Beşinci Dağ, İlyas Peygamber’in romanlaştırtmış öyküsü. İÖ 870 yılında İsrail’den ve bu ülkenin korkunç kraliçesi Yezavel’den kaçıp Fenike’ye sığınan İlyas, İsrail’e yeniden dönebilmesi için Tanrı’nın izin vereceği günü beklerken, ona kucak açan, evinde ağırlayan dul kadına oğluna büyük bir tutkuyla bağlanır. Ne var ki, Asurların saldırısıyla yerle bir olan Akbar kentinde, sevdiği, ama bir türlü açılamadığı bu güzel kadın yıkıntılar altında kalarak ölür. İlyas, ona verdiği sözü yerine getirmek için, Akbarlılara önderlik eder, yerle bir olmuş kentin yeniden kurulmasını sağlar. Tanrı’nın çağrısı üzerine, sevdiği kadının, sonradan kenti yönetecek olan oğlunu orada bırakıp İsrail’e döner. Paulo Coelho’ya göre, yaşamımızda karşılaştığımız engellerin, acıların, hüzünlerin hepsi, erince, mutluluğa açılan birer kapıdır. Buna ulaşmanın giziyse ‘hiçbir zaman vazgeçmemektir’. Yazdığı kitaplarla bugüne kadar dünyanın dört bir yanında milyonlarca okuruyla buluşan Paulo Coelho, sıcak anlatımıyla bir kez daha büyülüyor okurlarını.
***
YAZARIN NOTU
Simyacı adlı kitabımın temel savı, Kral Melkisedek’in Çoban Santiago’ya söylediği bir cümleyle özetlenebilir: “Bir şeyi gönülden istediğin zaman, isteğini gerçekleştirmeni sağlamak için tüm evren sana elbirliği ile yardımcı olur.”
Bu söze tüm varlığımla inanıyorum. Bu arada, kendi yazgımızı yaşama edimi, algılama yetimizin çok üstünde bir dizi aşama içerir, bunların amacı, bizi Kişisel Yazgımıza sürekli döndürmek – ya da kişisel destanımızı, kişisel tarihimizi oluşturacak o yazgının gerçekleşmesi için bize gerekli dersleri vermektir. Bu düşünceyi, sanırım, kendi yaşamımdan bir dönemi anlatırsam daha iyi açıklamış olacağım.
12 Ağustos 1979 gecesi yatağıma yattığımda kafamda tek ve kesin bir gerçek vardı: Otuz yaşında, plak prodüktörlüğü kariyerimin doruğundaydım. CBS’nin Brezilya’ daki sanat direktörü olarak, plak şirketlerinin patronlarıyla bir araya gelmek üzere ABD’ye davet edilmiştim ve bana o alanda tüm düşündüklerimi gerçekleştirebilmem için kuşkusuz en iyi olanakları sunacaklardı. Kafamın içindeki büyük düşü -yazar olmak- bir kenara koymuştum tabii, ama bunun ne önemi vardı? Sonuçta, gerçek yaşam benim düşlediğimden çok farklıydı; Brezilya’da edebiyatla geçinmenin hiç olanağı yoktu.
O gece, bir karar aldım ve düşlediğim şeyden vazgeçtim: Kendimi yaşam koşullarına uydurmam, karşıma çıkan fırsatları değerlendirmem gerekiyordu. Kalbim bu kararıma karşı çıkacak olursa, ne zaman istersem şarkı sözü yazarak, ara sıra gazetelerden birine bir yazı göndererek onu her zaman kandırabilirdim. Bununla birlikte, yaşamımın başka bir yola girdiğinden, bu yeni yolun daha az heyecan verici olmayacağından da emindim: Çok uluslu müzik şirketlerinde beni bekleyen bir gelecek vardı.
Sabah uyandığımda, genel müdürden bir telefon aldım: O güne kadar yaptığım hizmetlerden dolayı bana teşekkür ediyorlardı; başka hiçbir açıklama yapmadılar. Sonraki iki yıl boyunca çalmadığım kapı kalmadı: müzik alanında kendime bir iş bulamadım.
Beşinci Dağ bitirdiğimde, yaşamımın o dönemini anımsadım – yaşamımdaki ‘kaçınılmaz olan’ın öteki belirtilerini de. Ne zaman duruma kesinlikle egemen olduğumu düşünsem, bir olay oluyor ve beni başarısız kılıyordu. Bunun nedenini kendi kendime sordum. Bitiş çizgisine her zaman yaklaşacak, ama hiçbir zaman göğüsle- yemeyecektim. Bu muydu benim yazgım? Tanrı, ufuktaki palmiye ağaçlarını gösterip beni çölün ortasında susuzluktan öldürecek kadar acımasız olabilir miydi?
Bunun açıklamasının bambaşka bir yerde olduğunu çok sonra anladım. Yaşamımızda yer alan bazı olayların amacı, bizi Kişisel Yazgımızın özgün yoluna yeniden döndürmekti. Başka olaylar da, o zamana kadar tüm öğrendiklerimizi uygulamamızı sağlamak için ortaya çıkıyordu. Bazı olaylar da bize bir şeyler öğretmek için başımıza geliyordu.
Le Pölerin de Compostelle adlı kitabımda, bu öğrendiklerimizin bizi ille de acıya, üzüntüye boğması gerekmediğini göstermek istemiştim; disiplin ve dikkat yeterliydi. Bu anlayışı kendi yaşamımda önemli bir lütuf haline getirmiş olmama, dolayısıyla da tüm disiplinime ve tüm dikkatime karşın, yaşamda geçtiğim bazı zor anları anlamayı başaramadım.
Anlattığım anekdot bunlara bir örnektir: O dönemde iyi bir profesyoneldim, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordum ve kafamda, bugün bile iyi olduklarına hâlâ inandığım düşünceler vardı. Ne var ki kaçınılmaz olan, kendime en çok güvendiğim, kendimden en fazla emin olduğum anda ortaya çıktı. Bu deneyimin yalnızca benim başımdan geçmediğini düşünüyorum; kaçınılmaz olan, yeryüzünde yaşamış tüm insanların yaşamında ortaya çıkmıştır. Kimimiz kendimizi toparladık, kimimiz de ipin ucunu bıraktık – ama tragedyanın kanadı hepimize şöyle bir dokunup geçti.
Neden, peki? Bu sorunun cevabını bulmak amacıyla, Akbar’ın gündüzlerinde ve gecelerinde bana yol göstermesi için İlyas Peygamber’in peşine takıldım.
PAULO COELHO
“Ve İsa dedi: Gerçek size derim: Hiç bir peygamber kendi memleketinde makbul değildir. Lâkin doğrusu size derim ki, İlyanın günlerinde İsrailde bir çok dul kadınlar vardı; gök üç yıl altı ay kapandığı, ve bütün memlekette büyük bir kıtlık olduğu vakit, İlya onlardan hiç birine gönderilmedi; yalnız Sayda diyarında Sareptaya, bir dul kadına gönderildi.”
Luka, 4,24-26
ÖNDEYİŞ
İÖ 870 yılının başında, Fenike adıyla bilinen, İsraillilerin Lübnan adını verdikleri bir ülkenin halkı, yaklaşık üç yüz yıl sürmüş barış dönemini kutluyordu. Bu ülkenin halkı bununla gurur duymakta çok haklıydı: Siyaset alanında çok güçlü olmadıklarından, savaşlarla sürekli yakılıp yıkılan bir dünyada yaşamlarını sürdürebilmenin tek çaresi olarak, çevrelerinde kıskançlık yaratan bir ticaret etkinliğine ulaşmayı kendilerine hedef seçmişlerdi. İÖ 1000 yılları dolayında, İsrail Kralı Süleyman ile kurdukları bağlaşıklık sayesinde ticaret filolarını modernleştirmişler, ticaret alanlarını genişletmeyi başarmışlardı. O dönemden başlayarak da Fenike sürekli olarak gelişmişti.
Denizcileri daha o zamandan Ispanya’ya ve Atlantik Okyanusu’nun yıkadığı kıyılara ulaşmıştı. Bazı varsayımlara göre -ki bunların gerçekliği kanıtlanmamıştır- Atlantik’in kuzeydoğusunda ve Brezilya’nın güneyinde onlardan kalma yazıtlar bulunmaktadır. Cam üretiyor, sedir ağacı, silah, demir ve fildişi ticareti yapıyorlardı. Sayda, Tir ve Biblos gibi büyük kentlerde yaşayanlar, sayıları biliyor, gökbilimle ilgili hesaplar yapabiliyor, şarap yapmasını biliyor ve iki yüzyıldır, Yunanlıların alfabe adını verdikleri harfler bütününü yazı yazmak için kullanıyorlardı.
İÖ 870 yılının başında, İsrail’deki Galaad bölgesindeki bir ahıra saklanmış olan iki kişi, birkaç saat sonra gelecek olan ölümü bekliyordu.
“Beni şimdi düşmanlarımın eline teslim eden bir tanrıya hizmet ettim, dedi İlyas.
Tanrı Tanrıdır, diye cevapladı Levili peygamber. Musa’ya, Kendisinin iyi ya da kötü olduğunu söylemedi, yalnızca ‘Ben, BEN OLANIM‘ dedi. Güneşin altında var olan her şey O’dur – evi yerle bir eden yıldırım ve onu yeniden kuran insanın eli.”
Karşılıklı konuşmak, korkuyu uzaklaştırmanın tek yoluydu; askerler er ya da geç ahırın kapısını açacak, onları orada bulacak ve yapabilecekleri tek seçimi onlara dayatacaktı. Fenike Tanrısı Ba’al’e tapınmayı kabul edecek ya da öleceklerdi. Evleri tek tek arıyor, buldukları peygamberleri Ba’al’e tapınmaya razı ediyor ya da Öldürüyorlardı.
Levili belki din değiştirir, böylelikle ölümden kurtulurdu. Ne var ki İlyas için bir seçim söz konusu değildi: Başına gelen her şey kendi hatasıydı ve Yezavel, öyle ya da böyle, onun başını istiyordu.
“Beni Kral Ahab’a, İsrail halkı Ba’al’e tapınmayı sürdürdükçe yağmur yağmayacağı konusunda onu uyarmam için gönderen Tanrı’nın bir meleğiydi,” diye açıkladı, meleğin sözlerini dinlemiş olduğu için neredeyse özür diliyormuşçasına. “Ne var ki Tanrı elini çabuk tutmuyor; kuraklık etkisini göstermeye başladığında, Prenses Yezavel, Tanrı’ya sadık kalanların hepsini ortadan kaldırmış olacak.”
Levili, suskunluğunu korudu. Ba’al’e inanması mı, yoksa Tanrı adına ölmesi mi gerektiğini kendi kendine soruyordu.
“Tanrı kim, diye sözünü sürdürdü İlyas. Peygamberlerimizin inancına sadık kalan insanlarımızı öldüren askerin elindeki kılıcı tutan O mu? İnsanlarımızın başına bunca kötülükler gelsin diye, ülkemizin tahtına yabancı bir prensesi oturtan O mu? Sadık olanları, masumları, Musa’nın yasalarına uyanları Tanrı mı öldürüyor?”
Levili, kararını verdi: Ölmeyi yeğ tutuyordu. Bunun üzerine, gülmeye başladı, çünkü ölüm düşüncesi artık onu korkutmuyordu. Genç peygambere dönüp onu sakinleştirmeye çalıştı:
“Mademki O’nun kararlarından kuşku duyuyorsun, Tanrı’ya kim olduğunu sor. Bana gelince, ben kendi yazgımı kabullendim.
Tanrı, bizim acımasızca kıyımdan geçirilmemizi istemiş olamaz, diye üsteledi İlyas.
Tanrı her şeyi yapabilir. Yalnızca bizim iyi olarak nitelediğimiz şeyleri yapsaydı, O’nun her şeye kadir olduğunu söyleyemezdik; o durumda, evrenin yalnızca bir bölümüne egemen olurdu ve O’ndan daha güçlü, O’nu gözetleyen ve yaptıklarını yargılayan bir başka varlık daha olurdu. Böyle olunca da ben, daha güçlü olan o ‘bir başka varlığa’ tapınırdım.
Mademki her şeye kadir, O’nu sevenleri neden acılardan uzak tutmuyor? Kendi düşmanlarına zafer ve güç kazandırmak yerine, neden bizi kurtarmıyor?
Bunu bilmiyorum, dedi Levili. Ama bunun bir nedeni olması gerek ve ben bunu yakında öğreneceğimi umuyorum.
Görüyorum ki, bu soruya verecek bir cevabın yok.
Hayır.”
İkisi de suskun kaldı. İlyas soğuk terler döküyordu.
“Sen korkuyorsun. Oysa ben yazgımı kabullendim,
diye yorumladı Levili. Dışarı çıkıp bu can çekişmeye son vereceğim. Dışarıdan kulağıma ulaşan her çığlıkta, kendi saatim geldiğinde başıma geleceği düşünerek acı çekiyorum. Buraya kapandığımızdan beri en az yüz kez öldüm, oysa tek bir kez ölebilirdim. Mademki öldürüleceğim, bari en kısa sürede olup bitsin o iş.”
Haklıydı. İlyas da aynı çığlıkları duymuş ve dayanma gücünün üzerinde bir acıyla kıvranmıştı.
“Ben de seninle geliyorum. Fazladan yaşayacağım birkaç saat için çaba harcamaktan bıktım.”
Ayağa kalkıp ahırın kapısını açtı; güneşin ışıklan, içerde saklanan iki insanın üzerine vurdu.
Levili onu kolundan tuttu ve birlikte yürümeye başladılar. Kulaklarına gelen birkaç çığlık dışında, benzeri başka kentlerde yaşanan günlük yaşamın burada da yaşandığı söylenebilirdi – çok yakıcı bir güneş, uzaklardaki okyanustan gelen ve havayı dayanılır kılan serin bir rüzgâr, tozlu yollar, samanla karıştırılmış kerpiç evler.
“Ruhlarımız ölüm dehşetine tutsak düştü, oysa dışarıda güzel bir gün var, dedi Levili. Çoğu zaman, kendimi Tanrı ve dünya ile huzur içinde hissettiğim zamanlarda, sıcaklık bana dayanılmaz geliyordu, çöl rüzgârı gözlerimi kumla dolduruyor, iki adım ötesini göremiyordum. Tanrı’nın düşüncesi, bizim ne olduğumuzla ve ne düşündüğümüzle her zaman bağdaşmaz; ama ben, O’nun bütün bunları yapmakta bir nedeninin var olduğundan eminim.
İnancına hayranlık duyuyorum.”
Levili, düşünüyormuş gibi, göğe baktı. Sonra İlyas’a döndü;
“Hayranlık duyma, çok inançlı olduğumu da sanma: Ben, kendimle iddiaya girdim. Tann’nın var olduğunu iddia ediyorum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeşinci Dağ
- Sayfa Sayısı232
- YazarPaulo Coelho
- ÇevirmenAykut Derman
- ISBN9789750737091
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oz ~ Adam Fawer
Oz
Adam Fawer
Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi ona inandığım için esas deli ben miyim diye...
- Başkasının Ayakkabısı ~ Jojo Moyes
Başkasının Ayakkabısı
Jojo Moyes
Spor salonunda birbirini hiç tanımayan, ayrı dünyaların insanı iki kadının çantaları karışırsa ne olur? Kadınlardan ilki Nisha’nın göz kamaştırıcı bir yaşantısı vardı; lüks içinde...
- Uğultulu Tepeler ~ Emily Bronte
Uğultulu Tepeler
Emily Bronte
Uğultulu Tepeler, ilk yayımlandığında, dönemin en saygın edebiyat dergisi Quarterly Review’da “onulmaz biçimde canavarca”, “isyan ettirecek” nitelikte bir roman olarak değerlendirilmişti. Bugün ise, edebiyat...