Hangimiz, zihnimizin şu veya bu sebeple, süngüyle veya çiçekle zorlanıp bozulduğunu en az bir kere hissetmedik hayatımızda?
Hangimiz, kendi üzüntümüzün bir tür hacısı olarak, en az bir kere düşmedik yollara?
Artık kendi kendinin alayı olmuş çağdaş hayatın gerçek yiyeceği nerede?
Ve
Hangimiz unutabilir, hayatımızda en az bir kere var olmuş çocukluğu?
Hangimiz bir parça cesaret bulmaz, büyüdükçe canı yanmış suçsuzluktan?
Selahattin Yusuf’un kaleme aldığı İsa Hanginiz?, bu duygular ve sorular etrafında örülmüş bir roman…
Hayatları çıkmaza girmiş kahramanların buluşma ve yola birlikte devam etmelerinin hikayesi…
Ayaklarıyla birlikte akılları da sürçmüş insanların, birbirlerine sahip çıkmalarının şiirsel serüveni…
***
1. BÖLÜM
Yapacak bir şey kalmamıştı artık. Acı acı hatırlamaya başlamıştım… Köye tatile gelmediğimi, okuldan üçüncü kez atıldığımı öğrendiği geceyi babamın. Ayağındaki terliğin suratımda patladığı geceyi. Sonra palaskasının acısından çok sesinin uğursuz çağrışımlarından ürktüğüm, iğrendiğim geceyi. Hatırlamaya başlamıştım. Babaannemin yalvarmaları ve kadınların bağrışmaları arasında, gözlerimin karanlıkla değil utançla karardığı geceydi o. Annemin de bağırıp ağlamaya başladığı geceydi, palaskanın demirli tarafını birkaç kez paylaştığımızda suratlarımıza ve birlikte kaçıp çıktığımız geceydi karların içine. Dolunayda. Çok derinlikli, incelikli bir acının birleştiriverdiği âşıklar gibi, el ele. O gece işte. Annem kolumdan tutmuş, eteği şemsiyelenerek arkadan suratıma… koşturduğu gece kara çaresizliğin yangınından kaçarken can havliyle o ağaç oluklu kumaya kadar ve aldırmayana kadar artık uzakta kalmış gök gürültülü cinnetine babamın… ve boğup susturmaya çalışarak temiz kar kokulu göğsüne bastıra bastıra hıçkırığımı ve okşayarak nefes nefese şakaklarımı, artık ağarmaya başlamış. Otuz iki buçuk yaşındaki koca oğlanın kırlaşmış saçlarını koklaya koklaya… Ve sonra evin meşe kapısının patlayarak açıldığını duyup sabretmiş bir grizu patlaması gibi ve fark edince bir gürültünün öfkeyle kusulduğunu kapılardan… tutup kolumdan koşturarak yine çamlığın içindeki patika boyunca bedenimi bir baston gibi çıkara çıkara karların içinden ve zaman zaman durup sorularıma cevap vererek, fısıltıyla alelacele: Biz biziz işte oğlum, biziz. E, evet…Evimizdeyiz. Evet yavrum. sen benim oğlumsun… ve boynumun dinlenmesine izin vererek sonra, yukarılara dönmüş gözlerimin dinlenmesine izin vererek, ağaçların arasından hızla akmakta olan dolunaya takılmış gözlerime izin vererek… ve uyumam için koynunda o kayalıkların arasında karın içine uzanarak, mangananın sesinden her ürperdiğimde ürpertimi sıvazlayarak saçlarımdan, sabırla ve sabırla ve sabırla sıvazlayıp dindirerek, bütün vücudumda.
O gece işte. Çıkarıp omuzlarıma sardığı hırkasının, ıslanmış gömleğinin onu tam bir yıl sonra ciğerlerini söke söke öldüreceğini bilerek belki de. Belki ben bile anlamıştım içgüdülerimle. Onun kokusunu, dolunayı ve ellerinin nasırlı tanıdıklığını kaydettim böylece iPod’uma orada. Bir noktürnle birlikte. Yine yüksek not beklerken sınıfta kaldığımı söylemeye geldiklerinde arkadaşlarımın, çok sevdiğimi (ama alacak paramın da asla olamayacağını) bildikleri için teselli armağanı olarak verdikleri alete kaydettim.
İçine en sevdiğim şeyi koymuşlardı arkadaşlarım. Chopin’i. Bir parça. Biraz. Tadımlık. Ve gözlerimi bırakmıştım ki aksınlar da rahatlasınlar o zaman. Söylememiştim ama onlara gerçekten neye ağladığımı. Onlar muhtemelen “Deutsche Lyrik”, “Deutsche Prosa” ve sınavda cevaplar hanesine (elbette dalgınlıkla ve sınav süresinin başladığının farkına varamadan… hatta çoktan bittiğinin asla bilincinde olmayarak) büyükçe bir gül eskizi çizdiğim “Atatürk İlke ve İnkılapları” derslerine ağladığımı düşünüyorlardı.
Öyle değildi. Chopin imdadıma yetişmişti. Yetişmiş ve doğrudan işe koyulmuştu. Hayatımın sökülmüş yerlerini içten, ilk karşılaşmada ahengi kestirilemeyecek, hemen anlaşılmayacak, çook derinlerden geçen görünmez bir iğneyle, öyle el çabukluğuyla falan… hamarat… birbirine tutturmuştu.
O gece. Sonraki gecelerden birinde, enstitü doktorları omuz omuza verip beni öyle ilan edince… ben avukat mavukat tutamayacak haldeyken… hem kim benim zihnimin tamamen… öyle olunca annemi aradığımda o gece… onunla, annemle son kez… konuşmak değil de, sesini son kez duyayım diye çevirdiğimde telefonu… çevirirken yani, her tuşa son kezmiş gibi basarken… annem açtığında telefonu ve tanıdığında beni nefeslerimden… ben unutmuşken kendimi ve soruyorken ona ikide bir, “Ben kimim?” diye ve yankılandıkça nefesleri ahizede kulağıma aktıkça içi yüreği parçası merkezi insanlığının, magması, aktıkça ve önemini yitirdikçe sorularım, cevaplarının olup olmamasının önemi kalmadıkça annemin sesiyle eriyip yok oldukça… hapları fırlatıp attım. O vakit attım bütün o ilaçları. Onların yerine bir daha aradım annemi. Bakalım yine olacak mı diye. Yine azalacak mı diye şey -içimdeki o kendimi…- azaldı! Aradıkça azaldı gerçekten. Azaldı. Ben böylece bir yol daha bulmuş oldum dünyaya çıkan. Küçük bir yol. Bir patika. Sadece onun sesiyle buldum ama. Kaybetmeden ilerledim. Onun sesine doğru gittim. Onu kaydettim o zaman Chopin’in yanına. O gece. ikisini de dinledim. Tarlamızın gürgenleri ve karaçam dorukları dururken dolunayın önünde ve korurken annemle ikimizi koyun koyuna yatmışken -o soğuktan, ben korkumdan titrerken- karın içindeki tavşanlar gibi… tüfeklerin ucundaki süngüler gibi korurken ağaç dorukları gözlerimizi, fazla güzelliğinden dolunayın…
Annem. Ödümüz kopmuş. Daha büyük çarpıntısıyla göğsünün. Orada. Beni saklamışken koynunda. Sırtından gömleğini de çıkarıp omuzlarıma attığında. El fenerleri dolanıyorken ortalıkta. Gecenin aydınlığını kirleten ürkünç sarartılar olarak. Gezdirirken gölgelerini dolunayın altında, Ağaçların aralarında. Yaklaşırken. Tam ağzımı tutmuşken annem -mangananın sesi!- tek tok ses, dolunay ışığının, ölümün verniğinin üzerinden, karların üzerinden kolaylıkla kayarak yayıldığında ses… derin vadinin koyaklarını, dere boyunca doldurduğunda… kalakalıyorum, annemin nasırlı kokulu eli ağzımda, gözlerim fal taşı… uzuyor… yükseliyor ve uzak tepelerin üzerinde bir süre asılı kaldıktan sonra ölüyor. Soluk fenerler… yıldızları kaybediyoruz bir süre. Tedirgin bekliyoruz. Ama çıkmıyor. Dolunay da çıkmıyor bir daha buzdan süngülerin arasından. Sonra mangana bir kez daha çarpıyor: “PAT!” ve annemle birlikte, ikimiz bir tek tavsanmışız gibi irkiliyoruz. Bir silah sesi artık bu çünkü! Daha doğrusu, bir silah sesi de olabilecek bir kapı vurma sesi: “Git artık!”
*
Bunlar nerede bitmiş; uyku nerede başlamıştı? Elbette hatırlamam mümkün değil. Ama hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak bir şey vardı: Kapı vurulmuştu! Ölecektim ya da anlaşmaya uyacak, gidecektim. Alet koynumda boşa sarıyor, hışırdıyordu hâlâ. Gözlerimi açıp tavana, daha doğrusu karanlık boşluğa baktım: içimin derinliklerinde bir tel hafifçe kımıldandı. Onun esrarına boyun eğmeye, boyun eğmek değilse bile saygı göstermeye karar verdim: Yaşayacaktım.
Kımıldandım. Çantam hazırdı zaten. Üstümü başımı toparladım el tarifiyle.
*
Ağır meşe kanatlı bahçe kapısını zorlukla iterek aradan sıyrıldım çıktım.
Uykusuzluk serseme çevirmişti beni. Ağaç oluklu kurnaya doğru yürüdüm. Eski spor ayakkabılarımın ipleri otlara takıla takıla takip etti beni.
Çiyden paçalarım ıslanmıştı. Serin otların arasında oturmuş merteklere bakıyordum. Göğün hafif ağarmış, büyümüş karnı karşı tepelerin üstündeydi. İşi bitmiş dolunay da artık uzaklara doğru -kıpırtısız- yol alıyordu.
Toparlandım. Birkaç adım daha attım.
Kabak asmalarıyla donanmış yabaneriği ağacının önünde durdum.
Telefonumu çantadan çıkarıp hoparlörünü açtım. Tadını çıkara çıkara bastım tuşlara: “22… 621”
Tuşların sesi, rakamların geçişlerindeki o özel aralıklar, yaraya basılan tuz gibi içime işledi. Tüylerim diken diken olmuştu. Kapattım. “Duruma bir katkısı olsun diye” sigara yaktım. Hoparlörü tekrar açtım. Vazgeçtim.
Sonra vazgeçmekten vazgeçtim ve tekrar açtım hoparlörü. Rakamlara bu defa uzun uzun basarak numarayı tekrar çevirdim. Olmuyordu. Daha doğrusu, tam olmuyordu.
Sigaramdan uzun birkaç nefes daha aldım. Yok, olmuyordu böyle. Eve doğru yürümeye başladım tekrar. Korkmuştum. Bu evden çıkamayacaktım.
Bahçe kapısını tekrar açıp bahçeyi çarçabuk geçtim. Dış kapının aralığından tam içeriye süzülecektim ki kaburgam bir şeye dokundu. Bir şey. Durdu orada. Karanlıkta. Kaburgamda. Hareketlerimi takip ederek. Bir aklı da varmış gibi. Bir sopanın veya demirin ucu!
Eşikte kalmıştım. Sonra sopanın ucu beni hafifçe geri itti. Sopa olmadığını anladım o zaman. Bir demir olduğunu da anladım çok geçmeden. Delik bir demir olduğunu. Ve bir elin onu tuttuğunu da anladım, alnım terleyerek. Babamın elinin onu tuttuğunu da.
Bahçe kapısına kadar, kendimde olmadan, hiçbir şey düşünemeden yürüdüm. Yürürken telefonu çantama yerleştirmiştim. Bahçe kapısını yavaşça, terbiyeli bir titizlikle örttüm. Ağaç oluklu kurnaya doğru yürüdüm. Arkama bakmadım. Yalnızca durup dinledim ara sıra, bakalım ayak sesi var mı diye. Yoktu. Emindim.
iPod’umu çıkarıp kulaklıklarımı taktım. Sırasıyla “play” ve “sürekli tekrar” tuşlarına basıp cihazı cebime yerleştirdim. Böylesi daha kolaydı. iPod beni hem uğraşmaktan kurtarıyor hem de sesi daha net geliyordu.
“Müzik” sonunda annemin telefonu kaldırma tıkırtısı ve kendi sesiyle birlikte, hepsi bir arada yani. Dönmeye başlamıştı. “22… 621… Efendim yavrum!” … “22… 621… Efendim yavrum!”… “22… 621… Efendim yav…”
Teyp kaydıydı. Ama ne önemi var. Ben yine de bağırıp çağırır, anneme anlatırdım. Ama olmadı işte. Bu defa anlatmak istemedim. Onun bilmesi yeterliydi. Epeyi bir zamandır böyleydi bu. Başıma gelenleri o dinlemeden de anlatabiliyordum. Bu kayıt sayesinde olabiliyordu. Annemle yeni bir hayat kurmuştum kendime bu cihaz sayesinde. Gerçi başka şeyler de var… aslında bir de… ama… ahh işte! Neyse.
Noktürn başladı.
Montumun içinde tüylerimin kalktığını, damarlarımdan soğuk, ince dikenli bir telin akıp gittiğini hissettim.
Kımıldamadan bekledim bir süre daha.
*
Yeni gün karşı tepelerin üstünde dev bir istiridyenin kabuğu gibi hafifçe aralanmış, güneşi sızdırıyordu artık. Gece boyunca beklemiştim bu anı.
Ortalık hâlâ sakindi. Hafif bir yel uzun çise otlarını azarlıyor, geceden kalma olağanüstü şeylerin anısı gibi dolanıyordu ortalıkta.
Küçük patikadan ileriye doğru, daha öteye, ağaç oluğa su veren büyük ana kurnanın oraya doğru ilerledim.
Büyük ağaç oluktan çıkıp aşağıya, manganaya giden su, sabahın mahmurluğuna lıkır lıkır bir tekdüzelik olarak, çocukluğumun mutlu bir kesintisizliği olarak karışıyordu. Mısır tarlası hafif rüzgârla salınıyor, derviş safları gibi eğilip kalkıyordu kelifin önünde, gece boyunca kütükler çatılarak yakılmış büyük ateşin dumanı tütüyordu hâlâ -çocukluğumdan beri!- soğukkanlı soğukkanlı.
Sigaram sönmüştü ağzımda. Tütün kalıntılarını temizlemek için dudaklarımı dilimle ıslattım. Defalarca tükürdüm.
Uzaklarda bir köpek havladı. Kısa kısa ve net.
Vakit ilerliyordu.
Burnumu çektim. Eve baktım. Evin kapkara silueti soğuk, içi dolu, dün yaşadıklarını hâlâ taze biçimde içinde saklıyordu. Durup duruyordu orada. Karanlığın içinde, içindekilerle birlikte uyumuş bir kesinlik olarak. Ev olmaklığı, artık bu sabahtan itibaren içinde yaşamayacak olan… artık yaşamayacak olan… artık… yaşamayacak… -bıraktım ki ılık su insin çenemin altına kadar- …artık yaşamayacak olanın yaşamayacak olmasına aldırmadan… bir kararlılık olmaya hâlâ devam eden, edebilen… ev.
Bir şey çok yükseklerden içimin çok derinlerinde bir noktaya düştü. Mendilimi bir gözümün üstünde tutuyor, öbür gözümle eve bakıyordum. Merteklerle çevrilmiş çürük çatılı eve, bir zamanlar başımızı içine soktuğumuz sıcacık, yamuk acımıza.
Mendilimi acelesiz bir dikkatle, uzun uzun düzelterek, amaçsızlık dolu, çaresizlik dolu bir titizlikle, ikiye, sonra dörde katlayıp cebime yerleştirdim. Yokuşu tırmanıp evin üst tarafından yukarıya doğru yılankavi kıvrımlarla devanı eden yola çıktım.
Dün amcamla insanların kayıp düşmeden yürümeleri için iki saatte kan ter içinde açtığımız yolun yumuşak topraklarını, dört elle, yukarıya doğru tırmandım,.. Kalabalığın önce burnu görünmüştü Kanlısırt’ta. Sonra ürkütücü bir yılan gibi ağır ağır akarak eve doğru yaklaşmıştı. Onu eve doğru yaklaştırdıklarını bir de kadınlardan fark etmiştim o zaman. Evin önündeki merteklere öbeklenip birbirlerine payandalanmış, cenaze yaklaştıkça boğuk boğuk hıçkırarak uluşmuşlardı. Sağanak altında tabutla birlikte annemle birlikte tabutla birlikte yaklaştığında kalabalık -yılan- ve girdiğinde o çamur deryasına, sanki kayıp düşmekten ve daha birçok başka tehlikeden de büyük bir şeyi taşıyorlarmış gibi omuzlarında, suratları asık… İşte o zaman anlamıştım ki-Ben şimdi kimim?…
*
Mezarıyla aramda birkaç metre kalmıştı. Duraladım. Ayakta, yolun ortasında bekliyordum. Dün yüzüne ilk defa bakmak zorunda kaldığım anı hatırladım. O eşsiz anaç yüzüne. Pencerenin önünde toplanmış kadınların bağrışma yumağının içinden oraya doğru, kıpırtısız örtüye doğru ilerlemiştim. Beni fark ettiklerinde iki yana çekilmişlerdi kadınlar. Yaklaşmıştım. Pencerenin önüne. Kadınlardan biri örtüyü kaldırırken, örtüyle birlikte ağlaşmaları da yükselmiş, yine uluşmaya dönmüştü.
Annemi son kez gördüm. O anda midemden bir mısır koçanı döne döne yukarıya doğru çıkmış, gırtlağıma dayanmıştı.
Küçücük bir kısmı hâlâ dünyada kalmış garip gülümsemesine bakakalmıştım. Görmeyi artık bırakmış gözleri, küçük hokka burnu oradaydı!
Kolları, ölmeden hemen önce bir şeyi son kez sarmaya çalışmış gibi, hafifçe kavuşmuştu önünde. Parmakları yine kendi parmaklarına dokunmuş, kalakalmıştı.
Ölüm o anda, nasıl anlatmalı, o kadar çok güzeldi ki; sanki o kadar çok korkunç değildi.
*
Bir guguk, belli belirsiz öttü uzaklarda.
Ormanın derinliklerinde beni çağıran bir şey, bir işaretti bu sanki.
Çocukluğumda sönmüş bir yıldızın, kulaklarıma en zor zamanımda yetişmiş ışığı.
Ne yapabilirdim başka -koşmaya başladım!
İş başvurusu birkaç gün daha bekleyebilirdi. Benim mezraya çıkmam gerekiyordu bir kez daha. Son kez olsun gidip görmem gerekiyordu çocukluğumu.
Koştukça anladım tehlikeden uzaklaştığımı giderek ve özgürleştiğimi ve hafiflediğimi ve merak etmeye başladım hatta, bakalım gerçekten de oraya doğru koşabilecek miyim -çocukluğumun mekânlarına- ve zamanı geriye doğru kat edebilecek miyim diye.
Bakalım, koşarken alnımıza çarpan ıslak komar yaprakları kokular salarak her defasında, o yağmurlar, yağmurların kızgın tavada yanan tereyağını andıran sesi doğru muydu? Sacdan çatımızın altındayken, kuru ot yığınlarını örten büyük naylonların altındayken, uyumadan önce yağmur sesinin her şeyi -bizi bile- susturmasına derin bir keyifle, güzlerimiz çakmak çakmak tüylerimiz diken diken olmuş boyun eğerek… doğru muydu bunlar be! Hamit amcayı kızdırdıktan sonra aralarına uzanıp saklandığımız o uzun otlar, İmamların suya giden patikayı heyelandan korusun diye yapılmış taş duvarın altında… doğru muydu acaba? O ısırgan çorbası buğulu akşamlarımız -bakacaktım- doğru muydu diye. Ali Kemal amcanın karşı mezradan gelip kendi köyüne giderken selamlaşmaları her akşam amcamla tembel tembel yaylanarak yorgun yorgun adımlamayı kesmeden, fesini keyiften hafif geri itmiş terli alnından, adımlamayı kesmeden hiç çünkü karanlık basmak üzere ve geçeceği bir karanlık orman ve ineceği birkaç ırmak ağzı geçidi daha olduğu için köye kadar ve kardeşlerimle benim akşam boyunca hatırladıkça kıkırdayacağımız bir komiklik yapmadan hemen önce ve yavaş yavaş görünmez olurken silueti karanlıkta evimizin arkasından geçen patikada, o sislerin içinde kaybolmuş da şaşırmış inekler gibi orada burada tembel tembel gezinen taş evlerin bacalarının, o inek-çocuk-çelik-çomak-o odun arabalarla kayarken çimenlerini yırttığımız için Hamit amcanın peşimizden bizi imamların suya kadar kovaladığı için korktuğumuz içimiz güm güm atarak -ama kovaladığını sanmaya başladığında da kahkahayı bastığımız- birbirimizin ağızlarını tutarak ses çıkmasın diye ve kıkırdadığımız, sonra gerisin geri eve kadar bir elimiz kıçlarımızdan düşmekte…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİsa Hanginiz?
- Sayfa Sayısı296
- YazarSelahattin Yusuf
- ISBN6054505395
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTurkuvaz / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Müptezeller ~ Emrah Serbes
Müptezeller
Emrah Serbes
“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir...
- Volkan’ın Romanı ~ Ahmet Tulgar
Volkan’ın Romanı
Ahmet Tulgar
Sustu. Önüne baktı. Ağlamaya başladı. “Volkan’ın o kamera görüntüsünde ne yaptığını sizden iyi kim anlar? Otogarın altında ne aradığını ya da?” diye konuştu sonra...
- Aklımdaki Yılan ~ Hatice Meryem
Aklımdaki Yılan
Hatice Meryem
Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun kitabıyla “birinin karısı olma hallerini” iştahlı bir üslupla anlatan, İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar kitabıyla günümüz varoşuna...