Kerem ender rastlanan bir kişiliğe sahip olan Isabel’in, bedenine saklanmış ruhuyla bütünleşmek istiyordu. İlk planda muhteşem güzelliğiyle etkilenilmemesi mümkün olmayan ve uzaklardan gelen Isabel, Kerem için artık tarifi imkânsız bir anlam taşımaya başlamıştı. Bu adeta iç dünyaların savaşıydı hatta bir anlamda insan ruhunun inişli çıkışlı halleriyle birlikte, çözülmesi çok zor olan bir sırrın, roman kahramanlarına oynadığı oyun gibiydi.
Necdet Akkan, benim yıllanmış “okur dostlarım”dan… Hayatını kazanmak için yıllarca ticaret yapan ama mutluluğu hep kaleminde bulan; sonunda da “yazı sevdası” için hayata sıfırdan başlamayı göze alabilen kahramanlardan…
Elinizde tuttuğunuz roman için yıllarca emek verdiğinin en yakın tanığıyım. Çünkü bu romanın “ilk okuru”yum. Eleştiriye hoşgörülü, uyarıya açık bu sevgili kardeşimin dünyaya bakışı net…
Büyük bir sevda ve günümüz insanının ilişkiler labirentinde oradan oraya savruluşu var bu kitapta… Yani; siz varsınız…
Nefesinizi tutun ve içinizden birinin tamamen amatörce çıktığı bu yolculuğa tanıklık edin!
Mustafa Mutlu
(Vatan Gazetesi Yazarı)
***
Birinci Bölüm
•
HAYVANAT BAHÇESİ
O bana bakıyordu, ben de ona.
2001 yılının ilkbaharı ‘Hoşça kal, gidiyorum ama üzülme, sana yaz mevsimini bırakıyorum’ der gibiydi. Hatırlıyorum aynadaki yüzümü, gülümsüyordu bana boş boş…
Başlayan gün çok güzel bir hava durumunu gösteriyordu. Güneş kendinin sahip olmadığı geceleri “hep aydınlık ve alev halindeyim, sırasıyla yansıyorum sizlere ve ben de gecelerinizi özlüyorum” der gibiydi sanki. Bunalmıştım mutlu olmam gerekirken. Pes etmeyecektim, öyle söz vermiştim kendime. Güzel günler çok uzak olsalar da, gelecekti mutlaka. Yapmış olduğum seçim ve yürüyeceğim yol zordu, bunu biliyordum.
Gün tatil günü değildi. Fakat sebebini anlayamadığım bir duyguyla kendime ait, giyimle ilgili ürünlerin, kıyafetlerin satıldığı işyerime gitmek hiç içimden gelmiyordu. Hâlbuki uzun süredir tatil günlerinde de işe gidiyordum. Görüp gezmem konusunda ısrar eden bir arkadaşımın sözleri geldi aklıma. Gitsem mi, yoksa vaz mı geçsem diye bocalarken, bazen tekdüze yol aldığını hissettiğim yaşamımın da etkisi ve değişik bir ortamda bulunabilirim umuduyla ünlü hayvanat bahçesinin önünde buldum kendimi.
Gezi turuyla gelmiş, içinde yabancı ülke konuklarının da bulunduğu gruba sorun olmayacağını öğrendikten sonra ben de katıldım. Fakat içim ferahlar, biraz kendime gelirim diye ne zaman değişiklik arasam, uzun aralıklarla da olsa isteyerek veya tesadüfen içinde bulunduğum ortamla uyum sağlayamama durumu yaşıyordum. Çok seyrek başıma gelen bu olayları şimdi olduğu gibi, her ne kadar üstünde durmayıp, ‘unuturum gider’ desem de sanki büyük bir tehlikenin habercisi gibi hissetmem her yanımı sarsıyordu. Aynı zamanda bu sarsılmam nadiren ortaya çıkan böyle çıkışlarım karşısında, iyimser, kötümser ayrımı da yapmıyordu. Bana tuhaf gelen ise, güzel düşüncelerim niçin bir tehlike habercisi gibi şekilleniyordu beynimde? Gerçek yalnızlığın verdiği yoğun duyguların savaşı olsa gerek, diye düşünmekten de alıkoyamıyordum kendimi. Ama yılmayacaktım…
“ Vazgeçmek de yaşama dâhildir” diyerek 2000 yılının Ocak ayına çok az kalan bir süreç içinde eski işim ve çevremden kopmuştum.
İç dünyamda çok farklı duygularla esen fırtınanın, kalıplara oturtulamayacağını anlamam, en büyük destekçisiydi yaptığım bu değişikliğin. Hiç tanımadığım yüzleri tanıyıp, insan halleri ile içli dışlı olma arzusu gitgide artıyordu. Tek başıma çalışmak isteğiyle, bana göre yepyeni olan böyle bir iş kolunu seçmemden rahatsız değildim. Hatta farklı yaşlarda kadın veya erkek olsun, bazı müşterilerimle arkadaş olmuş, içeriği boş olmayan kısa sohbetler bile yapmaya başlamıştık. İnsanlarla bu şekilde iletişim içinde olmam bir yandan hoşuma gidiyor, sınırı aşmayan düzeylilikle cereyan eden değişik kişilikleri tanımak öğretici de oluyordu.
İşte yine iç karartarak ortaya çıkan bu yersiz uyum sağlayamama problemimin sırası mıydı şimdi? Önceleri kendiliğinden oluştuğunu zannettiğim ve savunma mekanizması olarak kullandığım koruyucu düşüncemi, içimden gelen telkinlerin yardımıyla devreye sokarak çözdüm bu açmazı. Katılmış olduğum gruptaki herkes gibi ben de ben de çevremle ilgiliydim. Planlı, çok özel olarak düşünülüp düzenlenmiş, sanatçı duyarlılığı ile emek harcanıp meydana getirilmiş mekânı fark etmek, çevredeki güllerin kokusunu hissetmem gibi ferahlatmıştı içimi. Ağaçlar ve güzel kokular içeren çiçeklerle dolu olan bahçe, hayvanların kendine has kokularını algılayışımı da dengeleyen bir biçimde hazırlanmıştı sanki. İnsanların yüzlerindeki tebessümü gözlemleyerek mutlu olmaya başlamıştım. Dağlardan, göllerden, değişik kıtaların ormanlarından, nehirlerinden getirilmiş çok renkli görüntülere sahip hayvanları izliyorduk. Diğer konuklar gibi rehberimizin bilgi niteliğinde kibarca Türkçe ve yabancı dilde yaptığı açıklamaları dikkatle dinliyordum. Yalnız her kafesin önüne gelindiğinde, izlemekte olduğumuz hayvanların türlerine göre yüz ifadelerimiz de değişiyordu. Aslanlar, kaplanlar, türlü zorluklarla getirildiğini tahmin ettiğim timsahlar ve yürüdükçe gördüğümüz filler ve geyiklerle apayrı bir dünyanın içine girmiştik bile.
Birlikte yaptığımız ara ara durmalarla devam eden yürüyüşe yüzlerimize yansıyan mimikler de eşlik ediyordu. Çok güzel, özenle hazırlanmış olduğu belli olan kuş kafeslerinin önüne geldiğimizde, buranın yabancısı olmadığını hissettiren özgüvenle konuşmasını sürdürüyordu rehberimiz. İlk görüşte yan yana oluşturulmuş onlara ait küçük bir saray zannettiğim o alanda rengârenk görüntüleri ile uçuşup durmalarına bakarken, zamanlaması uygun olamayan düşüncem sanki içimden çıkıp omzuma kuş gibi konmuştu. Gerçek kuşların ise cıvıl cıvıl ötüşlerini, çırpınarak ‘kurtulmak istiyoruz’ diyen çığlıklara benzetmem de üzüntümü şaha kaldırmıştı. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah! Vatanım demiş” sözleri bir çizgi halinde geçti gözlerimin önünden. Zihnime düşen zamansız düşüncemin harekete geçmesini frenlemekte zorlanıyordum. Mesleği gereği görevini gayet güzel ve ciddi biçimde yerine getiren genç adama bir an, “Kuşlar niçin buradalar? Neden olması gereken yerde değiller?” diye itici olmamasına da dikkat ederek, yüksek sesle çıkışacaktım ki zor engelledim kendimi. Ağzımı elimle kapatarak, başımı değişik bir yöne çevirdim aniden. Ve işte o an… Aynı anda bir canlının yanında aşırı istekle olmayı arzu ettiğim ve etmediğim anlar… Göz göze geldiğimiz sürüngen sanki yaşadığımız dünyaya ait değil, başka dünyalardan getirilmiş enteresan görünümlü bir yılandı. Bulunduğum yerden birkaç metre uzaklıkta olan çelik tellerle çevrelenmiş cam kafesin önünde olduğumu, güneşten parlayan camdaki siluetimi görünce anladım. Gözlerimi bakışlarından kaçırmamış olmama rağmen, kapatılmış olduğu yerin en vahşi hayvanların kafeslerinden daha bir korunaklı görünümü hemen dikkatimi çekmişti. Engelleyemediğim bu tavrım karşısında, istem dışı bir eylemde bulunduğumu ürpererek hissettim. ‘Gruba tekrar katılıp devam etmeliyim’ diye ani düşüncemi bile anlıyormuşçasına gözlerini gözlerime dikmiş, derin derin yalvarır gibi süzüyordu beni.
Konuşabilse, sanki “yanımdan ayrılma” diyecekmiş gibi bakıyordu. Çok yılan görmüştüm ama bildiğim hiçbir türle uzaktan yakından ilgisi yokmuş gibi şekillenmişti gözlerimde bu sürüngen. Özenerek yaratılmış olduğu insanı hayran bırakan dış derisi ve sahip olduğu renkler olağanüstü bir görünüm teşkil ediyordu. Katıldığım grup da birazdan ziyaret edecekti burayı. Öyle mi yapmalıydım diye düşünüyor ama aklımdan geçen düşüncelerimi anlayıp da yok etmek istercesine öyle bir bakıyordu ki olduğum yerde mıhlanıp kalmıştım. Ne filmlerde, ne televizyonlarda hayvanlarla ilgili belgesel programları izlerken böylesini görmedim diye hatırlamam hayretimi daha da arttırıyordu. Aklımdan geçenleri anlamış, ona hayran olduğumu sezmişçesine izliyordu beni. Doğal olmayan bu tarz yakınlaşmayı bilinen mantıkla izah edebilmem mümkün değildi. Normal olmadığını hissettiğim bu duygular tuhaflıkların artacağı bir sinyal çakışı gibi çakıyordu beynimde. Uğursuzluğun bol olduğu girdapların içine düşmüş, fırtınaya yakalanmış tekne azgın dalgalarla nasıl boğuşuyorsa, iç dünyam da başlamıştı öyle boğuşmaya. Galiba kendimdeydim, tuhaflık yılanda değil bende olmalıydı. Başka türlüsünü düşünmek daha tuhaf olacaktı. Bu anların geçeceğini biliyor, böyle bir olayı nasıl yaşıyor olduğumu düşünmekten kaynaklanıyordu endişem. Manyetik alana girmiş çıkmak isteyip, istemediğimi bile çözemediğim bir süreç işliyordu sanki. Türü ne olursa olsun adına hayvan denilen bir canlıyla bulunduğum iletişimi kabullenmekte zorlanıyordum.
Genelde kadınların saksılarında yetiştirdikleri çiçeklere su verirken onlarla mecazi anlamda konuştuğunu, evcil hayvan besleyenlerin kuş, kedi, köpek gibi dostlarıyla nasıl konuştuklarını hem biliyor hem de mutlulukla garipsemeden izlediğimi hatırlayıp kendimi rahatlatmak istiyordum. Fakat bu başka bir şeydi. Zaten gözlerimizi birbirimize kilitlemiş, öylece bakışıyorduk.
Kıpırdayamaz hale gelmiş bakışların, sessizliğe hâkim olduğu bir zaman durgunluğu ile iç içeydim. Davudi bir sesle irkilmem, bozulan sessizlikle durgunluğu da uzaklaştırdı. “Çok güzel değil mi?” Bu sözlerin sahibi yetkililerden biri olarak tanıttı kendini. “Aynı düşüncedeyim” dedim. “Yaklaşık yarım saattir sizi yönetim odasının penceresinden seyrediyorum, ilgilenmiş olduğunuz dikkatimi çekti” sözlerine ise cevap bile veremedim. “Özür dilerim! Belki daha detaylı bilgi verebilirim” diye devamını getiremediği cümlesini uzaklardan gelen bir ses nasıl duyulursa, öyle duyabildiğimi hatırlıyorum. Çünkü yarım saattir izlediğini söylemesiyle “Üç – beş dakika olmuştur buraya gelmem” diye vereceğim cevabın anlamsızlığına eşlik eden baş dönmesiyle yere düşeceğimi anlayan adamın kolumdan tutmasıyla kendime gelmiştim. “İyi misiniz beyefendi?” seslerine, “Teşekkür ederim. Sıcak ve yol yorgunluğu, bir de üstüne aç karnına sigara içince galiba dengem bozuldu ama şimdi iyiyim. Tekrar teşekkür ederim.” dedim adama, ‘”Şu sürüngen yüzünden dengem bozuldu” diyemezdim ki. “Gerçekten çok sıcak…” dedi o da.
“Evet, biraz önce de belirttiğiniz gibi çok güzel ama bakışları da çok ilginç” dedim. O, yılana bakmaya devam ettiği için “Evet haklısınız” dedi, başını bana çevirmeden. Sonra ben de bakmak için gözlerimi tekrar ona doğru yönlendirdiğimde yakalamış olduğum korku saçan gözlerini dehşetle gördüm. Baktığımı anlayınca derhal muhteşem ve masum bakışlara sahip eski haline bürünüverdi. ‘Timsah gözyaşları’ diye halk arasında bahsedilen benzetmenin ne anlama geldiğini anladığım bir durumdu bu. İçimden “Ne kadar güzel” diye mırıldanma halim belli olunca adama dönerek, “Dış görünüşü bu kadar güzel, karşısındakine hem masum hem de…” derken sürüngen başını yerden yukarıya biraz kaldırmış bana bakıyordu. Bakışlarını o anda tekrar fark ettiğim için gerisini getiremediğim sözlerim karşısında ekşiyen yüz ifadesiyle gülümsedi adam. Tamamlayamadığım sözcükleri anlar bir tutum içinde “Doğru söylüyorsunuz, size hak veriyorum. Ne yazık ki öyle” dedi.
Şaşırdım! Önce tam olarak anlayamadım kısa olan bu sözlerini. Fakat açıklamalar arka arkaya gelince var olan şaşkınlığıma merak duyguları da güçlenerek eklendi. Anlatımını can kulağıyla dinlemeye başladım. Yakalanıp kafese sokulmadan önce yaşamış olduğu yer, çevresindeki canlıların kâbusu olmuş. Getirilmiş olduğu yer de, hiçbir ayrım yapmadan avladıklarını zehirleyip, kıvranarak can çekişip ölmelerini büyük zevkle seyreder, ancak öyle rahatlayıp tatmin olurmuş.İçimden gelen zapt edemediğim bir sesle,“Neler söylüyorsunuz?” diye çıkışıp, “Benimle alay mı ediyorsunuz?” diyeceğim anda zor tuttum kendimi. Boğuk olarak gırtlağımdan çıkan “Keşke gelmeseydim” cümlesini adam duymuş mudur acaba? diye de utandım biraz. Duygularımın gelgitli dengesizliğini alışılagelmişin dışında burada bu sefer acayip ve yoğun bir şekilde ilk defa yaşıyordum.
İnsandık hepimiz, duygularımızın inişli çıkışlı hallerini tatmayan mı vardı? Şimdi yaşadıklarım ise, ender rastlanan bir durumdu.
“En zehirli yılan olduğunu bildiğim Afrika Mambası dedikleri bu mu yoksa?” dedim şaşkınlığımı fazlalaştırmaya çalışmadan. “Afrika Mambası en zehirli yılandır ama o siyahtır” dedi. Doğru söylüyordu, siyahtan eser yok gibiydi bu sürüngende. Gülümseyerek devam etti kibarca sözlerine. Aklımdan geçen soruları yöneltecekken açıklamalarına o yönde de bilgi vermesiyle sustum. Ama gerçekten bilgi vermek için anlatıyordu. Birden sustu. İkimiz de sanki başka dünyadan gelmiş bir yaratığı izler gibi seyre daldık. Dengesizliğim artarak, bir ara deli mi ne diye düşündüm. Sonra adamın ilgimi fark etmesine rağmen, anlam veremediğim bir heyecan fırtınası içinde olduğumu onun anlaması ne kadar mümkün ki titremesi sardı her tarafımı? Yüzüne bakma fırsatımın olduğu anlarda, biraz önce hakkında benden kaynaklanan olumsuz sözlerim için sanki sesli düşünmüşüm gibi özür dileyecektim. O zaman da durup dururken bu hareketime karşılık yüzüme karşı söylemese de ‘deli midir, nedir?’ diye şimdi de o öyle zannedecek hissiyle sarsılmaya başladım. Bozulan dengemin doruğa çıktığını hissettiğim bir anda bu beyefendiye “İç dünya savaşları hakkında bilgiye sahip misiniz?” diye soru yöneltecektim. Belki buna da cevap verir ve sessizlik böylece ortadan kalkardı. Neler oluyordu? Yoksa gerçekten ben mi deliriyordum?
Hemen adamın boynuna sarılıp yanaklarından öpmek istedim. Çünkü tekrar konuşmaya başlamıştı. Bu türün getirilmiş olduğu bölgede yaşayan yerliler, ona bilinen bir yılan adını koymamışlar. Kısa sürede beni içinden çıkılamaz çetrefil ruh haline sokan büyüleyici bu sürüngene ‘Yılankavi Şeytan’ adını uygun görmüşler.
Yüzümde beliren yeni hayret ifadesi ile başından beri dikkatle onu dinlediğimi sezerek devam etti. Barınak temizliğinin uzaktan atılan iğneyle belli bir süre uyutulduktan sonra yapıldığını söyledi. ‘Nasıl besleniyor?’ sorumu ise, en az üç – dört metre uzaklıktan kafesinin üstünden teknik bir aletle besinlerin yukarıdan aşağıya doğru indirilerek verildiğini açıklayıp bu merakımı da gidermiş oldu. Kısa zaman diliminde bu türün erkeğinin de getirileceği bilgisini ekledi. O an yalnızlıktan kurtulacak diye onun adına çok sevindim. Sonunda şunları söyledi: “Bu işin uzmanları tarafından tehlikeli halinden arındırılmıştır. Yani zararsızdır. Getirilmiş olduğu yerde yakalanmadan yaşamına devam etseydi, sahip olduğu güzel görüntüsünün dışında asli görevini mutlaka uygulayacaktı” dedikten sonra, izin isteyerek araya girdim. “Mutlaka böyle olmasının bir sebebi vardır. Ama biz insanlar için çözemediğimiz bilinmeyenlerin tipik bir örneği olamaz mı?” dememe karşılık, “Olabilir” dedi.
“Kim bilir içinde o da kendi şeytanını barındırıyordur belki?” dedim. “Belki?” dedi. Eğer konuşmaya devam edersem onun beni dinleyeceğini hissederek “Özür dilerim sizin anlatımınızı böldüm, devam ediniz lütfen” dedim. Biraz düşünür halde kaldıktan sonra, heyecanını bırakmış olduğu yerden alarak tekrar girdi söze. “Yalnız ona, kapatılmanın dışında bu özelliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi davranıyoruz. Tüm yapmamız gerekenleri uzaktan yapıyoruz ki o da kendi doğal halinden bir şey kaybetmediğini zannetsin. Zaten hareketleri de öyle oluşuyor. Nasıl? Enteresan değil mi?” deyince sadece “Evet” diyebildim. “Siz şanslısınız, burası bugün çok tenha. Küçük bir grup dolaşıyor bahçemizi. Tatil günleri kalabalık olur, en merakla izlenen yer ise önünde bulunduğumuz kafes ve içindekidir” dedi. Ona teşekkür ettikten sonra nazikçe izin istedi ve yanımdan ayrıldı iyi giyimli adam…
O, kendine söylenenleri ve bildiklerini anlatıyordu bana. Hissettiklerimin belki de çok az bir kısmını hissederek. Sağlıklı düşünmemi sağlayacak tek olayın, adeta bana yardım etmek istercesine tüm bedenimi kaplayan ter olduğunu anlamıştım. Yetersizliğimden kaynaklanan, duygularımı tam olarak ifade edip kendime bile anlatamayacağım bu kısa geçişler, karanlık bir tünelden çıkış yolu aramak gibiydi.
Ayrılmak istiyor, ayrılamıyordum. Gözlerine bakmak istemiyor, bakıyordum. Mantıklı düşünmek en doğrusu diyor, yapamıyordum. Bunları, kendi kontrolümden çıkıp karşımdaki sürüngenin bilinmeyen dünyasına gireceğimi hissettiğim anda kendime geldim. Son olarak kaçamak bir bakışla göz göze geldik. Bir şeyler söylemek istiyorduk birbirimize sanki. Aslında ben söylemek istiyordum, ama yapamadım. Yapmamam gereken şeyleri yapmış ve onu çileden çıkarır hale getirişime karşılık bakışlarıyla delmek istiyordu gözlerimi. Sessizce, uzun süredir sabırla bekleyip eline geçen fırsatın tarafımdan engelleneceğini anlayıp izin verilmeyeceğini, kabullenemeyen gözlerle bakıyordu bana. Ben öyle bakmıyor, bahçedeki diğer hayvanların çift olduğunu hatırlayarak onun yalnızlığına üzülüyordum. Hissettiklerime insan olarak anlam yüklemem olanaksızdı. Ama bu ruh haliyle ayrılmamalıydım buradan. Ani bir atılımla hesap sorar vaziyette işaret parmağımı dişlerimin arasına soktum. Bir şeyler yapamayışımın garip ve tuhaf etkisiyle uzaktan da olsa tükürmek istedim. Bütün yaptıklarımın aptallıktan başka bir şey olmadığını, biraz daha durursam kaybolmamın an meselesi olacağını, kuvvetle hissederek gözlerimi kurtarıp değiştirdim yönümü. Yüzlerce bilinmeyenin eşlik edeceğini belki de hiç anlayamadan.
Harikulade bahçeyi tam olarak gezemeyişimin üzüntüsüyle bulunduğum yeri terk edip işimin başına dönmeyi, eski olağan hayatıma devam etmeyi şiddetle arzuladım. İlk başlarda tedirginlik yaşasam da iyi ki buralardayım diye tebessüm etmiştim. Kısa süren anların anlamlı mı, anlamsız mı olduğunu anlayamadığım heyecanıma cevap bulma güçlüğüm ise ilkti. Dar zaman aralığında yaşayarak gördüklerim karşısında geziye son verme isteğimle rahatlayacaktım. Üzerime yapışan iğrenç kâbustan sıyrılmak için dönüş yoluna girmem yeterli olmalıydı mutlaka.
Gaz pedalına basarken “Oh be!” dediğimi hatırlıyorum. İş yerime ulaştığımda içeceğim kahve ve sigaranın hayali ne güzeldi… Biraz zaman alacak yolculuğumda, kendime bazı sorular yönelteceğim duygusu pedala bastıkça dozajını arttırıyordu. Aynı zamanda da istemiyor, bu ikilem arasında gidip geliyordum. Konusu ne olursa olsun, insan ruhundaki “kabullenmeye asla” diyen güdüler zaman denilen faydalı kavramla da etkisini gösteriyordu. Teselli durağında bekler gibi aklıma gelen ilk düşünceydi bu. Yine de tuhaflığından şüphe etmediğim “geride sanki benle alakalı bir şeyler bıraktım” hatırlayışım geriyordu bedenimi. Böyle kötümser düşünen ben miydim? Neydi bu? Bu kadar etkilenip psikolojik bataklıkta boğulmamak için çırpınan bir insan haline neden dönüşmüştüm? Otuz beş yaşımda erişkin bir adam mı, yoksa yalnızlığı seçmiş bir budala mı? Nasıl rahatlayabilirim arayışlarına devam ediyordu beynim. Demek zorlanıyordu ki çılgınca bağıran korna sesiyle kendime geldim. Ramak kalmıştı büyük bir kamyonun altına girmeye. İyi araba kullanan bir sürücü olmama rağmen nasıl böyle hata yaparım diye sinirimden çıldıracaktım neredeyse. Kamyon sürücüsünün el kol hareketlerine suçlu olmamın ruh hali ve özür dilediğimi belli eden tavırlarımla karşılık verdim. Tuhaflık zincirinden biraz zor kurtulacaktım galiba. Sebep olduğum tehlikeli olay ve hayvanat bahçesinde yaşadıklarımın değişik benzerleriyle karşı karşıya kalır mıyım diye düşününce mevcut heyecanım daha da artmaya başlamıştı. Benzer tuhaflıkları insanlarla ilişkilerimde de yaşayacak mıydım? İşyerime yaklaşıyordum. Kahve ve sigara hayalime ek olarak akşam da iki duble rakıyı düşlemem kurtarıcı gibi canlandı gözlerimde. Sanki tamamdı bu iş. Bir daha “Oh be!” dedim. Az da olsa bir müddet bu moralle devam ettim yola. Sinir sistemimdeki kontrol mekanizmam o kadar çabuk değişiyordu ki, sanki beynime o emir veriyor zannettim bir an. Hatırlama ve unutma duygum karışmıştı birbirine…
Arabayı park ettikten sonra güçlükle attım kendimi kapıdan içeri. Fizyolojik rahatlamamla “galiba işyerimdeyim” dedim. Lavabodaki aynaya baktığımda yüzümün kızıl ateş gibi kıpkırmızı olduğunu ürpererek gördüm. Ayna çehremin görüntüsünü ilk defa böyle yansıtıyordu. Derhal musluğu açıp yüzümü yıkamaya başladım. İstediğim soğuklukta akmıyordu su. Şöyle düşünmüştüm: “Musluktan akan su yerine buz parçacıkları dökülseydi ve onları yüzüme sürseydim.”
Kahvemi içerken bir yandan da sigaramın dumanını üflüyordum hırsla. Narkoz verilen hastanın yeni ayılmaya başlaması nasılsa, kendime gelişim de öyle oluyordu yavaş yavaş. Yaşamış olduğum sürecin enteresan olduğunu reddetmemin faydası yoktu. Yaz günlerine çok yaklaştığımızı hatırlatan günün akşamına da az kalmıştı. Eski çevremden bazı arkadaşlarımla yaşadıklarımı paylaşayım mı diye düşündüm bir ara. Vazgeçtim sonra. Hakkımda neler düşünebileceklerini hissetmem benim için daha acı ve üzücü olacaktı. Kimseyle paylaşmama kararı daha ağır bastı bu tuhaf serüvenim için. Olanları unutmayacak ama hatırlamaya da çalışmayacaktım. Bu mesleği seçtiğim günden itibaren, her gün bir şeyleri yazmayı adet edinmiş ve bu işlevimle mutlu olmuş, çocuk gibi sevinmiştim adeta.
Tedirginliği devam eden ruh halimle masamın üzerindeki beyaz kâğıda “niçin bunları yaşıyorum” diye başladığım yazının devamını getiremeyeceğimi, göz pınarlarımdan kâğıda düşen yaşla anladım. Hırsla kâğıdı avuçlarımın arasına sıkıştırdım ve fırlatıp attım.
Maalesef şu an bir şey yapamıyor olmamla, parmağımın acımaya başlamasını aynı anda hissettim. “Kalemi çok mu sıktım acaba?” derken elimde olduğunu görüp parmağıma baktım. Isırdığımı hatırlayıp, sanki hedef gösterir pozisyona getirerek “Neden buna işaret parmağı diyorlar” dedim. Zamanlaması uygun olmayan düşüncem kendisine zamanı ayırarak diğerini bana armağan etti: ‘düşün’.
Bunları söyleyen ben değil, sanki içimdeki ikinci bir bendi. Durdurulması ancak hayallerle mümkün olan gerçek zaman yoluna devam ediyordu. Ne olmuştu bana? Kapı neden kapalıydı? Hemen gidip kapıyı açtım, kan ter içinde kalmıştım. Oranı nemle fazlalaşmış havayı soludum. İçeri girdikten bir müddet sonra duyduğum ses, dönüşümü başlatan kontrol sistemimin düğmesine bastı. Dünyada ve insanlar arasındaydım. Bundan daha güzel mutluluk olabilir miydi?
“Bakar mısınız?”
“Buyurun hanımefendi”
“Vitrindeki yeşil renkli bluzun değişik renkleri var mı?”
“Dört – beş rengi mevcut arzu ederseniz gösterebilirim!” dedim. Cevap vermeyerek “Gel kızım içeriye bir göz atalım güzel şeyler var galiba” dedi. İsteyip de görme eğiliminde olduğunu sandığım bluzun değişik renkleri ile bedenlerini hazırlarken, onlar diğer ürünleri incelemekteydiler. Daha sonra “İyi günler” diyerek ayrıldılar. Benzerlerini yaşadığım sıradan bir olaydı. Yorulmuş bedenim dinlenmek istiyordu. Dayanamayıp koltuğa yığılırken bu gidişle akşamı zor edeceğim diye düşündüm. Yine de sabahtan başlayıp, öğle sonrasına sarkan zamanda bozulmuş olan iş ciddiyetim, ekonomik şartlardan olmasa bile mesleğimi yalnız sürdürme seçimimi hatırlattığı için beklemeliydim akşamın geç vaktini. Ama göz kapaklarım bir kapanıyor, bir açılıyordu.
“Açık mısınız?”
“Evet, buyurun efendim.”
“Işıklarınız yanmıyor da!”
“A, evet haklısınız, özür dilerim unutmuşum.”
Işıkları açtım hemen. Dışarıdaki ışıklar içeriyi bayağı aydınlatıyordu ve kapı açıktı. Doğal olarak beni uyaran genç kadına,
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıHayallerim Ruhumu Öpüyordu
- Sayfa Sayısı480
- YazarNecdet Akkan
- ISBN9786056291296
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviOptimum Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kavuşursak Aşk Olur ~ Lale Tara
Kavuşursak Aşk Olur
Lale Tara
İspanya’dan Tören Günü için gelecek haberi beklerken yazmaya başladığım novellanın karakterleri arasında dolaşıp duruyordum. Neden Onlar? Biraz tersine egzotik, biraz geçmişe özlem, biraz şimdi,...
- Çamaşırcının Kızı Küçücük ~ Orhan Kemal
Çamaşırcının Kızı Küçücük
Orhan Kemal
Yoksulluğu ve yoksunluğu en iyi anlatan yazarlarımızdan biri olan Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı'nda yer alan öykülerinde, yaşadıkları kıstırılmışlık ve imkânsızlığa karşın, gerçeğin acımasız soğuğundan, tükenmeyen hayalleriyle umutlarını diri tutma uğraşı vererek korunmaya çalışan insanların içinden sesleniyor. Önümüze serilen panorama, bir kez daha, ne denli büyük bir yazarla karşı karşıya olduğumuzun önemli bir kanıtı...
- Ömürdeğer ~ M. Sadık Aslankara
Ömürdeğer
M. Sadık Aslankara
Yazarımız M. Sadık Aslankara’dan yeni bir roman… Aslankara, adından da anlaşılacağı gibi bir ömür değerlendirmesine, geçmişle hesaplaşmaya girişiyor romanında: Kahramanımız, edebiyatımızın ünlü 50 Kuşağı’na...