Dokunaklı, komik ve Bommarito kız kardeşlerinin nefis dev top kekleri kadar karşı koyulmaz olan Rüzgârla Gelen, aile ile affetme, anneler ile kızları ve en değerli şeylere hâlâ sımsıkı tutunurken ileri bakma bilgeliğini edinme hakkında bir roman.
Bommarito kız kardeşlerin annesi River’ın açık kalp ameliyatı olması gerekmektedir. Aile pastanesini işletmeleri, erkek kardeşleri ve rahatsız olan büyükannelerine bakmaları için onlara evde ihtiyaç vardır.
Ama eve dönüş, sırları ve Bommarito’ların gömülü tutmayı tercih ettikleri acıları Isabelle’in kaçışı ve erkeklerle yaşadığı ilişkileri, Janie’nin obsesif kompulsif rahatsızlığı ve Cecilia’nın kendine zarar veren öfkesii açığa çıkarmaya başlar. Henry’ye göz kulak olmak ve iş yapmayan pastanelerini kurtarmak için birlikte çalışan Isabelle ve kız kardeşleri, varlığından hiç haberdar olmadıkları sorulara yanıtlar, çocukluk yaralarını sarmak için beklenmedik yollar ve mutluluk konusunda şaşırtıcı yeni şanslar yakalama cesaretini bulmaya başlar.
“Lamb zarafeti, mizahı ve affediciliği kesinlikle karşı koyulamaz biçimde anlatıyor.”
Publishers Weekly
***
1
Sutyenimi yakmam gerekecekti.
Tangamı da.
Kendimi buna mecbur hissetmem talihsizlikti, çünkü sutyenlerim ve iç çamaşırlarım konusunda titizim. Çocukluğumun büyük bir kısmını yoksulluk içinde, eski püskü iç çamaşırları, çengelli iğneler ya da ataçlarla tutturulmuş, yıpranmış sutyenler giyerek geçirdiğim için şimdi sadece gerçekten zarif şeyler giymek konusunda kararlıyım.
“Yan sutyen, yan,” diye fısıldadım, sabahın altın ışıkları kendimi görebileceğim şekilde beni aydınlatırken. “Yan tanga, yan.” Yanımda, beyaz çarşaflarımın, beyaz yorganımın altında, beyaz yastıklarımın arasında sere serpe yatan adamı inceledim. Kaslı, bronz tenliydi. Uzunca gür siyah saçları vardı ve tıraş olması lazımdı.
Çok nazik davranmıştı.
Kırmızı saplı çakmağı kullanacaktım!
Alevin sutyenin iki tarafından da ateşten bir yılan gibi kıvrılarak ilerlemesini, tangamı buruşturarak, ağını kara ve gevrek bir hale getirmesini gözümde canlandırdım.
Çok güzel.
Gerindim. Kahverengi, ince saç örgülerimi yüzümden çektim, el yordamıyla yatağın altını araştırıp Kahlúa şişemi buldum.
Yağmur pencerelere çarparken birkaç yudum aldıktan sonra, dışarı bakmak için çatı katımın ahşap zemini üzerinde çıplak bir şekilde yürüdüm. Burada, Portland’ın merkezinde bulunan diğer kutu gibi binalar ile gösterişli gökdelenler, bulanık, ıslak demir ve cam yığınları gibi görünüyordu.
Bana, karşıdaki şirket binasındaki insanların, pencereyi açıp dışarı sarktığımda beni görebildikleri ve ben çıplakken bunun büyük bir kargaşaya sebep olduğu söylenmişti ama bunu kafama takamıyordum. Bu benim pencerem, benim havam, benim deliliğim. Benim çıplaklığım.
Ayrıca, dün o pembe mektubun gelmesinden sonra, nefes almaya ihtiyacım vardı. Kaçmaya çalıştığım geçmişim ve kaçmak istediğim geleceğim hakkında düşünmeme sebep olmuştu.
Pencereyi açtım. İyice dışarı uzandım ve yağmur saç örgülerimde dans edip, uçlarındaki boncukların üzerinden, sonra omuzlarımdan ve göğüslerimden minik dereler halinde süzülürken gözlerimi kapattım.
“Çıplağım ben,” diye bilgilendirdim kendimi. “Çıplağım ve aklım pek başımda değil.”
Mektubun yapmamı söylediği şeyi yapmak istemiyordum.
Hayır, bu imkânsızdı.
Yağmuru kucaklıyormuşum gibi kollarımı tamamen dışarı uzattım, Kahlúa şişesi de elimdeydi, kendimi inceledim. Dik göğüslerim, ince bir belim ve göbek deliğimde bir piercing vardı. Damlalar meme uçlarımdan tedirgince düşüyordu birer birer; saf, berrak ve soğuktular. Yüksek sesle şöyle dedim: “Meme uçlarım soğuk. Çok soğuk.”
Sırılsıklam olduktan sonra, ofis binasındaki vızıldayan, meşgul, sıkıcı işçi arıların zevk aldıklarını, neşelendiklerini umarak gülümsedim ve iki elimle birden el salladım. Zevke ve neşeye ihtiyaçları vardı.
“Zihinleriniz ölüyor! Ruhlarınız çürüyor! Çıkın oradan!” Kahlúa şişesini ağzıma götürdüm, ardından bağırdım. “Kendinizi özgür bırakın! Kendinizi özgür bırakın!”
Bu sabahki yaratıcı çıkışımdan tatmin olmuş bir şekilde mutfağıma yürüdüm ve elimi mutfak tezgâhımın siyah granit yüzeyi üzerinde gezdirdikten sonra üzerine tırmanarak insan şeklindeki bir pasta gibi dümdüz uzandım; vücudum yağmur suyu yüzünden kaygandı ve ayaklarım kenardan aşağı sarkıyordu.
Tezgâhın arkasındaki duvara yaslanmış olan pembe mektuba baktım. Mektubun üzerinde onun çiçeksi, limoni parfümünün kokusunu alabiliyordum. Boğulmak gibi kokuyordu.
Çığlık atmak yok, dedim kendime. Çığlık atmak yok.
Aniden kafamın içinde Cecilia’yı hissettim. Gözlerimi kapattım. Sefil bir ümitsizlik ve korku hissettim. Kemiklerimi çatlatan bir bitkinlik de.
Telefon çaldı; nefesim kesildi.
Cecilia’ydı. Bunu biliyordum.
Aramızda bu türden şeyler o kadar çok olmuştu ki, ikizlerle ilgili bir ucube gösterisinde sergilenebilirdik. Bir hafta önce beynimde onun ağladığını duyduğumda onu aramıştım. O kadar gürültücü olduğunu düşünemezdim bile. Ona ulaştığımda, beklediğim gibi, bir dolapta saklanıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Sessiz ol,” demiştim ona.
“Kes sesini, Isabelle!” demişti tükürükler saçarak. “Kes sesini!”
Çift yumurta ikiziyiz ve akıl almaz zihinsel bağımız küçükken başladı. Üç yaşındayken, Cecilia’yı bir köpek ısırmıştı. Köpek doğrudan boğazına saldırmış. O ön bahçemizdeymiş, bense annemle bakkaldaydım. Tam olarak onun ısırıldığı anda haykırmaya ve bıçaklanmış gibi hissederek boynumu tutmaya başlamıştım. Yere düşmüş ve kendimden geçene kadar çılgınca debelenmiştim. Annem, şeytanın ruhuma saldırdığını düşünmüş; bunu sonraları söylemişti bana.
Başka bir örnek: İki yıl önce, ben Hindistan’da, dünyanın en fakir insanlarıyla kaynayan sefil bir köyde çalışırken karnım yanmaya ve şişmeye başladı. Tavuklarla dolu bir at arabasında şehre gitmek zorunda kaldım. Cecilia’nın acilen apandisit ameliyatı olması gerekmişti.
Tuhaf bir örnek daha: Bağdat’ın Amerika tarafından bombalanmasını fotoğrafladığım bir zaman, kurşunlar vızır vızır geçerken beton bir bariyerin arkasına atlamıştım. Bir kurşun bacağımı sıyırmıştı. Cecilia’nın cep telefonuma gelen mesajı çıldırmış gibiydi. Bacağını kımıldatamadığı için öldüğümü sanmıştı.
Garip. Korkutucu. Gerçek.
Yüzümü ellerimle kapadım. Telefona cevap vermeden, telesekreter devreye girene dek bekledim. Onun sesini duydum. Bir eğitim çavuşuyla Cruella De Vil*’in karışımını düşünün.
“Telefonu aç, Isabelle.”
Kıpırdamadım.
“Orada olduğunu biliyorum,” diye suçladı şimdiden kızgın olan Cecilia/Cruella. Cecilia/Cruella neredeyse her zaman kızgındır. Biz çocukken, ateşlenmeye hazır bir silah ve orman görüntüleriyle dolu o korkunç geceden sonra böyle olmuştu.
Başımı hafifçe tezgâha vurdum. “Burada değilim,” diye mırıldandım.
“Hem de dinliyorsun, değil mi?” Her zamanki sabırsızlığını duydum.
Verdiğim nefesle tezgâhta sıcak, dairesel bir buhar oluşturarak başımı salladım. “Hayır,” dedim. “Hayır, dinlemiyorum.”
“Kahretsin, Isabelle! Aklının başında olmadığını, üzgün olduğunu ve bundan kaçmak için bir Afrika köyüne ya da bir kabile adasına yolculuk planladığını biliyorum ama işe yaramayacak. Beni duyuyorsun, kahretsin. Unut bunu.”
Bir buhar dairesi daha üfledim. Burnumdan, sıvı elmasa benzer bir yağmur damlası şıp diye düştü. “Çok fazla lanet okuyorsun ve üzgün değilim,” dedim çok sessizce. “Neden üzgün olayım ki? Onun dediğini yapmayacağım. Yaparsam onun yanında ezileceğim ve mantıklı olan aniden mantıksız görünecek. Bayan Depresyon gelip başıma yerleşecek. Bunların hiçbirini istemiyorum.” Düşüncesi bile beni ürpertti.
“Ve korkuyorsun. Korkunu hissedebiliyorum,” diye suçladı. “Bunu saklayamazsın.”
“Artık korku duymuyorum,” dedim hâlâ ürpererek. “Duymuyorum.”
“Sana ne olduğu hakkında da konuşacağız, Isabelle. Bunu sır olarak saklayabileceğini sanma,” diye ısrar etti, sanki normal bir konuşma yapıyormuşuz gibi. “Ben gerçekten sinirlenmeden lanet olası telefonu aç.”
————
* Dodie Smith’in “Yüz Bir Dalmaçyalı” romanındaki kötü karakter. (Çev.)
“Rüzgârla Gelen” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRüzgârla Gelen
- Sayfa Sayısı440
- YazarCathy Lamb
- ÇevirmenÖznur Gezer
- ISBN9786055358136
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / Eylül 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Suçluyorum ~ Émile Zola
Suçluyorum
Émile Zola
19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da, Yahudi bir subayın, Yüzbaşı Alfred Dreyfus’ün haksız yere casuslukla suçlanmasıyla patlak veren Dreyfus Davası, yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık...
- Otuzların Kadını ~ Tomris Uyar
Otuzların Kadını
Tomris Uyar
Kalabalık bir çarşıda, kızgın güneşin altında kalmış bir kedi yavrusu kadar çaresizim. Geçmişi silinmiş birini anlatmak zorundayım. Yeni çaresizliğim ondan. Ertelenmiş bir ceza olsa...
- 17. Roman ~ Dag Solstad
17. Roman
Dag Solstad
7. Roman Dag Solstad’nın ‘On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ı, kahramanı Bjørn Hansen’in Büyük Ret adını verdiği planını uygulamaya koymasıyla ve çevresindeki herkese oynadığı...
Bu büyük macerayı başlatan küçük pembe bir zarftı, açılmayan. Yıllar önce ailesinden uzaklaşmış iki kız kardeşin bir daha asla geri dönmeyeceklerini söyleyip bir telefon ile kendilerini kasabada bulmaları, kendileri ve geçmişleri ile yüzleşmeleri.. Onları bir araya getiren şey ise annelerinin ameliyatı ve otistik kardeşlerinin aynı zamanda ise kendini kaybetmiş anneannelerinin ortada kaldığı fikriydi.
Yıllar önce babaları tarafından terk edilen üç kız kardeş annelerinin de sevgisinden mahrumdular çünkü anneleri babaları gittikten sonra çocuklarını geçindirmek için bazı kötü yollara başvurmuştu ve bu yüzden kızlarının kendinden iğreneceğini düşünüp kendini geri çekmişti. İlgilendiği tek kişi ise otistik oğluydu.
Her hikâyede olduğu gibi kötü karakterleri tabi ki bu hikâyede de görebiliyoruz. Birkaç tane sokak serserisi Henry i kaçırıp işkence ettikten sonra Henry’nin tahlil sonuçlarında çıkan tek şey darp izleri değil aynı zamanda lösemi olduğuydu. Aile daha henüz bunun şokunu atlatmamışken, geçmişten biri, babaları, ailesine geri dönmüştü.
Üç kız kardeş babalarına geçmişin hesabını soracakken erkek kardeşlerinin ne kadar mutlu olduğunu görmeleri onları engellemişti. İnsanlarla ilişkisi çok iyi olan Henry saçları dökülmeye başladığında kendini odaya kilitlemişti. Aile bu durumdan o kadar etkilenmişti ki önce kız kardeşler saçlarını kestiler sonra babaları daha sonra ise anneleri. Aileyi bu şekilde gören kasaba insanlarının ertesi gün kiliseye saçlarını kesip gelmeleri ise gerçekten çok etkileyiciydi.
Gün geçtikçe durumu kötüleşen Henry, aslında ölüme ne kadar yakın olduğunu biliyordu. Kardeşlerine üzülmemeleri gerektiğini her rüzgâr çıktığında onların saçlarını dağıtacağını söylemişti. Çok geçmeden Henry hayata gözlerini yummuştu. Aile Henry’nin ölümüne daha alışamamışken anneannelerini kaybetmişlerdi.
Hayatta bazı zamanlar oluyor kim olduğumuzu ve neler yaptığımızı sorgulamaktan vazgeçip yolumuza devam ettiğimiz. Yaşanan olaylar kimi zaman bizi çok farklı yaşamlara sürüklese bile acılar bir aileyi birleştirmek için yeterli güce sahip olabiliyorlar. Affetmek nedir sorusuna tam olarak cevap veremeyen her insanın okuması gereken bir kitap rüzgârla gelen.