Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Otto
Otto

Otto

Lisa St Aubin de Teran

“1934 yılında San Cristobal de Torondoy yakınlarında kayıp bir küçük köyde ağabeyimden on bir ay sonra doğdum. Ağabeyim ne kadar yakışıklıydıysa, ben de o…

“1934 yılında San Cristobal de Torondoy yakınlarında kayıp bir küçük köyde ağabeyimden on bir ay sonra doğdum. Ağabeyim ne kadar yakışıklıydıysa, ben de o kadar çirkindim. Kafamdan ayağımın ucuna kadar kapkara tüylerle kaplıydım ve bir çeşit maymunu andırıyordum. Her nedense kulaklarımın zarları doğumumu takip eden birkaç gün içinde patlamıştı. Mahalle doktoru muayeneden sonra anneme şöyle demiş: ‘Bu küçük çocukcağız çok yaşamaz, eğer yaşarsa da aptal ya da yarım akıllı olur.’ Ancak ailemin bütün umutlarına karşılık ağabeyim öldü ve ben hayatta kalmayı başardım.”Bu olağanüstü roman Castro’nun danışmanlığını yapan, Başkan Salvadar Allende’nin yakın bir arkadaşı olan ve İran’daki Kürt ayaklanmasının öncülerinden bir kadın ile evlenen bir devrimcinin gerçek hayatını sergilemektedir. Hayatında, lunaparklardaki çemberler gibi, sürekli olarak onun üstüne atılan öncülük görevleriyle altı çizilen bir dokunaklılık vardır. Kod adıyla Otto tümüyle şansına, kaderinin cilvesine ya da bir başkasının yaratımına hem KGB’nin hem de CIA’in düşmanı haline gelmiştir.
Venezüella’nın dağlarından Paris’in sokaklarına, Küba’nın kalbinden yağmurların ıslattığı Londra’ya uzanan bu müthiş ve mizahi yolculukta etkileyici bir adamın hayatlarının (en az dokuz) ve aşklarının (birkaç tane) hikayesi gözler önüne seriliyor.

Bölüm 1
Kanser mükemmel bir şeydir. Tıpkı et Coco gibi bir öcüye benzer; hani daha küçük bir çocukken annenin seni korkulmak için var olduğunu söylediği öcüye. El Coco çişe kalkacağın anı kollamak için yatağının altında saklanan, çişini altına yapmana ve bundan dolayı defalarca azarlanmana neden olan varlıktır. Çünkü o tarifsiz bir şekilde korkunçtur ve onun pençelerinden sakınmak için elinden ne geliyorsa, hatta elinden gelenden de fazlasını yapman gerekir.
Ei Coco asla görmediğindir. Onun gölgesini bir anlığına yakaladığını sanırsın, çalılıkların arasında gizlendiğini hissedersin, sinsi adımlarını ve nefes alıp verişini duyarsın. Ama onu asla göremezsin. Sonra büyür; Coco diye bir şeyin var olmadığını anlarsın, O artık sadece küçük kardeşlerini korkutmana yarayan bir öcüdür. Ona gülersin. Ve el Coco kanser hakkında bir şeyler duymaya başladığın zamanla neredeyse aynı dönemde hayatından çeker gider. Kanser el Coco’nun asla yapmadığı şeyleri yapar: Arkadaşları ve komşuları çalar, teyzeleri kaçırır ve onları daha zayii, daha güçsüz, daha sessiz ve korkmuş olarak geri yollar. Kurbanlarının geri dönüşüne karşın o yine sinsice sızar ve onları kapar götürür. El Coco size daha beşikteyken tanıştırılır ama kanser öyle bir kelimedir ki ağızdan çok az çıkar. Daha çok bildik bir bakış ya da kafa sallayış İle İfa de edilir. Kurbanlarını külle yıkar. Büyüdükçe ve cenazelerin aslında kuzenlerinizle oynama ve kaymaklı sıcak çikolata içip zencefilli kurabiye yeme fırsatı olmadığını anlamaya başladıkça, gördüğünüz açık tabutlardaki damgasını da tanımaya baslarsın 12. Dik başlı yaşlarınıza adım attığınızda kanserden korkmaya baslarsınız, onun yüzsüzlüğünden ve solgun griliğinden ürkersiniz. Onun kokusunu tanırsınız: Boğucu ve can çekiştirici kokusunu Yasa ya da itibara saygı duymaz. Bir yıl içinde hem Don Alfonso Linares’i hem de onun ahırındaki pislikleri temizleyen çocuğu alıp götürmüştü.
Eğer biri kanserse isimsizlesin Örtülü kelimelerle anlatılır. “O’ kasabada kovalamaca oynar ve biri “o’na yakalandığında, çok anlayışlı akrabalarından birkaçı dedikodularını yaparken ölüm sözcüklerini sansürden geçirirler. Çoğu zaman böylesine bir anlayışı göstermek aşın özen ister. İnsanların sinek gibi öldüğü bir hayatın yaşandığı bir yerde ölüme ölüm dışında başka ne denebilir ki? Böylece ölüm ağızlarda değiştirilip ufak parçalara bölündükçe sohbeti dinleyen kanserli kişi ve o öldüğünde onu en çok özleyecek olan kişi irkilir, ürperir ve korkudan tüyleri diken diken olur Kanser onlara gece, kahvaltıda, duşla ya da marketle gelir. Gelecektir, zaman ya da mekân onun için önemli değildir. Hiçbir şey onun kadar gönüllü ve hazır olamaz. Azrail başka hiçbir sekliyle bu kadar hazırlıklı olmamıştır. Böylece kanser korku ile eşanlamlı olur; öyle ki kanser başka hiçbir şeyle, hatta ölümle bile bu kadar yakın anlama sahip değildir.
En azından bu benim için böyleydi: Sonsuz bir korku. Ve size su kadarını söyleyeyim ki dünyada patolojik olarak benim kadar korkmuş belki birkaç çocuk daha vardır. Çocukluk korkuları konusunda en üst düzeyde uzmanlığa salı i binidir ama bu korku onlarla kıyas bile kabul etmez.
Korkuyu bir marka olarak kullanan başka şeyler de vardı tabii. Ve bu listeye işkenceyi ekleyemem desem yalan olur. İşkence bunun için çok güzel bir örnek. O hep sende kalır. “Kalkacak mı?’ gibi bir korku degil bahsettiğim. O daha çabuk atlatılabiliyor. Kalkmayan bir çükün korkusu, başını kaldırıp yıldızlara bakmayı unuttuğun zamanlarda ortaya çıkan, içinde saklı bir korkudur ve za manla çükünü kaldırmaya çalışmaktan vazgeçersin ve onu bu haliyle kabullenirsin. İktidarsızlık zaman zaman ortaya çıkan bir kaygıdır, işkenceyse ömür boyu süren bir tehdittir. Asıl sorunun acı olduğunu düşünüyorsunuzdur. Komik olansa sorunun acı olmadığıdır, sorun utançtır. Çünkü eğer bu daha önce başınıza hiç gelmemişse böylesine bir acıyı hayal bile edemezsiniz ve eğer bunu atlatmayı başarmışsanız hayatla kalabilmek için tümüyle unutmanız gerekir. Unutmalısınız. İşkence korkusu aslında kırılma korkusudur; alçaklığın farkına varmaktan, insanlıktan yoksun olmaktan, başkalarını yüz üstü bırakmaktan dolayı duyulan bir korku. Bu, utanma korkusudur.
Daha sonra, doğal olarak, işkence altındayken konuşmanız gerektiğini fark edersiniz. İnsan vücuduna yerleştirilen, yeteri kadar elektrottan yeteri kadar uzun süre elektrik verdiğiniz takdirde dünya üzerindeki bütün insanlar karşınızda bülbül gibi ölecektir, ilkinden sonra söylemenizin değil, söylediğinizin ne olduğunun önemini kavrarsınız. Bir iki isim saklamanız sizin görev anlayışınızın ötesinde bir hareket olabilir. İşkenceyle tanışıklık aşağılamayı doğurmaz ama onun sınırlarını ortadan kaldırır. İşkenceye maruz kaldıktan sonra hayatta kalabilmiş, iyileşebilmiş ve karabasanlarla yaşamayı ögrenebilmişseniz öyle bir hale gelirsiniz ki artık ondan o kadar da korkmadıgınızı anlarsınız. Onun karşısında neredeyse kayıtsız kalırsınız. Sonunda, baktığınızda Korku’nun en üst sırasında sadece “o’ vardır; kanser.
Kâğıtlar ne derse desin ben şeytanilikten uzak bir insanım. Tüm olumsuzluklara rağmen hayatta kalmayı başarmıştım. Bende şeytan tüyü vardı tu azından bunu söylerken haklı olduğumu düşünüyorum Doğduğumda, çocukluğumda, hastalıklarımda, ergenlik çağımda savaşta ve barışta hayatla kalabildim: Ben Allah’ın belası bir hamsterim. çemberin üzerinde elli yılı aşkın bir süre koştum; Venezuela, Macaristan, Uruguay, Paraguay, Peru, Küba, El Salvador, Cezayir, Paris. İtalya, iran ve Çin. Olabileceğinden çok daha fazla devrimin içinde yer aldım ve diyebilirim ki tüm olumsuzluklara rağmen hayatta kalmayı başardım.
Banka soygunlarından elde ettiğim paralan of(shore bankalarda sakladığım iddiaları tümüyle saçma. Sandıklar dolusu kitaplarımdan uzakta kiralık bir odada oturuyorum, hiçbir şeye sahip değilim, bir fasulyeye bile. 1992 senesinde Fransız Savunma Bakanlığı için zırhlı araç stratejisi konusunda düşüncelerimi paylaşmak için Paris’e çağrıldığımda şansıma inanamadım. Heyecan içinde geçen birkaç ayın ardından peşimden itaatkârların ve yalakaların dolaştığı üst düzey bir sivil hizmetli olmuştum. Paris’teydim ve artık bir kaçak değildim, saklanmıyordum ve sahte belgelerle dolaşmak zorunda değildim! Aslında her şey çok gizliydi ve beni her zaman küçümsemiş olan kapıcı bile, bir Arap’a benzememe rağmen, artık bana karşı saygıda kusur etmiyordu. Fransa’da olup da bir Arap’a benzemek pek de hoş bir şey değil. Ama çok gizli bir devlet pasaportuna ve (tüm hayatım boyunca ilk defa) yüklü bir maaşa sahip olunca Arap’a benzemem bir sorun yaratmıyordu.
Latin Mahallesi’nde ulak bir daire kiraladım ve daha önce gittiğim kafelere ve barlara sık sık gitmeyi sürdürdüm. Gösterişli bir takım elbise, altına bir çift düzgün ayakkabı ve özel günler için bir kravat aldım. Ayrıca düzinelerce kitap, güzel şaraplar ve kahvaltıda yemek için kekler aldım. Şansımın bu ani dönüşü başımı döndürmeye henüz başlamasına rağmen, boğazımdaki rahatsız edici bir gıdıklanmadan dolayı canım sıkılıyordu. Bu konularda pek dışa açılmadığımdan olsa gerek, uzunca bir süre boyunca ballı pastillerle durumu idare etmeye çalıştım. Ancak olan tek şey, gittikçe arttırarak aldığım pastillere bağımlı olduğumu fark etmekti. Ben konuşmaya alışkın bir insandım ve Paris de sohbetleri besleyen bir şehir. Barlarda saatlerce oturup her şey ya da hiçbir şey hakkında sonu gelmeyen muhabbetlerden yorgun düşmek gayet olağandı. Ve ben konuştukça gırtlağıma batan gıdıklanmayı daha çok hissediyordum.
Normal şartlar altında bir gıdıklanma ya da bir batma için doktora gitmeyi düşünmezdim. Hastalık bizim Venezuela’da pek sevdiğimiz bir şey değildi. Hasta olmak için kimse can atmaz. Doktor ücretleri oldukça yüksekti ve bir cenaze (cenaze arabası ve yiyecekiçecek için harcanan parayı da düşünecek olursak) birçok aileyi büyük maddi sorunlara sürüklemiştir. Sonra en basilinden hastalık kapma korkusu vardı. Benim geldiğim yerde biri kendini hasta hissettiğinde bu görmezden gelinir ve bu konuda asla konuşulmazdı. Ama artık evimde değildim: Fransız hükümetinin şımartılan misafiriydim ve bana sunulan tek hizmet şoförûm değildi; bir de kapsamlı sağlık sigortam vardı. Kendimi en ulak bir rahatsızlıklarında bile sızım sızım sızlanan, ayaklarındaki tırnak batıklarını, siğilleri, küçücük izleri abartarak bunlara yaptıkları müdahaleleri arkadaşlarına ve komşularına büyük ve önemli bir ameliyattan bahsederin işçe sine anlatan Valera’daki zengin teyzelerim gibi şımartmaya karar verdim. Teyzelerimin bazıları için hastalık hastası olmak hobi gibi bir şeydi. Kocaları ve hizmetkârları içinse oynadıkları bir oyundu; meşguliyet potansiyeli cilan bu bedenleri meşgul tutan zararsız ama pahalı bir oyun… Ama hu her iman ö nemsiz şeylerin oynandığı bir oyundu. Kurallar açıktı Dram ufak lekeler, yaralar, çizikler ve kontrol edilebilir şeylerle ilgili olduğu surece oynanabilirdi. Tabii bu meyanda gerçekte tropik hastalıkların kasabada kol gezmesi kesinlikle önemli değildi, bu konuda asla konuşulmazdı.
Paris’te bana sunulan şartlar, zenginlik ve yüksek pozisyon sayesinde şımarık teyzelerim gibi davranmaya karar verdim. Böylece gizlice beş yıldızlı bir otele benzeyen özel bir hastaneye gidip kulak, burun, boğaz uzmanına göründüm. Bakıp boğazımı temizledi ve daha sonra tekrar gelmemi söyledi.
Aynen dediği gibi yaptım ve sonuçlar için geri geldiğimde bana oturmamı önerdi.
Niye, diye düşündüm. Ne kadar saçma ve içinde alay barındıran bir öneriydi bu! Oturmak mı? Ben sadece şımarık bir oyun oynuyordum. Teyzelerim gibi değildim de aslında. Hayatımda ilk olarak vücudumdaki ufak tefek izlere bakar olmuştum ama açık konuşmak gerekirse bunları bir dramaya dönüştürme ihtiyacını hiç ama hiç duymuyordum. Tıbbi desteğe ihtiyacım olmasına rağmen gecelerimi ve gündüzlerimi ıstırap içinde geçirdiğim zamanlar olmuştu ve şimdi önemsiz bir batma için ünlü bir Parisli doktor beni kendi zamanını (ve tabii ki benim zamanımı da) boşa harcamaya davet ediyordu. Ona gülümseyip ne yapmaya çalıştığını anladığımı göstermek istedim: Ben hayali belirtiler denizinde kendine yol gösterecek birinin arayışında olan hastalık hastası zenginin teki değildim. Oturmayı kabul etmedim: Savunma Bakanlığında bir toplantıya yetişeceğimi ve şehir trafiğinin her zamanki gibi yogim olduğunu söyledim.
Paris’in üst tabakasına yakışır bir şekilde kısa ve öz bir hareketle doktor bana oturmamı tekrar ima etti. İnat ederek bu önerisini tekrar dile getirdikten sonra masasının arkasındaki duvara asılmış bir diplomaya baktı. Gözlerini takip ettim: Sorbonne’dan mezun olmuş, Bologna’dan da ikinci bir tıp diploması almıştı. Birçok serlifika da duvardaki diplomaların yanına yayılmıştı. Ortamı yumuşatmak için gösterdiğim çabayı görmezden gelmiş ve hâlâ oturmamı emredercesine kestane rengindeki deri koltuğa bakıyordu. Tavrından kuvvetini hissedebiliyordunuz ve bu kuvvetinin çoğu da doktorların doğuştan sahip oldukları otoritenin bir dışavurumuydu, onlar İlmin gaddar yüzleriydi. Tekrar konuştuğunda daha kısa ve daha öz bir üslup kullanarak değerli vaktini boşa harcamamamı ve oturup onu dinlememi söyledi. Sanki ben onu dinleyip oturana kadar zamanı dondurmayı ümit edermiş gibi bir hali vardı, (ladesi ise doktorlar en iyisini bilir ile merak arasında bir yerlerdeydi; örtülü bir askerî otorite ile kontrol altında tutmaya çalışılan bir zevk arasında. Zapt etmeye çalıştığı gülümsemesi yüzünün ekşimesine neden olduğunda yağmacı bir aşağılığa benzemişti. Aslında gülümseyen bir timsahtan ziyade bana Maurice Chevalier’yi anımsatmıştı. Tıpkı 1940’ların yıldızı gibi her an bir şarkı patlatacakmışçasına bakıyordu.
Uğursuz görünüşü ve sivri çenesi terbiyeli haliyle kaynaştığında kan ama yine de arkadaş canlısı tavrı arasındaki devasa uçurumda bir köprü görevi görüyordu ve kelimeler ağzından adeta dökülüyordu. Sanki söyleyeceklerindense, oturmamın ardından hissedeceği zafer duygusu onun için çok daha önemliydi. Sanki güçlü kaslarını gösterdiği anda benim ziyaretimin ilginçliği sona ermişti ve beni kükreyen bir aslandan uysal bir kuzuya dönüştürmüştü. Oturduğumda rahatlamamı bile beklemedi. Oldukça ataktı; koltuğa rahatlamak için değil tıbbi bir önlem amacıyla oturtulmuştum. Bo logna diplomasını incelemeyi bırakıp benim arkamda, benim ötemde bir yere odaklanmıştı. Ve ardından şöyle dedi:
“Ölmek üzeresin.”
Şaka mı yapıyordu? Şarkı mı söylüyordu? Ciddi miydi? Ona bakıp gözlerini benimkilerden kaçırmaya çalıştığını fark edince ciddi okluğunu anladım. Lalı dolandırmadan söyleyeceğini söylemişti, ama ya sonuç? Ölmekten korkmuyorum, o zaman da korkmuyordum. Tavrı, tekerleği yeniden icat etmişçesine bir kendini beğenmişlik barındırıyordu. Kendimi hiçbir zaman ölümsüz olarak düşünmemiştim hepimiz bir gün öleceğiz. Hatta o doktor bile gün gelecek gökyüzündeki o büyük kliniğe gidecekti Cümlesini bu sefer adımı da söyleyerek tekrarladı. Sonra ben ona baktım, o da kafamın ötesinde bir yerlere. Sessizliği boğucuydu. Ayağa kalkmak için hazırlandım ve kalktım, aklımda gideceğim askerî toplantı vardı yine süpersonik uçakların artıları ve eksileri konuşulacaktı ve gırtlağımda yine bir batma hissettim
Doktor için üzülüyordum. Sonlandıramayacağı bir konuya saplanmış kalmıştı. Yardıma ihtiyacı vardı. Ayağa kalktım, her ne kadar ayrıntıları merak ediyor da olsam gitmek istiyordum. Bu doktorun hiç teyzelerime göre olmadığını düşündüm. Teyzelerim uzun tıbbi açıklamalar beklerlerdi. Doktordan bana bir rapor yollamasını isteyecektim. Bologna ile ilgili bir iki saka yapacaktım ve ardından nutkunun tutulmasına neden her nerdeyse onu ununla baş başa bırakacaktım. Koltuktan yarım yamalak kalkınıştım ki vurucu darbeyi yaptı.
“Kansersiniz.”
Hayatımda ilk ve tek olarak söyleyecek hiçbir şeyim yoktu: Altıma sıçmamak için üstün, hatta hayatımda gösterdiğim en büyük çabayı gösteriyordu m. Kanserin yanında el Coco Mickey Mouse gibi kalmıştı. Bir Nazi’nin bir Yahudi’yi avladığı gibi kanser de beni avlamıştı. Gelmiş, yüzünü göstermiş ve gırtlağımı bir haçla işaretlemişti. Bir tek kelimeyle hayatım amacını yitirmişti ve kısa bir süre sonra sona erecekti.
Ya da ermeyecekti…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıOtto
  • Sayfa Sayısı574
  • YazarLisa St Aubin de Teran
  • ISBN9944986687
  • Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDHARMA YAYINLARI / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ben Olsaydım ~ Lisa DowBen Olsaydım

    Ben Olsaydım

    Lisa Dow

    Artık aşkı ve doğru adamı aramaktan vazgeçmiş bir kadın… ve sonrasında başına gelen tarjikomik olaylar… Kathryn (Kit) Jennings otuz yaşında, en yakın arkadaşı Mel...

  2. Miso Çorbasında ~ Ryu MurakamiMiso Çorbasında

    Miso Çorbasında

    Ryu Murakami

    Ryu Murakami, savaş sonrası Tokyo’sunun neon parlaklığındaki gecelerinin karanlık köşelerini gösteren şiddetli eserleriyle, modern Japon edebiyatının en önemli isimlerinden. Daha önce Yok Yere ve...

  3. Cadılar Dışarıda ~ Terry PratchettCadılar Dışarıda

    Cadılar Dışarıda

    Terry Pratchett

    “Hayal görmenin lüzumu yok,” dedi Havamumu Nine. “Her şey zaten yeterince kötü.” Birbirinden ateş, barut ve su kadar farklı olan üç cadı, zorlu bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur