Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Selindrella – Türk Kızının Sofisi
Selindrella – Türk Kızının Sofisi

Selindrella – Türk Kızının Sofisi

Ekin Atalar

Paçozluk geçici, rutin boğucu, aşk komşu, stil muhtemel olabilir! HAYATIN DAHA ÇOK SÜRPRİZİ VAR, ÇOOOK! Selinin hayatında her şey yolunda gidiyordu. Küçük bir evi,…

Paçozluk geçici, rutin boğucu, aşk komşu, stil muhtemel olabilir!

HAYATIN DAHA ÇOK SÜRPRİZİ VAR, ÇOOOK!

Selinin hayatında her şey yolunda gidiyordu. Küçük bir evi, şirin bir köpeği ve neredeyse iyi giden bir ilişkisi vardı.

Gerçi sevgilisinin annesi ondan nefret ediyordu ama olsun. Ayrıca uzun zamandır işsizdi. En yakın kız arkadaşının evlenmesine bir aydan az kalmıştı ve bütün angarya işler bizzat üstüne yıkılmıştı. Tamam, aslında hayatında iyi giden pek bir şey yoktu. Neyse ki köpeği Zıpzıp olaya müdahale edip evden kaçtı ve üst kata sığınıverdi. Komşu beyle tanıştıktan sonra Selinin hayatında yepyeni bir sayfa açıldı. Tabii bir de beş kapılı muhteşem bir gardırobun kapakları.

Hayatında ilk kez her şeyin yolunda gittiğini farkettiğinde saatler henüz geceyarısını göstermiyordu ve bir anda, Selindrella’ya dönüşüverdi…

***

Bugün ıssız bir adaya düşsem yanıma almayacağım üç şey; Emre’nin annesi, Emre’nin annesi ve tabii ki Emre’nin annesi. Emre’yi kesin alırım, onsuz adaya filan düşemem. Bir dakika ya, almasam daha mı iyi acaba? Ne malum, belki de Lost‘taki adaya düşeceğim? Belki Jack’le Sawyer birbirine girecek benimle birlikte olmak için. Biraz kendine güven artık Selin ya! Ne demek belki? Tabii ki girecekler. Biri, açlıktan ölmeyeyim diye muz toplayıp getirecek, diğeri beni korumak için ’ötekiler’le savaşmaya gidecek. Ben de saçlarımı şuh bir edayla sağ omzumdan sol omzuma atarken Kusura bakmayın ama tipim değilsiniz, ben baştan beri Sayyid’e hastayım, filan diyeceğim. Ha ha. Şimdi çıkıyorum buradan, ver elini havaalanı. Biniyonım uçağıma, uçuyorum en tropiğinden bir adaya, yere bir metre kala düşüyorum. Ondan sonra çalsın Jack’ler oynasın Sayyid’ler.

Offf… Nasıl düştüm ben bu duruma? Hemen toparlanmam lazım. Sigara izmaritlerini tuvalet kağıdına sarıyorum, sifonu unutma, hah tamam. Vogue dergimi çantama tıkıyorum, göbeğimi içime çekiyorum, pantolonumun fermuarını çekiyorum… Hayır! İkisini de çekemiyorum. Derin derin nefes alıp veriyorum, tut nefesini, iyice çek göbeğini, biraz daha, hadiii… Of ya! Neden sağlam yapmıyorlar ki bu fermuarları? Tamam, 38 bedenin içine girmeye çalışıyor olabilirim ama daha kolay bir yolu olmalı yani, alt tarafı 42 bedenim. 44 olsam neyse. Eee, şimdi oraya hiç girmeyelim, 44 olduğum zamanları hatırlamanın hiç gereği yok. 44’e girme, 44’e girme, pantolona gir!

Nefes al, nefes ver, al, ver. Çok sakinim. Gerçekten öyleyim. Sakinim dedim, tamam mı? Alt tarafı sevgilimin ailesiyle bir yemek yiyeceğiz, ne var bunda? Tamam, Emre’nin annesi benden nefret ediyor olabilir. Olabilir’i at, nefret ediyor, peki. Kadınla ne zaman karşılaşsak beni görmezden geliyor ya! Kim bilir başka kız ayarlamaya filan da çalışıyordur bu şimdi Emre’ye. Ah, yine şiştim.

Keşke evde olsaydım, geçerdim televizyonun karşısına, uzatırdım ayaklarımı, açardım Pembe Gözlük programını, milletin birbirini yemesini izlerdim. Zaten dünkü kızda aklım kaldı, neydi adı… Hah, Zehra. Garibim daha on dört yaşında ya. Eniştesi çakal tabii. Sen gir bunun aklına, kap kızı, kaçır! Kaçırmakla da kalma, evdeki altınları da sok kızın çıkınına. Kızın ablası perişan, annesi perişan, canlı yayınlarda Zehra’nın aramasını bekliyorlar, iyi mi? Neyse, bir saatte bu yemek olayını -ne yemeğiyse bu saatte?- halledersem programın sonuna yetişirim. Nasılsa yediden önce bitmiyor. Bugün kızın annesi yine canlı yayına çıkacak. Eh, saat dört olduğuna göre, tamamdır bu iş. Köpeğimi de alırım kucağıma, yayılırız bir güzel, patlamış mısırımızı yiyerek şapşal şapşal televizyona bakarız. İşte budur!

Şimdi çıkıyorum tuvaletten, hiçbir şeye bozulmuyorum. Emre’nin annesiyle de göz göze gelmem, olur biter. Ne yani, kadının üstüme atlayacak hali yok ya. Yok değil mi? Sonuçta medeni insanlarız yani, oturacağız masamıza, önce aperatifler, ardından ana yemek, zaten o çabuk biter, bu arada içkilerimizi içerek şirin şirin gülümseyeceğiz birbirimize, nasılsınız efendim, ben de çok iyiyim mersi, evet efendim sepet efendim şeklinde bir konuşma yapacağız, sonra tatlılar… Tatlıyı geç, zaten yeterince kilo aldım. Öpüşüp -ıykk- ayrılacağız, en kısa zamanda tekrar görüşelim, tabii tabii. Taksiye bin, kapıyı çek, bas git. Hepsi bu kadar.

Sigaramı söndürüyorum -tuvalette sigara içtiğimi bilse kabak gibi oyar beni bu kadın-, fermuarımı çekiyorum, sırtımı dikleştiriyorum, topuklu ayakkabılarımın üstünde döne döne içeri gidiyorum. Sabretmekten başka çare yok.

On dakika sonra tuvaletten çıktığımda ev korkunç bir balık kokusuyla kaplanmıştı ve midem sürekli ağzıma geliyordu. Böyle olacağını biliyordum. Emre bilmiyor muydu peki? Balıktan nefret ettiğimi ona bin kere söyledim.

Sırf olay çıkmasın diye ben çiçekçiye bile uğramıştım ya! Türkan Hanım nergis seviyor diye üç-beş demet alıp kolumun altına sıkıştırmış, en sevimli halimle eflatun krep kağıdına sarılmış buketi uzatmıştım. Ne olmuştu peki? Sağolsun, en gıcık ses tonuyla, “Teşekkür ederim, gerçi evde çok çiçek var ama koyarız artık bir yerlere,” demişti. Ben de Öyle mi hanımefendi, deyip ani bir pilates hareketiyle ayaklarını yerden kesmiş, sırtüstü halıya yapıştırmıştım Türkan’ı, sonra üstüne çıkıp Al sana çiçek! Al sana çiçek, diye bağırarak nergisleri tek tek ağzına tıkmıştım. Eee, tabii ki tıkmamıştım ama içimden buketi alıp kafasına atmak gelmişti tabii.

Hemen arkamı dönüp Emre’ye bakmış, Emre’nin sakin sakin gülümsediğini görünce iyice sinirlenmiştim. Duymamış olamazdı. Yani iki adım ötemizde duruyordu ve kadın hiç de alçak sesle konuşmuyordu. Annesi çiçekleri alıp içeri gidince, “Duydun mu annenin ne dediğini?” diye fısıldamıştım. “Yoo,” cevabını alınca da başka bir şey söylememiştim. Niye şaşırıyorsam? Klasik Emre işte. Yok, klasik erkek aslında. Bunların hepsi böyle zaten. Anneleri kız arkadaşlarına laf sokarken bunlar böyle havalara bakar hep, hatta o anda odayı terkederler, paralel evrende annelerle kız arkadaşların acayip iyi anlaştığı başka bir yemek masasına otururlar.

Emre, babasına bakmak için mutfağa girdiği anda annesi ok gibi fırlayıp salona girmiş ve karşımdaki koltuğa kurulmuştu. Ben ondan başka her yere, salonun girişindeki kuyruklu piyanoya, antika büfeye, büfenin içindeki ıvır zıvırlara filan bakıyordum. Emre’nin annesi piyano öğretmeniydi. Konservatuvarı bitirdikten sonra master yapmak için Viyana’ya gitmiş, ünlü hocalarla çalışmış, hocaları buna, Niye geldin ki sen buraya yavrum, daba do’yu görünce d harfi sanıyorsun, demişti.

Yani tam olarak böyle değildi de ben buna inanmayı tercih ediyordum. İşin aslı, kadının annesi hastalanmış, ölüm döşeklerine düşmüş, “İlle de Türkan’ı isterim, çağırın gelsin,” diye herkesleri inim inim inletmiş, Türkan Hanım da geri dönmüş. O döner dönmez annesi yataktan kalkmış ve konken partilerine, tiyatrolara, sinemalara gitmeye başlamış. Bana kalırsa ‘do’ meselesi daha inandırıcıydı ya neyse. Döndükten sonra, hocalarının ısrarlarına rağmen -eminim çok ısrar etmişlerdir- Türkiye’de kalmış, piyano dersleri vermeye başlamış, bu sırada zengin bir ailenin oğluyla tanışıp evlenmiş, eh evlenmişken Emre’yi doğurmuş. O muhteşem yeteneğini feda ederek doğurduğu biricik evladına da kendi yarattığı bir sanat eseri olarak bakıyordu kadın. Ben de o sanat eserinin üzerine kurşunkalemle bıyık çizen kız oluyordum tabii. Zaten bütün arıza buradan çıkıyordu. Tayfun Bey öyle miydi ama? Bayılıyordu bana adam. Bir dediğimi iki etmiyordu. Gerçekten.

Masaya geri döndüğümde, Tayfun Bey hala ortalarda yoktu. Tabii, sonunda o da dayanamamıştı bu kadınla birlikte olmaya. Mutfağa gidiyorum diye kalkmış, hızla içeri gidip kasadaki paraları cebine atmış, ilk uçakla Barbados’a gitmişti. Bir daha geri dönmeyecek, Türkan’a mirasından zırnık koklatmayacaktı. Üstelik Emre’nin de kendi çocuğu olmadığından emindi.

Ben bunları düşünürken Emre’nin babası büyük bir kayık tabakla içeri girdi, üstüne sos dökülmüş devasa somonu masanın ortasına yerleştirdi. Sağolsun, on kişiye yetecek kadar karışık salata yapmış, süper fiyakalı görünen bir şişe şarap açmayı da unutmamıştı. Beyaz mı bu şarap? Hah, iyi bari. Masa güzel aslında, hakkını yemeyeyim şimdi. Kuru incir, ceviz ve kuru kayısıyla süslenmiş peynir tabağı var, jambon tabağı var, sonra zeytinyağlı enginar, patlıcan salatası, humus filan, süper. Fesleğenli tereyağıyla biberli zeytinyağı bile var. Oh, neyse ki aç kalmayacağım.

“Eee, hadi bakalım, soğutacaksınız,” diye gürledi Tayfun Bey. Son derece keyifli görünüyordu. Tam tabağıma kalınca bir dilim balık yerleştirmek üzereyken umutsuzca Emre’ye baktım. Emre “Baba, Selin balık yemiyor,” deyip kurtardı beni neyse ki.

“Hadi ya,” dedi Tayfun Bey. “Keşke daha önce söyleseydiniz, aç kalacak şimdi kızcağız.”

Türkan Hanım gözlüklerini indirip yüzüme baktı, gözlerini kıstı. “Neden yemiyorsun?” diye sordu.

“Eee, şeyim de ben, vejetaryen. Ondan yani.”

“Çok enteresan, jambon yiyen bir vejetaryen hiç görmemiştim daha önce.”

Yarısını çiğnemekte olduğum jambonun boğazıma takılıp beni soluksuz bırakmasını dileyerek yutkundum, sonra da aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Eee, şey, değişik bir tür vejetaryenim ben, balık vejetaryeni yani!”

Balık vejetaryeni mi dedim ben? Yok deve!

“Çok hoş,” dedi annesi alenen gülerek. İyi ki Emre durumu kurtarmak için ortaya atladı da daha fazla saçmalamadan salatamı yemeye devam ettim. Ben tıkınırken sabah gittikleri sergiyi filan anlatıp gülüştüler, konserlerden filan bahsedildi, yeni yeteneklerin durumu ortaya döküldü, sonunda kaçınılmaz bir şekilde postmodernlik tartışmasına geldi sıra. Zaten ne zaman bir araya gelsek, benim anlamadığım bir şeyler konuşuluyordu.

Türkan Hanım balığını beş bin beş yüz parçaya ayırırken “Ayın yedisinde eski mezunlarla bir araya geliyoruz Emreciğim,” dedi. “Sen de gelirsin herhalde.”

Emre cici cici gülümsedi. “Gelirim tabii, dedi.

“Berrinler de geliyor,” diye ekledi babası, “Uzun zamandır görüşemiyorduk, iyi oldu. Bu arada seni de bekliyoruz Selinciğim.”

Berrin kim lan! Emre, gebertirim seni. Kim bu Berrin? Asılıyor mu yoksa sana? Asılıyor mu dedim, cevap ver! Annen mi ayarladı yoksa bu kızı?

“Tabii,” dedim tabağıma zeytinyağlı enginar koymaya çalışırken. “Lise filan mı, yani mezunlar dediniz de…”

“Evet, her sene Moda Deniz Kulübü’nde bir araya geliyoruz.”

“Berrin kim? Yani daha önce adını hiç duymamıştım da, arkadaşınız herhalde?”

“İstersen e-mail adresini ver akşam CV’sini atayım sana,” dedi Türkan Hanım aniden.

Bana bak Viyanalı Türkan karısı, ben senin bildiğin sosyetik kızlara benzemem, ağzını caaart diye yırtarım orta yerinden. Bu ne ya? Bu ne? Hanım hanım? Kendine gel! Çocuk yok senin karşında. Ağlayacağımı filan sanıyorsan çok yanılıyorsun. Hayır, olamaz! Gözlerim mi doldu? Dolamaz. Ağlamayacağım, tamam mı? Hemen toparlıyorum kendimi, iki çift laf çakıyorum, sonra da kalkıp gidiyorum.

Gözlerimden süzülen yaşları görmesinler diye çatalımı yere düşürdüm, eğilip masanın altında gözlerimi sildim. Tam söyleyecek iki çift laf bulmak üzereydim ki kadın bir anda ayaklandı, müzik setine doğru ilerledi, bir CD koyup geri döndü. Üç saniye sonra AKM kıvamına gelmiştik çok şükür. Hah, bir bu eksikti zaten. Ben de bu esnada masanın altından çıkmış, yüzüme bir gülümseme yerleştirmiştim. Aslında gülümsemiyordum, daha çok botox yaptırmış Mickey Rourke kıvamındaydım.

“Debussy sever misin?” diye sordu bu sefer gözlerini gözlerime dikerek. Kadın sürekli bana saldırmaya çalışıyordu ve her seferinde de beni köşeye kıstırmayı başarıyordu.

“Pek fazla dinlediğimi söyleyemem aslında,” dedim kibarca. “Ama en kısa zamanda dinleyeceğim.”

En kısa zamanda dinleyeceğim mi? Bu ne biçim bir laf şimdi?

“Şu anda dinliyorsun zaten… Peki sen kimleri tercih ediyorsun?” diye carladı bu sefer kadın. Şarabından büyükçe bir yudum aldı ve ne yazık ki boğazında filan da kalmadı.

“Mozart,” dedim can havliyle. Ne olursa olsun bildiğim bütün bestecileri sıralayacaktım.

“Ressamlardan da Van Gogh’u seversin herhalde,” dedi kadın alenen gülerek.

“Anne!” dedi Emre sertçe, ilk defa ağzından bir şey çıkmıştı ve bunu beni korumak için yapmış olmalıydı. Umarım. “Patatesi uzatır mısın lütfen?” Lanet olsun ya… Şu işe bak!

“Hayır,” dedim adeta uluyarak, “Modigliani’yi tercih ederim!” Hah hah, cart kaba ka’at! O kadar da uzun boylu değil artık. Biz de bir-iki ressam tanıyoruz. Van Gogh, Picasso ve Dali arasında gidip gelen güdük bir resim bilgimiz yok herhalde!

“Tamam canım, sakin ol,” dedi kadın gülerek.

“Sakinim zaten,” dedim. Bu kadarı da fazlaydı. Bu kadın beni ne sanıyordu pardon?

“Hadi bakalım çocuklar,” dedi Emre’nin babası. “Kadeh tokuşturalım. Hoşgeldiniz.”

Kadehimi kadınınkine değmemesine özen göstererek ve hırsımdan çatlayarak kaldırdım, bir dikişte hepsini bitirdim. Emre şöyle bir yüzüme baktı ve alev alev yanan yanaklarımı görünce paniğe kapıldı. “Biz de çok geç kalmayalım istersen, birazdan kalkalım,” gibilerinden bir şeyler söyledi.

“Aaa, olur mu öyle şey? Daha yeni geldiniz çocuklar,” dedi Tayfun Bey. Birazdan kalkarız cümlesi yalan oldu tabii anında. Emre patronundan filan bahsetti, babası şirketinin -mimarlık bürosu vardı- mali durumunu özet geçti, annesi beni süzüp durdu ve çok gerekmedikçe sohbete katılmadı.

Bir saat sonra ayaklandığımızda, kendimi kuş gibi hafif hissediyordum. İki dakika sonra evden çıkmış olacaktık ve eğer şansım yaver giderse başka bir aşağılanmaya maruz kalmadan evime dönecektim. Amin.

“Çocuklar, kendinizi özletmeyin, ara sıra böyle çıkıp gelin, davet edilmeyi filan da beklemeyin,” dedi Tayfun Bey.

“Tamam baba,” dedi Emre kapının yanındaki küçük koltuğa oturmuş ayakkabılarını bağlarken.

“Selinciğim sen de kusura bakma. Emre senin balık sevmediğini söylemeyi unutmuş.”

“Önemli değil Tayfun Bey, diğer yemekler de çok güzeldi,” deme gafletinde bulundum ben de. Kızım sussana. Ruh hastası mısın nesin? Ne diye konuşuyorsun salak salak?

“Evet, zaten geriye de pek bir şey kalmadı,” dedi bu sefer kadın. Sonra Emre’ye döndü. “Neyse, araba kullanırken dikkatli ol bebeğim, başına bir şey gelsin istemeyiz.”

Ama ben sizin başınıza bir şey gelmesini o kadar çok istiyorum ki Türkan Hanım, tahmin bile edemezsiniz. Mesela, sizi masaya yatırıp burun deliklerinizden içeri enginar sokmak istiyorum. Kulaklarınızdan birini fesleğenli tereyağıyla, diğerini jambonla tıkamak, balık kılçıklarından sakal, maydanozlardan bıyık yapmak istiyorum. Altın çerçeveli gözlüklerinizi galeta ununa bulayıp camdan aşağı atmak istiyorum. Ağzınızdan çıkan her ‘bebeğim’

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Hayatımın Aşkı ~ Ekin AtalarHayatımın Aşkı

    Hayatımın Aşkı

    Ekin Atalar

    Meşhur aktör Sinan’a kavuşmak söz konusu oldu mu, Sema’nın sınırı yok. Yok böyle bi sevda. Sema Ioves Sinannn! İŞTE KARŞINIZDA CAMLARDA BEKLEDİĞİMİZ O EKİN...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Duygu’nun Doğum Günü Armağanı ~ Betül AvunçDuygu’nun Doğum Günü Armağanı

    Duygu’nun Doğum Günü Armağanı

    Betül Avunç

    Yaşanmış bir gün, acaba elle tutulur bir armağana nasıl dönüştürülebilir? 24 Mayıs Duygu’nun doğum günüdür. Halası, 10 yaşına basacak biricik yeğeni Duygu’ya çok özel,...

  2. Sevgiler Clementine ~ Carlie SorosiakSevgiler Clementine

    Sevgiler Clementine

    Carlie Sorosiak

    Clementine bir dâhi. Su içerken matematik denklemleri çözüyor, rüyalarını Latince görüyor, düşünürken etrafına ahududu kokusu yayıyor. O, aynı zamanda bir fare. Ve doğduğu laboratuvardan...

  3. Kan Ağacı ~ Jale DemirdöğenKan Ağacı

    Kan Ağacı

    Jale Demirdöğen

    “…Hatırlamak tutsaklıktır dostlar! Hatıralar ise geçmişin önünde nöbet tutan güleryüzlü gardiyanlar!.. Diyorum ki unutun! Unutun ve kavuşun geleceğinize! Çünkü özgürlük, geçmişin değil geleceğin ellerinde!...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur