini ikna etmekte başarısız olan, bu yüzden sinirlerine hâkim olamayarak belediye reisine bağırıp küfreden babasının ne yazık ki itibarını ve görevini kaybedişini anlattı. John Lambert, meclis üyesi olan tüccarların hepsinin ikiyüzlü olduğunu düşünüyor ve onların kralın baş rakibi olan Lancaster ordusuna destek verdiklerini biliyordu. Onlar on yıl sonra zorla geri getirildiği savaş meydanında, güya en yakın arkadaşı ol-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİpekler Kraliçesi
- Sayfa Sayısı580
- YazarVanora Bennett
- ÇevirmenZeynep Yeşiltuna
- ISBN9786053480020
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uyanmış ~ P. C. Cast - Kristin Cast
Uyanmış
P. C. Cast - Kristin Cast
Yıkımın eşiğindeki çaresiz bir genç kız, kalbinin kırılmaması için ne yapabilir? Karanlığın gözlerinizi bağladığı yerde, kalbinize güvenmekten başka çareniz yoktur. Arkadaşlığın sınırları nereye kadar...
- Oyun : Vadi – 1 ~ Krystyna Kuhn
Oyun : Vadi – 1
Krystyna Kuhn
Gizemli. Efsane dolu. Ve asla sırrını açmıyor. Hiç kimseye… Grace Koleji’nin yeni öğrencileri okula girişlerini kayıkhanedeki harika bir partiyle kutlarlar. Ama Julia ve arkadaşları...
- Çene Kemiği ~ Mónica Ojeda
Çene Kemiği
Mónica Ojeda
Gelecek vaat eden Latin Amerikalı yazarlar listesi Bogotá39’da ve Granta dergisinin İspanyolca yazan en başarılı 25 genç yazar listesinde yer alan Mónica Ojeda’nın tüm...