Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kara Kule 1 – Silahşor
Kara Kule 1 – Silahşor

Kara Kule 1 – Silahşor

Gönül Suveren, Stephen King

I Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi. Bütün çöllerin tapınağıydı burası. Gök kubbesinin altında her yana doğru sanki milyonlarca kilometre uzanan dev bir…

I

Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi.
Bütün çöllerin tapınağıydı burası. Gök kubbesinin altında her yana doğru sanki milyonlarca kilometre uzanan dev bir düzlük. Bembeyaz çöl. Gözleri kamaştırıyordu. Burada bir damla su bile yoktu. Çölün kendince bir özelliği olduğu söylenemezdi. Sadece ufukta hafif, beyaz sislere benzeyen dağlar yükseliyordu: Bir de şurada burada tatlı rüyalara, kâbuslara ve ölüme neden olan şeytanotu kümeleri görülmekteydi. Arada sırada karşılaşılan ve mezar taşlarını andıran levhalar yönü belirtiyordu. Çünkü kalın alkali tabakasını yaran bozuk patika bir zamanlar geniş bir şoseydi. Arabaların geçtikleri bir yol. Ama o günler çok gerilerde kalmıştı. Zaman ilerlemiş, dünya da boşalmıştı.

Silahşor sakin sakin ilerliyordu. Ne acele ediyor, ne de oyalanıyordu. Beline şişkin bir sucuğa benzeyen su tulumunu asmıştı. Hemen hemen doluydu tulum. Silahşor yıllar boyunca khef dönemlerinden geçmiş ve beşinci dereceye erişmişti. Yedinci ya da sekizinci dereceden olsaydı hiç susuzluk çekmeyecekti. Vücudunun su kaybetmesini tarafsızca, klinik bir ilgiyle izleyecek ve ancak mantığı «Gerekli,» dediği zaman gövdesinin içindeki karanlık oyuklar ve yarıkların su almalarını sağlayacaktı. Ama o beşinci derecedendi. Yedinci ya da sekizinciden değil. O yüzden susamıştı. Ama su içme gereğini de pek duymuyordu. Bütün bunlar onu belli belirsiz memnun ediyordu. Romantik bir durumdu bu.

Silahşor su tulumunun altına tabancalarını takmıştı. Ellerine çok uygun ağırlıkta, hassas dengeli silahlardı bunlar. Kasıklarının yukarısına, çaprazlamasına kesişen iki kemer takmıştı. Tabancaların kılıfları iyice yağlanmıştı. Bu korkunç güneşin bile onları çatlatması imkânsızdı. Tabancaların kabzaları sandal ağacı tahtasından yapılmıştı. Tahta ince dokulu ve sarıydı. Tabanca kılıflarını ham deriden şeritlerle bağlamıştı. Yürürken tabancalar kalçalarına çarpıyordu. Fişekliklere takılmış olan pirinç kartuşlar güneşte pırıldaklar gibi ışıldıyor, sanki göz kırpıyorlardı. Deri kılıflar hafifçe gıcırdıyordu. Ama tabancalar sessizdi. Az kan dökmemişlerdi, ama bu kısır çölde gürültüye gerek yoktu.
Silahşorun giysileri renksizdi. Ya da, «Yağmur veya toz renginde,» denebilirdi. Gömleğinin yakası açıktı. Elle açılmış deliklere geçirilmiş olan ham deriden şerit gevşekçe sallanıyordu. Ayağında streç blucin vardı.

Silahşor hafif meyilli bir tepeciğe tırmandı. Burada kum yoktu. Çöl iyice kurumuş killi topraktan oluşuyordu. Karanlık bastığı zaman çıkan sert rüzgâr bile ancak bulaşık kaplarını ovarak temizlemek için kullanılan sert deterjana benzeyen, can yakıcı bir toz kayırabiliyordu. Genç adam tepeye eriştiği zaman basılarak söndürülmüş küçük bir kamp ateşinin kalıntılarını gördü. Rüzgâr altı tarafındaydı. Güneşin en çabuk çekildiği yanda. Siyahlı adamın temelde bir insan olduğunu gösteren bu tür ufak tefek işaretler her zaman sevindiriyordu Silahşoru. Dudakları gerildi ve derisi soyulmuş, çukur çukur olmuş suratını hafif bir gülümseme aydınlattı. Silahşor çömeldi.

Şeytanotu yakmış tabii, diye düşündü. Bu çölde yanabilen bir tek o bitki var. Şeytanotu yağlımsı, donuk bir alev çıkararak yanıyordu. Ağır ağır. Sınırlarda yaşayanlar Silahşora, «Alevlerde bile şeytanlar yaşıyor…» demişlerdi. «Biz de bu bitkiyi yakıyoruz ama alevlere bakmamaya çalışıyoruz. Yoksa şeytanlar insanı hipnotize ediyorlar. Alevlere bakan bir kimseye işaret ediyor ve sonunda da onu ateşin içerisine çekiyorlar. Ondan sonra aptallık ederek alevlere bakan biri kendisinden önceki kurbanı görüyor.»

Yanmış otların üzerinde artık o tanıdık, çaprazlama işaretler vardı. Silahşor bitkileri parmaklarıyla itiştirirken gri küllere dönüşüverdiler. Ateşin kalıntıları arasında yanmış bir parça domuz sucuğundan başka bir şey yoktu. Silahşor düşünceli bir tavırla onu yedi.
Siyahlı adamı iki aydan beri bu çöllerde izliyordu. Bu sonsuz gibi gözüken, insanı çıldırtacak kadar tekdüze, cehenneme benzeyen topraklarda onu kovalıyordu. Ama bu ana kadar siyahlı adamın kamp ateşlerindeki işe yaramaz o işaretlerden başka bir iz bulamamıştı. Örneğin, bir teneke kutu, bir şişe ya da bir su tulumu. Oysa Silahşor geride öyle dört tulum bırakmıştı. Ölü yılan derileri gibi.

Belki de kamp ateşleri bir mesajdı. Harf harf açıklanıyordu. «Kaçmana bak,» ya da, «Son yaklaşıyor,» gibi bir şey. Hatta belki de, «Joe’nun Yerinde Yemek Ye,» türünden bir reklam. Ama bu önemli değildi.
Silahşor bu tür işaretlerden anlamıyordu. Ve bu ateşin kalıntıları da diğerleri gibi soğumuştu. Düşmanına daha yaklaşmış olduğunu seziyor, ama bu sonuca nasıl vardığını bilemiyordu. Bu da yine önemli sayılmazdı. Genç adam doğrularak ellerindeki külleri temizledi.
Burada başka hiçbir iz yoktu. Tabii insanın yüzünü ustura gibi kesen rüzgâr sert toprakta kalan hafif izleri de silip süpürmüştü. Silahşor o ana kadar kurbanının başka hiçbir izini bulamamıştı. Hiçbir şey bulamamıştı. Sadece o çok eski karayolunun kenarındaki bu külleri soğumuş kamp ateşi kalıntılarına rastlamıştı. Ona kafasının içindeki telemetre yardım ediyordu.

Genç adam yere oturdu ve su tulumundan bir yudum içti. Çölü bakışlarıyla taradı. Başını kaldırarak güneşe baktı. Şimdi ufka doğru kayıyordu. Ayağa kalkarak kemerine sıkıştırmış olduğu eldivenleri giydi. Ateş yakmak için şeytanotu toplamaya başladı. Bitkileri, siyahlı adamın ateşinden geride kalmış olan küllerin üzerine yerleştirdi. Bu acı bir alaydı. Ve Silahşor susuzluğunun romantik yanı gibi, bundan da hoşlanıyordu.

Ateş yakmak için çelik çakmağını hemen kullandı. Günün son kalıntıları altındaki toprakta kaçak bir sıcaklık ve batı ufkunda alaylı bir turuncu çizgi halini alıncaya kadar bekledi. Sabırla güneye, dağların bulunduğu yana doğru bakıyordu. Yeni bir kamp ateşinden dümdüz yükselecek önce bir dumanı göreceğini umduğu böyle bir şeyi beklediği yoktu. Sadece gözlüyordu. Çünkü bu da olayın bir parçasıydı. Ancak görünürde hiçbir şey yoktu. Silahşor, siyahlı adama daha yakındı. Ama eskiye kıyasla.Düşmanına alacakaranlıkta kamp ateşinden yükselen dumanı görecek kadar yaklaşmamıştı henüz.

Genç adam parçaladığı kuru otları tutuşturdu ve rüzgârın estiği yönün aksi tarafına geçerek yere uzandı. Böylece o hayallere neden olan duman bomboş topraklara doğru uçup gitti. Rüzgâr zaman zaman sert tozları kaldırarak devamlı esiyordu.Yukarıda gökyüzünde yıldızlar hiç göz kırpmıyorlardı. Her zaman vardı onlar. Milyonlarca güneş ve dünya. Başdöndürücü takım yıldızlar. Temel renklerin her tonunda soğuk ateşler. Silahşor seyrederken gökyüzü mordan siyaha dönüştü. Kayan bir yıldız gökyüzünde bir an görkemli bir kavis çizdi. Sonra da kayboldu. Şeytanotu yeni biçimler oluşturarak yanarken etrafa acayip gölgeler düştü. Bu biçimler anlamlı işaretler değildi. Ancak bu çaprazlama kesişen hatlar insanda belli belirsiz korkular uyandırıyorlardı.

Silahşor yakacağı bitkileri anlamlı değil, işe yarayacak bir biçimde yerleştirmişti. Siyahlar ve beyazlardan söz ediyordu bu. Yabancı otel odalarında çarpılmış kötü tabloları düzelten bir adamdan da. Ateş ağır ağır yanıyor, ışıltılı göbeğinde hayaletler dans ediyordu. Ama Silahşor onları görmüyordu artık. Çünkü uykuya dalmıştı. İki biçim, sanat ve ustalık, birbirlerine kaynamışlardı. Rüzgâr inliyordu. Arada sırada ters bir hava akımı dumanların dönerek ona doğru dalgalanmalarına neden oluyordu. Zaman zaman hafif bir duman yüzüne kadar geliyor, rüyaların oluşmasına yol açıyordu. Küçük bir kum taneciğinin istiridyenin içinde inci oluşmasına yol açtığı gibi. Silahşor arada sırada da rüzgârla birlikte inliyordu. Ama yıldızlar bu olaya karşı kayıtsızdılar. Savaşlara, çarmıha germelere ve yeniden canlanmalara karşı da kayıtsız oldukları gibi. Bu durum da genç adamın hoşuna giderdi herhalde.

II

Silahşor son dağın yamacından katırını çekiştirerek inmişti. Hayvanın gözleri sıcak yüzünden yuvalarından uğramıştı. Ölü bir katırın gözleriydi bunlar artık. Genç adam son kasabadan da üç hafta önce geçmişti. Ondan sonra o bomboş araba yolundan ilerlemiş, zaman zaman sınırda yaşayan insanların birbirlerine yaslanmış kerpiç kulübeleriyle karşılaşmıştı. Bu kulübeler şekillerini kaybederek ev halini almışlardı. İçlerinde cüzzamlılar ya da deliler yaşıyorlardı. Silahşora göre delilerle ahbaplık etmek daha iyi oluyordu. O kaçıklardan biri ona çelik bir Silva pusulası vermiş ve, «Bunu İsa’ya götür,» demişti.
Silahşor pusulayı ciddi bir tavırla alırken, İsa’yı görürsem kendisine veririm, diye düşünmüştü. Ama onunla karşılaşacağımı sanmıyorum.

Son kulübenin önünden geceli beş gün olmuştu. Artık önünde hiçbir köy olmadığını düşünmeye başlıyordu. Ama son aşınmış tepeyi de aşınca o tanıdık, çim kaplı alçak damı görmüştü.
Bu evde şaşılacak kadar genç bir adam oturuyordu. Hemen hemen beline kadar inen kızıl saçları vardı. Bir dizi sıska mısırın etrafındaki yabanotlarını çılgınca bir heyecanla ayıklıyordu.
Katır hırıltıyla karışık homurtuyu andıran bir ses çıkardı. Kerpiç evin sahibi hemen başını kaldırdı. Deli bakışlı mavi gözleri hemen Silahşoru yakaladı. Delikanlı iki elini birden kaldırarak genç adamı kısaca selamladı. Sonra da tekrar mısırların üzerine eğildi. Şimdi kulübesinin hemen yanındaki ikinci mısır dizisiyle ilgileniyordu. Kamburunu çıkarmıştı. Şeytanotlarını ve arada sırada güdük mısırları omzunun üzerinden fırlatıyordu. Doğruca çölden esen rüzgâr uzun saçlarını dalgalandırıp uçuruyordu. Artık rüzgâra engel olacak hiçbir şey yoktu.

Silahşor tepeden ağır ağır indi. Sırtındaki su tulumları sakırdayan katırın yularını çekiyordu. Cansız gibi gözüken mısır tarlasının yanında durdu. Ağzında tükrük oluşması için bir yudum su içti. Sonra da kupkuru toprağa tükürdü.«Ürünün yaşasın.»Delikanlı, «Sen de yaşa,» diye cevap vererek doğruldu. Sırtı kolaylıkla duyulacak bir biçimde çatırdadı. Silahşoru korkusuzca süzdü. Saçları ve sakalının arasından gözüken suratında o hastalığın izleri pek yokmuş gibiydi. Bakışları biraz delice olmasına karşın, aklı başında gözüküyordu.

Delikanlı, «Mısır ve fasulyeden başka bir şeyim yok,» dedi. «Ama fasulyeye karşılık senin de bir şeyler vermen gerekir. Fasulyeyi arada sırada bir adam getiriyor. Ama burada fazla kalmıyor.» Kahkaha attı. «Ruhlardan korkuyor.»
«Herhalde senin de hayalet olduğunu düşünüyor.»
«Herhalde.»

İkisi bir an sessizce birbirlerine baktılar.
Sonra delikanlı elini uzattı. «Adım Brown.»
Silahşor elini sıktı. Aynı anda evin çimen kaplı alçak damının tepesinde sıska bir kuzgun cırlak bir sesle öttü.
Delikanlı kuşu işaret etti. «Zoltan o.»
Kuzgun adını duyunca yeniden öttü ve Brown’a doğru uçtu. Delikanlının başına doğru inerek oraya tünedi. Pençelerini Brown’un karmakarışık saçlarına doladı.
Sonra da neşeyle, «Canın cehenneme!» diye bağırdı. «Senin canın da cehenneme, buraya gelirken bindiğin atın da canı cehenneme!»

Silahşor dostça bir tavırla başını salladı.
Kuzguna ilham gelmişti anlaşılan. Şiir okur gibi, «Fasulye, fasulye, müzikli ürün,» diye haykırdı. «Ne kadar fazla yersen, o kadar çok yellenirsin.»
«Bu sözleri kuşa sen mi öğrettin?»
Brown, «Galiba öğrenmek istediği sadece buydu,» dedi. «Ona bir keresinde İsa’nın Duası’nı ezberletmeye çalıştım.» Gözlerini bir an kulübeden ayırarak tekdüze uzanan tozlu düzlüğe doğru baktı. «Ama galiba burası ‘İsa’nın Duası’na göre bir yer değil. Sen Silahşorsun, değil mi?»
«Evet.» Silahşor yere çömelerek tütün kesesini çıkardı.

Zoltan, Brown’un kafasından havalandı. Kanat çırparak Silahşorun omzuna kondu.
«Herhalde öbür adamın peşindesin.»
«Evet.» Silahşor o kaçınılmaz soruyu sordu. «Buradan geceli ne kadar oldu?»
Brown omzunu silkti. «Bilmem ki… Burada zaman bir garip. İki haftadan daha fazla oldu sanırım. İki aydan daha az. Fasulyeci o adam buradan geçtikten sonra iki kez geldi. Aradan altı hafta geçti galiba. Ama herhalde yanılıyorum.»
Zoltan, «Ne kadar fazla yersen, o kadar çok yellenirsin,» dedi.
Silahşor, «Burada mola verdi mi?» diye sordu.
Brown başını salladı. «Yemeğe kaldı. Senin de yapacağın gibi. Onunla biraz sohbet ettik.»
Silahşor ayağa kalktı. Zoltan haykırarak dama uçtu. Genç adam vücudunu titreten tuhaf bir heyecan duyuyordu. «Nelerden söz etti?»

Brown tek kaşını kaldırarak Silahşora baktı. «Fazla bir şey söylemedi. ‘Burada hiç yağmur yağar mı?’ diye sordu. ‘Buraya geleli ne kadar oldu? Karını buraya mı gömdün?’ Daha çok ben konuştum: Oysa hiç de geveze değilimdir.» Bir an durdu. Şimdi sadece sert rüzgârın uğultusu duyuluyordu. «O büyücü değil mi?»
«Evet.»
Brown ağır ağır başını salladı. «Bunu anlamıştım. Ya sen?»
«Ben sıradan bir insanım.»
«Onu hiçbir zaman yakalayamayacaksın.»
«Yakalayacağım.»

İki adam birbirlerine baktılar. Birdenbire aralarında yoğun bir duygu akımı oldu. Delikanlı o tuzlu kupkuru toprakların üzerinde duruyordu. Silahşor ise çöle doğru inen yamaçta. Silahşor çakmak taşını çıkardı.
«Dur.» Brown cebinden kükürt başlı bir kibrit çıkararak altına kir dolmuş tırnağıyla çaktı. Silahşor sigarasını aleve doğru uzatarak bir nefes çekti.
«Sağol.»Delikanlı döndü. «Su tulumlarını doldurmak isteyeceksin sanırım. Kaynak geride, saçağın altında. Ben yemek hazırlayayım.»

Silahşor mısır dizilerinin üzerinden dikkatle atlayarak arka tarafa gitti. Kaynak elle kazılmış bir kuyunun dibindeydi. Kuyunun kenarlarına, toz gibi toprağın göçmemesi için taş örülmüştü. Genç adam durmadan sarsılan el merdiveninden inerken, bu taşları döşemek için en aşağı iki yıl çalışmış olmalı, diye düşündü. Taşları buraya kadar taşımış. Sürüklemiş. Duvar örmüş.
Su berraktı ama pek ağır fışkırıyordu. Tulumları doldurmak bir hayli zaman aldı. Silahşor ikinci tulumun ağzını kapattığı sırada Zoltan kuyunun kenarına tünedi.
«Senin canın da cehenneme. Buraya gelirken bindiğin atının da canı cehenneme.»

Silahşor şaşırarak başını kaldırdı. Kuyunun derinliği dört buçuk metre kadardı. Brown’un yukarıdan taş atarak kafasını ezmesi işten bile değildi. Ondan sonra her şeyini kolaylıkla çalabilirdi. Bir deli ya da hasta böyle bir şey yapardı. Ama Brown ne hastaydı, ne de deli. Fakat Silahşor delikanlıdan hoşlanmıştı. Bu yüzden bu fikri kafasından kovdu. Geri kalan tulumları doldurdu. İş olacağına varır, diyordu kendi kendine.
Kulübenin kapısından girerek basamaklardan indiği sırada Brown da sert tahtadan yapılmış bir spatulayla mısırları küçücük bir ateşten geri kalan korların arasına sokuyordu. Aslında bu izbe yer toprak düzeyinden daha aşağıdaydı. Gecenin serinliğinden yararlanılması ve serinliğin korunması için böyle yapılmıştı. Delikanlı boz bir battaniyenin iki ucuna eski tabaklar koymuştu. Fasulyenin suyu, ocağın yukarısına asılmış olan tencerede kaynamaya başlıyordu.

«Suyun parasını da ödeyeceğim.»
Brown başını kaldırmadı. «Su Tanrının bir armağanı. Fasulyeleri ise Doktor Baba getiriyor.»
Silahşor homurtuyu andıran bir sesle güldü. Yere oturup sırtını kaba duvara dayadı. Kollarını kavuşturarak gözlerini yumdu. Kısa bir süre sonra burnuna pişen mısırların kokusu geldi. Brown bir kâğıt dolusu kurufasulyeyi suya atarken bir tıkırtı oldu. Sanki çakıllar birbirlerine çarpıyorlarmış gibi. Arada sırada damda yürüyen Zoltan’ın ayak sesleri duyuluyordu. Tak tak tak! Silahşor çok yorgundu. Son geçtiği Tull köyünde olan o korkunç olaylardan sonra buraya varıncaya kadar günde on altı, bazen on sekiz saat yol almıştı. Son on iki gün de yürüyerek ilerlemek zorunda kalmıştı. Katır artık dayanacak halde değildi.
Tak tak tak.

Silahşor, Brown aradan iki hafta geçtiğini söyledi, diye düşündü. Ya da en fazla altı hafta. Tull’da takvimler vardı. Köylüler siyahlı adamı da hatırlıyorlardı. Çünkü oradan geçerken yaşlı bir adamı iyileştirmişti. O bitki yüzünden ölmekte olan bir adamı. Otuz beş yaşındaki bir ihtiyarı. Eğer Brown yanılmıyorsa siyahlı adam o günden beri fazla ilerleyememişti. Ama artık çöle geldim. Ve bu çölden geçmek cehenneme düşmekten farksız olacak.
Tak tak tak.

Silahşor kendi kendine, kanatlarını bana ödünç ver, kuş, dedi. O kanatları açar ve sıcak hava akımlarına kendimi bırakırım.
Sonra uyuyakaldı.

III

Brown, Silahşoru beş saat sonra uyandırdı. Hava kararmıştı. İçeriyi sadece küllenmiş korların kiraz rengi donuk ışıkları aydınlatıyordu.
Brown, «Katırın öldü,» diye haber verdi. «Ve yemek hazır.»
«Nasıl?»Brown omzunu silkti. «Kızarmış ve haşlanmış. Başka nasıl olacak? Fazla titiz insanlardan mısın sen?»
«Hayır. Ben katırı kastettim.»

«Düşüp öldü işte. Galiba yaşlıydı.» Brown bir an durdu, sonra da özür dilercesine ekledi. «Zoltan katırın gözlerini yedi.»«Ya?» Silahşor, bunu tahmin etmeliydim, diye düşündü. Sonra da, «Zararı yok,» dedi.
Masa görevi yapan battaniyenin başına geçtikleri zaman Brown, Silahşoru yine şaşırttı. Tanrıdan kısaca onları kutsamasını istedi. «Yağmur, sağlık, ruhumuzun gelişmesini lütfet.»
Brown sıcak üç mısırı önündeki tabağa koyarken Silahşor ona, «Ölümden sonra hayat olduğuna inanıyor musun?» diye sordu.
Brown başını salladı. «Evet. Bence ölümden sonraki hayat bu işte.»

IV

Fasulyeler birer kurşun gibiydi. Mısır da sertti. Dışarıda azgın rüzgâr toprak düzeyindeki saçakların etrafında homurdanıp inliyordu. Silahşor günlerdir açmış gibi mısır ve fasulyeyi çabucak yedi. O arada dört kap da su içti.

Yemeğin ortalarına doğru kapıdan makineli tüfek sesini andıran bir gürültü geldi. Brown kalkarak Zoltan’ı içeri aldı. Kuş odada uçtu, sonra da keyifsizce bir köşeye çekildi.
«Müzikli meyva,» diye homurdandı.

Silahşor yemekten sonra tütün kesesini Brown’a uzattı. İçin için de, şimdi, dedi. Sorular başlayacak.
Ama delikanlı hiçbir soru sormadı. Sigarasını tüttürürken gözlerini ocaktaki sönmek üzere olan korlara dikti. Kulübe farkedilecek kadar serinlemişti.

Zoltan birdenbire sanki vahiy gelmiş gibi, «Bizleri iğvalardan koru,» diye bağırdı.
Silahşor sanki biri kendisine ateş etmiş gibi irkildi. Birdenbire her şeyin hayal olduğuna karar verdi. Hepsi de hayaldi. Rüya değildi bunlar. Sadece büyülenmişti. Siyah elbiseli adam büyü yapmıştı. Ve şimdi ona insanı çıldırtacak kadar duygusuz bir biçimde, simgelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Birdenbire Brown’a, «Sen hiç Tull’dan geçtin mi?» diye sordu.

Brown başını salladı. «Evet. Buraya gelirken. Bir kere de Tull’a mısır satmak için gittim. O yıl yağmur yağdı. Hemen hemen on beş dakika kadar. Topraklar sanki ağızlarını açarak suları emdiler. Bir saat sonraysa her taraf yine kupkuru ve bembeyazdı. Ama mısır… Ah, Tanrım, mısır! Onların geliştiğini gözlerinle görebiliyor, büyüdüklerini kulaklarınla duyuyordun. Sanki yağmur onlara bir ağız sağlamıştı. Çıkan mutlu bir ses değildi. Sanki mısırlar iç çekerek, inleyerek topraktan çıkıyorlardı.» Bir an durdu. «Mısır fazla olduğu için bir kısmını götürüp sattım. Doktor Baba bana bu işi yapacağını söylemişti ama beni kazıklayacaktı. O yüzden kendim kalkıp Tull’a gittim.»

«O köyden hoşlanmıyor musun?»
«Evet. Hoşlanmıyorum.»
Silahşor birdenbire, «Beni az kalsın öldürüyorlardı orada,» diye açıkladı.
«Öyle mi?»
«Tanrının dokunduğunu sandıkları bir adamı öldürdüm. Ama aslında söyledikleri doğru değildi. Ona Tanrı değil, o siyahlı adam dokunmuştu.»
«Yani siyahlı adam sana tuzak kurmuştu, öyle mi?»
«Evet.»
Gölgelerin arasından birbirlerine baktılar. Sanki gerçeklerin açıklanacağı bir andı bu.
Silahşor, sorular şimdi başlayacak, diye düşündü.
Ama Brown’un söyleyecek bir sözü yoktu. Sigarası dumanları tüten bir izmarite dönüşmüştü. Silahşor kesesine elini vurduğu zaman delikanlı, «İstemem,» der gibi başını salladı.
Zoltan huzursuzca kımıldandı. Bir şeyler söyleyecekmiş gibiydi ama sonra vazgeçti.
Silahşor, «Sana bu olayı anlatabilir miyim?» diye sordu.
«Tabii.»

Hikâyesine başlamak için uygun sözler aradı ama bulamadı. Sonra, «Su dökmem gerekiyor,» diye mırıldandı.
Brown başını salladı. «Buranın suyu böyle yapar. Bu işi mısırların üzerine yapar mısın lütfen?»
«Tabii.»
Silahşor basamakları tırmanarak, karanlık geceye çıktı. Yukarıda yıldızlar çılgıncasına ışıldıyor, rüzgâr devamlı esiyordu. Genç adamın idrarı tozlu mısır tarlasına doğru bir kavis çizdi.
Beni buraya siyahlı adam yolladı, diye düşünüyordu. Belki de Brown o kara giysili adam. Belki de…
Silahşor bu fikirleri kafasından kovdu. Dayanmasını öğrenemediği tek şey çıldırması ihtimaliydi. Tekrar kulübeye döndü.

Brown ona alayla, «Sinirli bir yaratık olup olmadığıma hâlâ karar veremedin mi?» diye sordu.
Silahşor şaşırarak küçücük sahanlıkta durakladı. Sonra da ağır ağır aşağıya inerek yerine oturdu.
«Sana Tull’ı anlatıyordum…»
«Köy gelişiyor mu?»
«Tull öldü.» Bu sözleri bir an havada asılı kaldı sanki.

Brown yine başını salladı. «Çöl. Bence sonunda her şeyi boğacak. Bir zamanlar çölü aşan bir araba yolu olduğunu biliyor muydun?»
Silahşor gözlerini kapattı. Başı deli gibi dönüyordu. Boğuk boğuk, «Bana ilaç verdin…» diye homurdandı.
«Hayır. Ben hiçbir şey yapmadım.»
Silahşor gözlerini ihtiyatla araladı.
Brown, «Anlatacakların konusunda için rahat değil,» dedi. «Bunu ben senden istemeliyim. Öyle de yapacağım. Bana Tull’ı anlatır mısın?»

Silahşor kararsızca ağzını açtı. Ve bu kez sözcüklerin dilinin ucuna kadar gelmiş olduklarını farkederek şaşırdı. Önce ifadesiz bir sesle kesik kesik konuşmaya başladı. Ama sonra konuşması düzgünleşti. Artık biraz ifadesiz bir sesle ama rahatça anlatıyordu. O uyuşturulmuş gibi hali geçmişti. Şimdi garip bir heyecan duyuyordu. Gece geç saatlere kadar konuştu. Brown onun sözünü hiç kesmedi. Kuş da öyle.

V

Silahşor katırı Princetown’dan almıştı. Tull’a vardığı sırada hayvan hâlâ pek yorulmamıştı. Güneş bir saat kadar önce batmıştı. Ama yine de yoluna devam etmişti. Ona önce köyün gökyüzüne vuran ışıkları yol göstermişti. Sonra da gürültülü bir piyanoda çalınan «Hey Jude» şarkısı. Müzik inanılmayacak kadar kolaylıkla duyuluyordu. Diğer yollar ona bağlanırken şose iyice genişliyordu.
Ormanlar ortadan kalkalı çok olmuştu artık. Onların yerini o tekdüze ovalar almıştı. Bodur çalılar ve çayır otlarıyla kaplı sonsuz kasvetli kırlar, derme çatma kulübeler, içlerinde iblislerin dolaştıkları gölgeli köşkler. İnsanların terkettikleri ya da zorla götürüldükleri uğursuz görünüşlü, bomboş kulübeler. Karanlıkta titreşen bir tek ışığın yerini belirlediği, sınırda yaşayanlara özgü izbeler. Gündüzleri tarlalarda çalışan, akraba evlilikleri sonucu ortaya çıkmış suratsız insanlardan oluşan kabileler. Temel ürün mısırdı bu bölgede. Ama fasulye ve biraz bezelye de yetiştiriliyordu. Arada sırada sıska bir inek kabukları soyulmuş akçaağaç kütüklerinin arasından Silahşora aptal aptal bakıyordu. Genç adamın yanından dört defa arabalar gelip geçmişti. İki kez bu yönden, iki kez de karşı taraftan. Arabalar arkadan yaklaşarak yanından geçtiklerinde hemen hemen boştular. Ama kuzeydeki ormanlara doğru giderlerken daha dolu oluyorlardı.

Çirkin bir bölgeydi burası. Silahşor Princetown’dan ayrıldıktan sonra iki defa yağmur yağmıştı. İsteksizce. Çayır otları bile cılız ve sarımsıydı. Evet, burası çirkin bir yerdi. Silahşor siyahlı adamın izine bile rastlamamıştı. Belki de arabaya binmişti.
Yol ileride bir dönemeç yapıyordu. Silahşor katırı durdurarak aşağıya, Tull’a baktı. Köy yuvarlak, çanak biçimi bir çukura kurulmuştu. Ucuz bir montürü olan adi bir mücevher gibiydi. Köyde ışıklar vardı. Daha çok müzik sesinin geldiği taraftaydı bunlar. Köyde dört yol olduğu anlaşılıyordu. Bunlardan üçü ana yolu oluşturan şoseyle dik açılar yapıyorlardı.
Silahşor, belki köyde bir lokanta vardır, diye düşündü. Hiç sanmıyorum ama olabilir… Katıra dönerek dilini şaklattı.

Artık yolun kenarındaki evler daha sıklaşmaya başlamıştı. Ama çoğu yine de boştu. Silahşor küçücük bir mezarlığın önünden geçti. Çarpılmış, yosun tutmuş tahtalar yan yatmışlardı. Etraflarını şeytanotları sarmıştı. Yüz elli metre kadar ileride eski bir levha gördü, üzerinde TULL yazılıydı.
Yarı dalgaya düşmüş insanların seslerinden oluşan bir ahmaklar korosu «Hey Jude»un son uzun nakaratını söylerken Silahşor de köye girdi.«Naa-naa-naa-naa-na-na-na… hey, Jude…»

Ölü bir sesti bu. Çürümüş bir ağaç gövdesindeki kovukta dolaşan rüzgârın iniltisi gibi bir şey. Eğer Silahşor gürültülü, tıngırtılı piyanonun bayağı sesini duymasaydı, acaba siyahlı adam bu terkedilmiş köyü doldurmaları için hortlakları mı ayaklandırdı, diye düşünecekti. Bu fikir hafifçe gülmesine neden oldu.
Sokaklarda bazı insanlar dolaşıyorlardı; çok değil, sadece birkaç kişi. Denizci tipi bluzlar ve siyah pantolonlar giymiş üç kadın karşıdaki tahta kaldırımdan geçerken dönüp merakla Silahşora bakmadılar. Yüzleri, hemen hemen artık gözükmeyen gövdelerinin yukarısında gözleri olan iri, uçuk renkli beyzbol toplarına benziyordu. Başına hasır bir şapka geçirmiş olan bir ihtiyar kepenkleri kapatılmış bir bakkal dükkânının önündeki basamaklardan Silahşoru seyretmeye başladı. Geç gelen bir müşterisiyle ilgilenen sıska bir terzi bir an durarak yoldan geçen genç adamı süzdü. Hatta onu daha iyi görebilmek için vitrindeki lambayı havaya kaldırdı. Silahşor başıyla selam verdi. Ama ne terzi, ne de müşteri onun selamına karşılık verme zahmetine katlandı. Genç adam onların gözlerini kalçalarının üzerinden sarkan tabanca kılıflarına dikmiş olduklarının farkındaydı. Ancak on üç yaşlarında bir çocukla sevgilisi bir blok ötede karşıya geçerlerken bir an duraklar gibi oldular. Her adımda toz bulutları kalkıyor, bir süre dağılmıyorlardı. Yolun kenarındaki lambalardan ancak birkaçı sağlamdı. Ama camları donmuş gazyağı yüzünden iyice bulanıklaşmıştı. Camların çoğu kırılmıştı zaten. İleride bir ahır vardı. Herhalde ancak arabalar sayesinde ayakta durabiliyordu burası. Üç çocuk ahırın açık kapısının bir yanında bilye oynamak için tozların üzerine çizdikleri bir dairenin etrafında sessizce çömelmişlerdi. Mısır püskülünden yapılmış sigaralar içiyorlardı. Avluya uzun gölgeleri düşüyordu.

Silahşor katırını onların yanından geçirerek ahırın loş derinliklerine doğru baktı. İçeride kandil gibi tek bir lamba yanıyordu. Çok uzun boylu, tulumlu, sıska bir ihtiyar kuru çayır otlarını yukarıdaki samanlığa doğru atarken gölgesi sıçrayıp titreşiyordu.
Silahşor, «Hey!» diye seslendi.
Yaba durakladı ve seyis öfkeyle döndü. «E, ne olmuş?»
«Katırım var.»«Aferin sana.»

Silahşor düzgün basılmamış, ağır bir altın parayı bir fiskede yarı karanlık ahıra doğru fırlattı. Altın üzerlerine samanlar saçılmış olan eski tahtalara çarparak şıngırdadı.
Seyis ilerleyerek altını aldı. Gözlerini kısarak yan yan Silahşora baktı. Bakışları genç adamın silah kemerine kaydı ve ihtiyar ekşi bir suratla başını salladı.

«Katırın burada ne kadar kalacak?»
«Bir gece. Ya da iki. Belki de daha uzun bir süre.»
«Bende altının üstünü verecek para yok.»
«Ben üstünü istemedim ki.»
Seyis, «Kanlı para,» diye homurdandı.
«Ne?»
«Hiç hiç.» Seyis katırı yularından tutarak ahıra soktu.
Silahşor, «Hayvanı kurula!» diye seslendi.
Ama ihtiyar dönüp ona bakmadı.
Genç adam dairenin etrafına çömelmiş olan çocukların yanına gitti. Onlar bütün bu konuşmayı aşağılamayla karışık bir ilgiyle dinlemişlerdi.
Silahşor laf olsun diye sordu. «Nasıl gidiyor?»
Çocuklar cevap vermediler.
«Siz bu köyden misiniz?»Silahşora yine cevap veren olmadı.

Çocuklardan biri, dişlerinin arasına sıkıştırdığı mısır yaprağına sarılı çarpık sigarayı aldı. Yeşil kedi gözünden bir bilyeyi kaparak tozdaki dairenin ortasına attı. Bu başka bir bilyeye çarpıp onu dairenin dışına yuvarladı. Çocuk yine kedi gözünü alarak atışa hazırlandı.
Silahşor, «Bu köyde lokanta var mı?» dedi.
Çocuklardan biri, en küçükleri başını kaldırdı. Ağzının yanında koskocaman bir uçuk vardı. Ama bakışları hâlâ safçaydı. Silahşoru hem ona dokunan, hem de korkutan gizli bir merakla süzüyordu.
«Sheb’in Yerinde bir hamburger yiyebilirsin.»«Piyano çalınan yer mi orası?»

Çocuk, «Evet,» der gibi başını salladı ama başka bir şey söylemedi. Oyun arkadaşlarının bakışları kötüleşmişti. Gözlerinde düşmanca ifadeler vardı şimdi.
Silahşor elini şapkasının kenarına götürdü. «Sağol. Bu köyde konuşacak kadar zeki birinin bulunduğunu bilmek beni sevindirdi.»
Çocukların yanından geçti. Tahta kaldırıma çıkarak Sheb’in Yerine doğru yürümeye başladı. O sırada çocuklardan birinin aşağılama dolu, berrak sesini işitti. «Ot yiyici! Aşağılık köpek! Ot yiyici!» Bu ses hâlâ çocuksuydu.

Sheb’in Yeri’nin önünde üç gaz lambası alev alev yanıyordu. Bunlardan ikisi öne arkaya açılan çift kanatlı kapının yanlarına, biri de yukarısına çivilenmişti.
İçeride hep bir ağızdan söylenen «Hey Jude» şarkısı sona ermişti. Piyanist şimdi başka eski bir şarkıyı çalıyordu. İçeridekiler kesik mırıltılarla konuşuyorlardı.

Silahşor bir an dışarıda durup içeriye baktı. Yere talaş dökülmüştü. Çarpık bacaklı masaların yanlarına birer tükürük hokkası konmuştu. Bar bir çift ayağın üzerine yerleştirilmiş olan bir keresteden oluşuyordu. Gerisindeki bulanık aynadan piyanistin aksi gözüküyordu. Piyano taburesine oturmaya alışık olan kimseler gibi kamburunu çıkarmıştı. Piyanonun ön tahtası yoktu. O yüzden ellerini tuşlarda dolaştırırken tahta tokmakların yukarı kalkıp indikleri görülebiliyordu. Barın arkasında saman saçlı bir kadın bekliyordu. Arkasına kirli mavi bir elbise giymiş, bir askısı koptuğu için çengelli iğneyle tutturmuştu. Salonun dibinde altı kadar köylü vardı. İçki içiyor ve cansızca «Beni İzle» oynuyorlardı. Altı kadar kişi piyanonun etrafında duruyordu, dört beş kişi de barın önündeydi. Kır saçları karmakarışık yaşlı bir adam kapının yakınındaki bir masada uyuyordu.
Silahşor içeri girdi.

Herkes dönerek ona ve silahlarına baktı, içeriye bir anda derin bir sessizlik çöktü. Sadece bir şeyin farkında olmayan piyanist tuşlara basmayı sürdürdü. Sonra kadın tezgâhın üzerini sildi. Ve her şey normale döndü.
Köşedeki oyunculardan biri, «Beni izleyin,» diyerek karşısındakinin önünde duran üç kupanın yanına dört maçayı dizdi. Kaybeden adam küfrederek parayı uzattı. İskambiller toplandı. Karıştırıldı ve tekrar dağıtıldı.
Silahşor bara yaklaştı. «Hamburger var mı?» diye sordu.«Tabii.»

Kadın genç adamın gözlerinin içine baktı. Belki bu işe başladığı sırada güzeldi ama şimdi yüzü yumru yumruydu. Ve alnında kıpkırmızı bir yara izi helezonlar çiziyordu. Kadın yaranın üzerine bol bol pudra sürmüş ama izi gizleyememişti. Tersine yaraya dikkati çekiyordu.
«Ben de öyle düşünmüştüm. Bana üç hamburger ve bir bira ver.»
Salondaki hava yine usulca değişti. Üç hamburger! Ağızlar sulandı. Diller adeta ihtirasla tükürükleri emdiler. Üç hamburger!

«Beş kâğıt eder. Birayla birlikte yani.»
Silahşor tezgâha bir altın bıraktı.
Bütün gözler parayı izlediler.
Barın gerisindeki, aynanın solunda dumanları tüten bir kömür mangalı duruyordu. Kadın gerideki küçük odaya girerek gözden kayboldu. Sonra elinde, bir kâğıdın üzerine koyduğu etle döndü. Kıymayı bölerek üç köfte yaptı ve ateşin üzerine dizdi. Mangaldan yükselen koku insanı çıldırtacak gibiydi. Silahşor duygusuz bir umursamazlıkla orada bekliyordu. Piyanistin yanlış tuşlara bastığının, kâğıt oyununun ağırlaştığının ve barın önündekilerin kendisine yan gözle baktıklarının hayal meyal farkındaydı.
Biri arkadan tam kendisine yaklaşacağı sırada Silahşor onu aynadan gördü. Köylünün kafası hemen hemen kabaktı. Elini, kemerine bir kılıf gibi takılmış olan kocaman bir av bıçağının sapına dolamıştı.
Silahşor usulca, «Gidip yerine otur,» dedi.

Adam durakladı. Farkına varmadan üst dudağı yukarı kalktı. Tıpkı bir köpeğinki gibi. Ani bir sessizlik oldu. Sonra köylü dönüp masasına gitti. Ve salonun havası yine normale döndü.
Kadın Silahşorun birasını büyük çatlak bir bardağa koydu. Sonra da aksi aksi, «Altının üstünü verecek param yok,» diye söylendi.

«Paranın üstünü vermeni beklemiyordum ki.»
Kadın sanki bu zenginlik gösterisi onun yararına olmasına rağmen yine de kızmış gibi başını salladı. Ama genç adamın altınını aldı. Bir dakika sonra hamburgerleri bulanıklaşmış bir tabağa koyarak uzattı. Köftelerin kenarları hâlâ kırmızıydı.
«Tuz var mı?»Kadın tezgâhın altından aldığı tuzluğu uzattı. «Ekmek?»
«İstemem.» Silahşor kadının paradan söz ederken yalan söylediğini biliyordu ama onu zorlamak niyetinde değildi.
Kabak kafalı adam zehirli bakışlarla onu süzüyordu. Tahtaları oyulup çatlamış masaya bıraktığı ellerini yumruk yapıyor, sonra parmaklarını gevşetiyordu. Burun kanatları düzgün aralıklarla kabarıyordu.
Silahşor sakin sakin, adeta nezaketle hamburgerlerini yemeye başladı. Eti çatalıyla parçalayıp lokmaları ağzına götürüyor, bu sığıra başka nelerin katıldığını düşünmemeye çalışıyordu.
Yemeğini bitirirken bir bira daha istemeye ve bir sigara sarmaya hazırlandı. Aynı anda bir el omzunu kavradı.

Silahşor birdenbire salonun yine sessizleşmiş olduğunu farketti. Döndü ve içeriye girdiği zaman kapının yanında uyuyan adamla burun buruna geldi. Korkunç bir surattı onunki. Pis pis şeytanotu kokuyor, sanki ondan zehirli bir hava yayılıyordu. Gözleri lanetlenmiş insanlarınki gibiydi. Gören ama yine de göremeyen bir insanın yuvalarından uğramış, sabit bakışlı gözleri. Bu gözler içe, bilinçaltının pis kokulu bataklıklarından yükselen, çığrından çıkmış, kontrol altına alınamayan rüyaların oluşturduğu kısır bir cehenneme dikilmişlerdi.

Tezgâhın arkasındaki kadın hafifçe inledi.
Adamın çatlamış dudakları kıpırdandı, aralandı. Yosunlu, yeşil dişleri ortaya çıktı.
Silahşor, artık şeytanotunu sigara gibi bile içmiyor, diye düşündü. Çiğniyor. Gerçekten çiğniyor.
Bu düşünceyi hemen bir başkası izledi. Ölü o. Bir yıl önce ölmüş olması gerekirdi.
Bir başka düşünce diğerini takip etti. Siyahlı adam.

İki adam birbirlerine baktılar. Silahşor ve çılgınlık sınırını aşmış olan Tull’lı.
Köylü konuşmaya başladı. Silahşor onun kendisine «Soylu Dili»yle hitap ettiğini duyunca çok şaşırdı.
«Lütfet de bir altın ver, Silahşor. Sadece bir altın vermez misin? Güzel bir şey için?»
«Soylu Dili.» Silahşorun kafası bir an bu düşünceyi incelemek istemedi. Yıllar oldu. Tanrım. Yüzyıllar. Binlerce yıl. Artık hiç kimse Soylu Dilini konuşmuyor. Bu dili bilenlerin sonuncusu benim. Sonuncu Silahşor. Diğerleri…

Elini uyuşmuş gibi göğüs cebine sokarak bir altın çıkardı. Tull’lı etleri yarılmış, kabuk kabuk olmuş elini uzatarak altını aldı. Parayı okşadı. Gaz lambalarının yağlı ışığını yansıtması için yukarı kaldırdı. Altın o gururlu, uygar ışıltılarını çıkararak parıldadı. Altınımsı. Kızılımsı. Kanımsı ışıltıyla.
«Ahhh…» Bir sözcüğe benzemeyen, zevk dolu bir sesti bu. Yaşlı adam sendeleyerek döndü ve masasına doğru gitti. Altını gözlerinin hizasına kaldırmış çeviriyor, ışıldatıyordu.

Salon hızla boşalıyor, kapının iki kanadı bir öne bir arkaya açılıp kapanıyordu. Piyanist piyanonun kapağını çarparak kapattı ve ancak opera komiklerde görülecek uzun adımlarla diğerlerini izledi.
Kadın onun arkasından, «Sheb!» diye bağırdı. Sesinde şirretlikle korku garip bir biçimde birbirine karışmıştı. «Sheb, buraya gel! Kahretsin!»

O arada yaşlı adam masasına dönmüştü. Altını kırık masada çevirdi. Yarı ölü, yarı canlı gözlerinde boş bir ilgiyle parayı seyretti. Altını ikinci defa döndürdü. Sonra üçüncü defa. Gözkapakları ağırlaştı. Daha altının dönüşleri sona ermeden başını tahtaya dayadı.
Kadın öfkeyle, «İşte olan oldu,» dedi. «Müşterilerimi kaçırdın. Memnun musun?»

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKara Kule 1 - Silahşor
  • Sayfa Sayısı271
  • YazarStephen King
  • ÇevirmenGönül Suveren
  • ISBN9754051518
  • Boyutlar, Kapak13,54x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviAltın Kitaplar / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çağrı ~ Stephen KingÇağrı

    Çağrı

    Stephen King

    John Smith Geçirdiği ağır kazadan lanetli bir güçle uyanır. Geleceği görme yeteneğine sahip olmuştur. Ve insanlığı bekleyen korkunç kaderi görür… John Smith paten kaymayı...

  2. Maça Kızı ~ Stephen KingMaça Kızı

    Maça Kızı

    Stephen King

    SARI GİYSİLİ ALÇAK ADAMLAR BİR ÇOCUKLA ANNESİ. BOBBY’NİN DOĞUM GÜNÜ. YENİ KİRACI. ZAMAN VE YABANCILAR HAKKINDA. Bobby Garfield’in babası yirmili yaşlarında saçları dökülmeye başlayan, kırk beşine...

  3. Gece Yarısını 2 Geçe ~ Stephen KingGece Yarısını 2 Geçe

    Gece Yarısını 2 Geçe

    Stephen King

    1 Brian Engle tam 10.14’te American Pride Şirketine ait uçağı 22 numaralı kapının önünde durdurdu. Üzerinde, «Lütfen Kemerlerinizi Bağlayınız,» yazılı panonun ışıklarını söndürdü. Şimdiye...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Paris ve Londra’da Beş Parasız ~ George OrwellParis ve Londra’da Beş Parasız

    Paris ve Londra’da Beş Parasız

    George Orwell

    Bir gün Paris’in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra’ya atmasıyla sona erer ama Londra’da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir.

  2. Rosie Black Günlükleri – Yaratılış ~ Lara MorganRosie Black Günlükleri – Yaratılış

    Rosie Black Günlükleri – Yaratılış

    Lara Morgan

    Beş yüz yıl sonra, geleceğin dünyası... Erime adındaki çevresel felaket sonucunda Newperth şehri üç sınıfa bölünmüştür: Merkez'de yaşayan varlıklılar, Kıyı'da yaşayan yoksullar ve şehrin sınırlarında yaşayan Vahşiler.Rosie Black, Kıyı'da yaşamaktadır ve bulduğu sıradışı bir kutunun ölümcül sonuçlar doğuracağından habersizdir. Gizemli bir örgüt bu kutunun peşindedir ve ona ulaşmak için insanları öldürmekten çekinmemektedir.

  3. Senden Önce Ben ~ Jojo MoyesSenden Önce Ben

    Senden Önce Ben

    Jojo Moyes

    Birbirlerine aşktan başka verecek hiçbir şeyleri yoktu… Yaşamın ince detayları Lou’dan sorulur. Otobüs durağıyla ev arasında kaç adım var? Çalıştığı kafeye gelip gidenler nasıl...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur