Tahtın sahibini ne savaşlar belirleyecekti ne de entrikalar…
Felek Çarkı dönecek ve kraliçeliğe onu seçecekti.
TUTKU. TEHLİKE. BÜYÜ.
Güller Savaşı sırasında, ateş hattında tehlikeli bir yolculuk yapan Bedford Düşesi Jacquetta’nın büyüleyici hikayesi eşliğinde,
bir ülkenin kaderinin değişimine tanıklık edeceksiniz.
Nehir tanrıçası Melusina’nın soyundan gelen Jacquetta, doğumundan itibaren geleceği görme yeteneğine sahipti. Çocuk yaşta amcasının evine yaptığı bir ziyarette, kendi gücünün tıpatıp benzerini, büyücülükle suçlanan genç mahkum Jeanne d’Arc’ta gördü. Birlikte tarot falı baktıkları sırada, Felek Çarkı kartının büyük sırrına ortak oldular. Ne yazık ki Jeanne’ın kaderinde, korkunç bir ölümle karşı karşıya kalmak vardı. Jacquetta, düş görmeye cüret eden bir kadını bekleyen tehlikelerle işte o zaman tanıştı. Kendini, hazır olmadığı bir evlilik, zamansız ayrılıklar ve amansız ölümlerle dolu çalkantılı bir hayatın içinde buldu Jacquetta. Yolu, Kral VI. Henry’nin sarayına düştüğünde, yeni kraliçenin sadık ve yakın arkadaşı olacak ve bir krallığın entrikalarında kaybolacaktı. Her şeye rağmen, kralı, kraliçesi ve kızı Elizabeth için savaşmaktan vazgeçmedi. Felek Çarkı, İngiltere tahtına hiç kimsenin beklemediği birini geçirecekti ve bu kişiyi sadece Jacquetta biliyordu.
Beyaz Kraliçe’nin annesinin hikayesi…
***
Aras Yakınlarındaki Beaurevoir Şatosu, Fransa
1430 Yaz-Kış
Savaş ganimeti kız, hücresinin derinliklerindeki küçük bir taburenin üzerine sinmişti. Küçük, uslu ve itaatkar bir çocuk gibiydi bu haliyle. Ayaklarının hemen yanında, samanların üscündeki kalaylı çanakta, akşam yemeğinin artıkları duruyordu. Amcam güzel bir et göndermiş olmalıydı. Hatta kendi masasından beyaz ekmek bile vermişti. Oysa bu kız hiçbir şey yememiş gibiydi. Onu seyrettiğimi fark ettim. Ayaklarındaki erkek binici çizmelerinden, kırpılmış saçlarını örten erkek kasketine kadar, vahşi, egzotik bir hayvan ya da Luxembourglu muhteşem aileyi eğlendirmek amacıyla Etiopya’dan gönderilmiş bir aslan gibi seyrediyordum onu. Arkamdaki bir hanım haç çıkarıp fısıldadı. “Cadı mıdır nedir?”
Bilmiyordum. Kim bilebilirdi ki?
“Bu çok saçma,” dedi Büyük Halam. “Zavallı kızın zincirlenmesine kim izin verdi? Hemen açın kapıları.”
Sorumluluğu birbirinin üstüne atmaya çalışan erkekler arasında bir fısıldanma oldu. Sonra birisi, hücre kapısının büyük kilidini açtı ve Büyük Halam içeri girdi. On altı, on yedi yaşında olmalıydı kız. Demek ki benden sadece birkaç yaş büyüktü. Büyük Halam önünde durduğunda ayağa kalktı, kasketini çıkardı, hafifçe eğildi.
“Ben, Luxembourg ailesinin büyük hanımı Leydi Jehanne,” dedi Büyük Halam. “Burası Luxembourglu Lord John’un şatosu.” Sonra sırayla bizleri tanıttı. “Bu hanım onun eşi, şatonun leydisi Bethuneli Jehanne ve büyük yeğenim Jacquetta.”
Kız hepimize teker teker baktı ve başını sallayarak selam verdi. Bana baktığında, enseme tüy kadar hafif bir parmağın değdiğini hissettim. Sihirli bir fısıltı duyar gibi oldum. Acaba onun iddia ettiği gibi bir melekle mi karşı karşıya bulunuyordum? Hissettiğim bir meleğin varlığı mıydı?
Kızın hiç ağzını açmadığını gören Büyük Halam, “Kızım konuşabiliyor musun?” diye sordu.
“Ah, evet leydim.” Champagne Bölgesi’nin ağır aksanıyla cevap verdi kız. Birden, hakkında söylenenlerin doğru olduğunu fark ettim. Bir orduya liderlik edip krala taç giydirmiş olmasına rağmen, basit bir köylü kızından başka bir şey değildi.
“Eğer ayaklarındaki bu zincirleri çıkartırsam, bana kaçmayacağına söz verir misin?”
Seçme hakkı varmış gibi tereddüt etti. “Hayır, veremem.
Büyük Halam gülümsedi. “Şartlı tahliye edileceğini biliyorsun, değil mi? Seni burada, yeğenimin şatosunda serbestçe yaşatabilirim ama sen de kaçmayacağına söz vermelisin.”
Kız kaşlarını çatıp başını çevirdi. Sanki bir öğüt dinliyor gibiydi. Sonra, “Şartları biliyorum,” dedi. “Bu şövalye yemini gibidir. Şartlı tahliyenin mızrak müsabakası gibi kuralları vardır. Ama ben şövalye değilim. Bu da yarış değil. Ben burada oyun oynam—”
Leydi Jehanne onun sözünü kesti. “Kızım, şartlı tahliye oyun değildir.”
Kız ona baktı. “Ama öyle leydim. Asil adamlar, konuları hiç ciddiye almıyor. Durmadan at binip iyi insanların tarlalarını mahvediyor, samandan yapılmış damlar yandığında kahkahalar atıyor. Ayrıca, ben hiçbir zaman söz veremem. Benim bağlı olduğum başka yeminler var.”
“Kendisine yanlışlıkla Fransa Kralı diyen adama ettiğin yeminler mi var?”
“Cennetin Kralı’na.”
Büyük Halam bir süre durup düşündü. “Zincirlerini çıkartmalarını ve başına nöbetçi dikmelerini söyleyeceğim. Böylece hem kaçamazsın, hem de gelip benim dairemde bizlerle birlikte oturabilirsin. Ülken ve prensin için yaptıkların takdire değer Jeanne, ama yanlış. Ve ben seni, kendi çatım altında zincirlere vurulmuş bir tutsak olarak görmek istemiyorum.”
“Yeğeninize beni serbest bırakmasını söyleyecek misiniz?” Büyük Halam tereddüt etti. “Ona emir veremem. Ama seni ülkene geri göndermek için elimden geleni yapacağım. Ne olursa olsun, seni İngilizlere teslim etmesine izin vermeyeceğim.”
Kız İngiliz kelimesini duyar duymaz ürpererek başını arkaya attı ve göğsünü dövercesine haç çıkardı. Elimde olmadan bu komik hareketine gülünce bakışlarını bana çevirdi.
“Onlar sadece insan,” diye açıklamaya çalıştım. “Bizler gibi birer ölümlü. Bir insandan daha fazla güce sahip değiller. Onlardan bu kadar korkman gerekmiyor. Adlarını duyar duymaz haç çıkarmana lüzum yok.”
“Onlardan korkmuyorum. Güçleri var diye onlardan korkacak kadar aptal değilim. Konu bu değil. Konu, onların benim gücümü öğrenmiş olmalari. O yüzden çok tehlikeliler. Benden deli gibi korkuyorlar ve beni ellerine geçirdikleri anda yok edebilirler. Korkum ondan.”
Büyük Halam, “Ben yaşadıkça, onların ellerine geçmeyeceksin,” diye kızı yatıştırdı ve Jeanne, ilk defa doğrudan bana baktı. Halamın verdiği teminatın doğruluğunu bana sorar gibi, bu içi boş garantiyi onaylamamı istermiş gibi bana baktı.
*
Büyük Halam, Jeanne’la birlikte olursak, onunla konuşursak, dini takıntılarını biraz törpülersek ve hatta onu eğitebilirsek, kızı genç bir hanım gibi giydirebileceğimize inanıyordu. Compiegne’de beyaz atıyla, kılıç sallayan savaşçı kız, nedimeler arasında oturup kilise çanlarının çalmasını değil, verilecek emri bekleyen bir hanımefendiye dönüşebilir, böylece belki de, İngilizlerin takibinden kurtulabilirdi ona göre. Belki de o zaman katil bir cadı olarak görmekten vazgeçeceklerdi onu. Eğer onlara itaatkar bir nedimeden başka verilecek bir şeyimiz olmazsa, kendi vahşi yollarına gider, bizi de rahat bırakırlardı.
Son olaylardan Jeanne’ın kendisi de bitkin düşmüştü. Başına taç koyduğu Kral’ın kutsal yağ ile kutsanamayacak kadar değersiz biri olduğu iddiası, peşinden koşan düşmanları ve Tanrı tarafından verildiği söylenen misyonu onu yormuştu. Askerleri tarafından hayran olunan bir liderdi, ama şimdi arkasına baktığında, bu güzel günleri yaratan koşulların belirsizleştiğini görüyordu. Büyük Halam’m kararlı ve dengeli iyiliği altında yeniden hiçbir özelliği olmayan sıradan bir köylü kızına dönüşmeye başlamıştı.
Büyük Halam’ın emrindeki bütün nedimeler, yenilgiyle biten bu macerayı tabii ki öğrenmek isteyeceklerdi. Bakire bir köylü kızından, genç bir hanımefendiye dönüşme aşamasında, ona soru sorma cesaretini buldular.
“Nasıl bu kadar cesur olabiliyorsun?” diye bağırdı biri. “Bu kadar cesur olmayı nasıl becerdin? Yani savaşta demek istiyorum.”
Jeanne bu soruya gülümsedi. Şato hendeğinin hemen yanında dört kız, çocuklar gibi tembel tembel çimenlere oturmuş konuşuyorduk. Sıcağın yarattığı puslu manzara göz kamaştırıyordu. Çiçeklerin üzerine sarhoş bir sessizlik çökmüştü. Arılar tembel tembel vızıldaşıyordu. En yüksek kulenin koyu gölgesine oturmayı tercih etmiştik. Tam arkamızda hendeğin cam gibi suyu köpürerek akıyordu.
Jeanne erkek çocukları gibi şapkasını gözlerinin üstüne indirerek oturmuş, bir elini de suya sokmuştu. Hemen yanımdaki sepette, Cambrai’deki fakir çocuklar için dikmeye başladığımız gömlekler vardı. Ama kızlar hiç iş yapmak istemiyordu. Jeanne da beceremiyordu zaten. O yüzden elimde Büyük Halam’ın çok değerli oyun kartlarını tutuyor, farkında olmadan desteyi kararak resimlerine bakıyordum.
Jeanne, “Tanrı tarafından çağırıldığıma inanıyorum,” dedi. “Ve o beni koruduğu için de korkmuyorum. Savaşın en zor anlarında bile. Tanrı bana yaralanacağımı ama hiç acı hissetmeyeceğimi söyledi. O yüzden savaşmaya devam edebileceğimi anladım. Hatta adamlarıma o gün yaralanacağımı haber verdim. Biliyordum. Daha savaşa girmeden yaralanacağımı biliyordum.”
“Gerçekten ses duyuyor musun?”
“Ya sen?”
Soru o kadar şok ediciydi ki, kızlar etrafıma toplaşıp yüzüme bakmaya başladı. Utanacak bir şey yapmışım gibi kızardığımı hissettim. “Hayır! Hayır!”
“O zaman niye böyle bir soru soruyorsun?”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu nedimelerden biri.
Sanki arkamdan bir balık sıçrayıp enseme değmiş gibi başımı çevirdim. “Ailemden birisi öleceği zaman bir ses duyuyorum,” dedim mırıldanarak. “Özel bir ses.”
Elizabeth adlı kız, “Ne tür bir ses?” diye sordu. “Böyle bir şey olduğunu bilmiyordum. Ben de duyabilir miyim?”
Rahatsız olmuştum. “Sen benim sülalemden değilsin,” dedim azarlayarak. “Tabii ki duyamazsın. Benin böyle bir… her neyse, bu konuda asla konuşmamamız gerekiyor. Ben size anlatmadım, siz de duymadınız.”
Jeanne ısrarla, “Ne tür bir ses?” diye sordu.
“Şarkı söyler gibi,” deyince kendisi de aynı sesi duyuyormuş gibi başını salladı. “Melusina’nın sesi olduğunu söylüyorlar. Luxembourg soyunun ilk hanımefendisiymiş,” diye fısıldadım. “İlk dükle evlenebilmek için nehirdeki yaşamını terk eden bir su tanrıçasıymış. Ama hiçbir zaman ölümlü bir kadın olamamış. Çocuklarının ölümüne ağlamak için her seferinde geri geldiği söylenir.”
“Peki onu ne zaman duydun?”
“Küçük kız kardeşimin öldüğü gece. Bir şey duydum. O anda bu sesin Melusina’ya ait olduğundan emindim.”
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diye fısıldadı başka bir nedime. Konuşmaların onu korkuttuğu belli oluyordu.
İçimi çekince, Jeanne, açıklanamayan gerçeklerle ilgili rahatsızlığı tanıyarak gülümsedi.
“Oluyorum işte. Sesini tanıyorum sanki. Hayatım boyunca tanıyormuş gibiyim.”
“Evet, doğru, duyduğun sesi tanıyorsun,” diye başını salladı Jeanne. “Ama bu sesin, Şeytan’dan değil de Tanrı’dan geldiğini nasıl anlıyorsun?”
Birden şaşırdım. Her türlü dini soruyu rahibimden veya en azından annemden ya da Büyük Halam’dan aldığım bilgilerle cevaplayabilirdim. Ama Melusina’nın şarkısı, ensemdeki bir ürperme, bazen görünen ve kaybolan, bir köşede yok oluveren gri ışık, unutulması mümkün olmayan rüyalar, geleceğe ait bir sezgi, hiçbir zaman tarif etmeyi başaramayacağım olaylardı ve konuşulamayacak kadar bilinmezlerle doluydu. Bunları kendim kelimelere dökemezken, kime neyi sorup öğrenebilirdim ki? Bir başkasının bunları adlandırmasına veya açıklamaya çalışmasına nasıl katlanabilirdim?
“Hiçbir zaman sorgulamadım,” dedim. “Çünkü ortada bir şey yok. Bir odaya girersin. Hiçbir şey görmez ya da duymazsın. Ama orada birisinin olduğuna eminsindir. Bunun gibi. Tanrı’dan veya Şeytan’dan gelen bir üstünlük olarak görmedim bunu. Ortada da sorgulanacak pek bir şey yok zaten.”
“Benim duyduğum sesler Tanrı’dan geliyor,” dedi Jeanne çok kesin bir ifâdeyle. “Bunu biliyorum. Öyle olmasaydı, şimdiye kadar çoktan ölmüştüm.”
Elizabeth çocukça, “Peki o zaman fal bakabilir misin?” diye sordu bana.
Parmaklarım kartların üzerindeydi. “Hayır,” dedim. “Ayrıca bu kartlar fal için değil oynamak için. Oyun kartı bunlar. Ben fal bakamam. Yapabilsem bile Büyük Halam izin vermez.”
“Hadi ama lütfen.”
“Bunlar oyun kartı. Ben geleceği göremem.”
“Hadi, benim için bir kart çek ve anlat,” diye ısrar etti Elizabeth. “Ayrıca Jeanne’a ne olacak? Ona da söyle. Herhalde bunu sen de bilmek istersin.”
“Bu kartları oynarız diye getirmiştim. Böyle bir şey yapamam,” dedim Jeanne’a bakarak.
“Gerçekten çok güzeller. Sarayda bana da öğretmişlerdi kart oynamayı. Ne kadar parlaklar.”
Desteyi ona uzattım. “Ama dikkat et,” dedim biraz da kıskançlıkla. “Bunlar çok değerli kartlar.”
Güzelim kartları çatlaklarla dolu, kaba elleriyle karıştırıp yere saçtı.
“Büyük hanımefendi bana küçük resimlerin anlamını ve kartların adlarını öğretmişti. Almama izin veriyor, çünkü oynamayı çok sevdiğimi biliyor.”
Jeanne hemen desteyi geri verdi. Fakat kartlardan biri ellerimizin arasından kayıp resmi alta gelecek şekilde çimenlerin üstüne düşüverdi.
“Ah afedersin,” diyen Jeanne kartı hemen aldı.
Bir fısıltı hissettim. Ensemde soğuk bir nefes, önümde uzanan çayır, ağaç gölgelerinde kuyruklarını sallayan inekler çok uzaklardaydı artık. Sadece Jeanne ve ben vardık. Bir kavanozun içindeki iki kelebek gibiydik. Başka bir dünyadaydım sanki. “Artık bakmak şart oldu,” dediğimi duydum.
Jeanne parlak boyalı resme bakınca, hafifçe gözlerini kıstı, sonra bana verdi. “Ne anlama geliyor?”
Tek ayağından baş aşağı asılmış, diğer bacağında kanca görünen, asılmış ayağındaki parmaklarını dans edermişçesine havaya dikmiş, mavi üniformalı bir adamın resmiydi.
“Asılan Adam,” dedi Elizabeth. “Ne kadar korkunç. Ne anlama geliyor bu kart? Ah olamaz…” dedi ve devam edemedi.
“Bu, asılacağın anlamına gelmiyor,” dedim Jeanne’a telaşla. “Böyle bir şey düşünme. Bu bir oyun kartı. Böyle anlamları olamaz.”
Diğer kız, “Ama bir anlamı olmalı!” diye ısrarla bağırdı. Oysa Jeanne, konuşulan kendi kaderi, kendi falı değilmiş gibi sessizdi.
Onun ciddi bakışları karşısında biraz zaman kazanmak için, “Bacakları iki ağacı temsil ediyor,” dedim. “Bu da bahar ve yenilenme demek, ölüm değil. Ayrıca adam dengede ve güvenli görünüyor. Görmüyor musun? Dans edermiş gibi gülümsüyor. Yeniden hayat bulmuş, yeniden canlanmış gibi.
Jeanne başını salladı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNehirlerin Kadını - Kuzenler Savaşı
- Sayfa Sayısı615
- YazarPhilippa Gregory
- ÇevirmenDemet Altınyeleklioğlu
- ISBN9786051420493
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cehenneme İniş Talimatnamesi ~ Doris Lessing
Cehenneme İniş Talimatnamesi
Doris Lessing
Cambridge Üniversitesi’nde Klasik Dönem Çalışmaları profesörü olan elli yaşındaki Charles Watkins, gece yarısı Waterloo Köprüsü yakınlarında sayıklar hâlde bulunur. Geçmişine ve kimliğine dair hiçbir...
- Babamın Yeri ~ Annie Ernaux
Babamın Yeri
Annie Ernaux
Ernaux’nun babası, kızı öğretmenlik sınavlarını verdikten iki ay sonra ölür. Yazar bu ölümün ardından, yetersiz eğitim görmüş, çocukluğundan beri değeri ancak kas gücüyle ölçülmüş...
- Hacı Murat ~ Lev N. Tolstoy
Hacı Murat
Lev N. Tolstoy
“Poltoraski, Voronsof’un yanına döneceği zaman arkadan bir atlı manganın kendisine yetişmek istediğini görmüştür. Durdu. Ve bu atlıları beklemeye başladı. Atlıların önünde başındaki kalpağa beyaz...