Suç psikiyatristi olarak polise destek vermekte olan Claps’in suçluların davranış profilini inceleyerek olası şüphelileri tespit etmek gibi çetin bir görevi vardır. Ancak bu sefer ortadaki cinayet hiç de basit değildir. Karşısında acımasız, kararlı, unutulmak istemeyen ve şehrin korkulu rüyası olmayı amaçlayan bir seri katil vardır. Çözüm hep avuç içinde gibidir ama bir türlü ulaşılamamaktadır, aşılan her bir basamak katilin ininin derinliklerine dalmaktan başka bir işe yaramaz.
Polisle satranç oynayan bir seri katil… “Mario Mazzanti ilk kitabını en lezzetli malzemeleri karıştırarak hazırlamış: Satranç, edebiyat, sinema, opera ve asıl mesleği olan cerrahlık.”
Paperblog
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ve gerçeğin insanın en karanlık hırslarında gizlendiği nefeslerinizi kesecek bir gerilim romanı.
La Feltrinelli
Birinci Gün
9 Nisan Cuma
Akşam
Claps her akşam olduğu gibi şehrin sinir bozucu trafiğini ardında bırakmış yaşlı Mercedes’i ile taşrada neredeyse asillere yaraşır bir edayla sakince yol alıyordu. Eve dönerken tercih ettiği gidiş şekli buydu: Sürüşe dikkatini farkında olmayacak kadar az vereceği bir hızda, sanki varacağı yere araba onu zekâsıyla kendi başına götürüyormuş gibi.
Yolu neredeyse hiç görmüyordu, berrak Nisan akşamının aydınlık havası yanından geçip gitmekte olan tarlaların yarı karanlığıyla çelişiyordu.
Her yeni günün bitiminde bir gezginin belirsiz sınırları içinde olabildiğince kalmak Claps için bir gereklilik gibiydi: Düşünmemek ve zihnin derinliklerindeki binlerce gürültünün arasında süzülmek.
Bütçeler yok, projeler yok.
Hatırlamak yok.
Etrafını hiç göremiyordu ama hissediyordu, o bunu daha çok kokulan dinleyip hissetmek olarak adlandırıyordu; etrafta akan görüntüleri desteklemek, onları gerçek bir beden içine sokmak için kokular vazgeçilmezdi. Tıpkı bir orkestradaki baslar gibi. Sadece birkaç hafta, diye düşündü; birkaç halta içinde otların kokusu her şeyin üstüne çökecek.
Araba yolun sonundaki küçük bir tümseğin üstünden zıplayarak geçtikten sonra yalpalamaya başladı. Kafasını memnuniyetsizce çevirdi ve direksiyonun arkasında kalmış bir ışığın yandığını gördü: Yine “çok akıllı” süspansiyonların yağ pompasında kaçak vardı ve bu da amortisörlerin desteklenmesini engelliyordu. Tamir edilmesi için bin avrodan daha fazla harcamak gerekecekti.
Arabası büyük silindirli, ikinci el ve on yaşını aşan bir Mercedes’ti. Bu tipteki konforlu ve büyük araçlar hoşuna gidiyordu. Yüzlerce ve binlerce kilometre yapabilirlerdi, eski bir lüks anlayışıyla hazırlanmış ve artık modası geçmiş modellerdi. İş arkadaşlarının dediği gibi tıpkı bir Çingene arabasına benziyordu ama belli bir yere kadar. Süspansiyon pompalarındaki bu arıza arabanın iki aylık bir zaman içerisinde çıkardığı üçüncü büyük arızaydı. Belki de artık yeni bir araba almanın vakti gelmişti, içinde her türlü konforlu aksesuarıyla park etmesi çok kolay olan şu küçük Japon arabalarından. Ama sorun Mercedes’i satmaktı. Bir galeri sahibi ona sabırla beklemek, arabayla gerçekten ilgilenen ve bu modelin tutkunu olan birini bulmak gerektiğini söylemişti. Tıpkı benim gibi bir sazan, diye düşünmeden edemedi Claps.
Neredeyse adım adım ilerleyen ve olabildiğince yolun sağından gitmeye çalışan bir kamyonete ulaştı. Mercedes, Claps farkına bile varmadan uzun bir çizgi üzerinde ilerleyerek kamyoneti geçti.
Adamın elleri, sanki havada asılı kalmış gibi uzun sure öylece titreyerek durdu.
Aynada, tıraş köpüğüyle kaplı yüzünü ve iki yanında sallanmakta olan ellerinin yansımasını görüyordu, sağ elinde bir ustura vardı.
Ateşli gözlerine baktı, çok vakit yoktu ne de olsa. Farklı bir heyecan ya da onu ayıltacak bir enerji hissetmek zorunda mıydı? Ya da biraz korku mu duyuyor olmalıydı? Bu heyecan dalgası arasına dikkatle gizlenmiş ama şiddetli bir yumruk darbesine benzeyen bir korku.
Oysa hiçbir şey yoktu, bunlardan hiçbirini hissetmiyordu.
Kendini, sürekli planını tekrar kontrol ederken buluyordu. İçinde anlamını yitiren bir ayin gibi ritmik ve sürekli bir tekrar hâlini almıştı ve bunun duygularını bastırdığını hissediyordu, gerçek hayatı belirsiz kılan bir perde gibi. Birinci hamle, ikinci hamle ve üçüncü hamle… Ve sonra tekrar birinci hamle, ikinci hamle, üçüncü hamle… Tıpkı bir satranç maçı gibi.
Tıraşı bırakıp yüzünü bol suyla duruladı, bu işi neden böyle alışılmadık bir saatte yaptığını hiç bilemiyordu. Evin duvarları arasında bir gölge gibi dolaştı. Pencereden yeni çökmüş gecenin ışıklarına baktı. Sonunda kendini bir koltuğa bıraktı ve karanlık ortamda yavaş yavaş rahatladı. Bileğindeki saati yavaşça çıkarıp dikkatle koltuğun koluna koydu. Çok az vakit kalmıştı.
Birinci hamle, ikinci hamle, üçüncü hamle… Şah mat!
İşte hepsi bundan ibaretti: Bir kombinasyon, rakibe savunma için hiçbir alternatif bırakmayan ve engellenemeyen bir zaferle sonuçlanan hamleler bütünü, şah ve mat!
Şah mat… Şah mat… Şah mat…
O gece böyle olacaktı.
Şah ve mat!
Claps, uzun Mercedes’ini konağın önündeki araba yoluna zorlukla soktu. Her gün, büyük şehrin arkasında boylu boyunca sıralanan bu küçük kasabaları geçerek işinden evine kadar yaptığı yol çok da uzun değildi, toplaşan yarım saati geçmezdi. Taşınalı neredeyse üç sene olmuştu ve her gün yaptığı bu kısa yolculuk, sakinleştiricilerin yarattığı ağır uyku hâliyle birleşip üstüne çöken gerçekle arasında bir ateşkes sağlıyordu. İlk zamanlarda bu kısa araba yolculuğunu keyifli bile buluyordu; insanlıktan yoksun, karmakarışık ve sıkıcı şehrin alışıldık büyük labirent yollarındansa bu daha iyiydi: Sarkmış ve yorgun suratlar, üzgün ve sinirli gülümsemeler, arada belki de tehlikeli birileri.
Oysa bu kısa yolculuk her ateşkes gibi, yapay bir kayıtsızlık yaratmak için gerekli olan zamanı sağlıyordu.
Claps elindeki uzaktan kumandaya bastı ve kapalı garajın kapısı açıldı, arabasını içeri soktu.
İki araçlık bir garajdı, onun gereksinimleri için çok büyüktü tıpkı Mercedes ve bu ev gibi. Bu evi aldığında büyüklüğü en azından bir anlam taşıyordu, bir karısı vardı. Şimdi ise sadece uyumak için kullanacak başka bir yer de bulabilirdi.
Garajın kapısını kapattı, alarmını çalıştırdı, evin giriş kapısına kadar üç beş adım yürüdü, şifreyi girerek hırsız alarmını kapattı, anahtarlarını kilide soktu ve kapıyı açtı.
Titizlikle her günkü hareketlerini tekrarlayarak girdiği evde karşısına çıkanlar hoşuna gitmedi. Duvarlar çok beyazdı ve sonra yeninin o soğuk kokusu: Çok yeninin, hiç kullanılmamışın kokusu.
Elbette yeniydi… Sadece üç yıldır orada yaşıyordu.
Nihayetinde her şey bir yankıdan, ayak ve hareketlerinden çıkan seslerden, mobilyaların soğukça sergilenmesinden başka bir şey değildi; işte içinde bulunduğu yer ona böyle geliyordu.
Claps yalnızdı hem de çok yalnız. Ama bu yalnızlığı çok sürmeyecekti, ertesi güne randevu almak için bir telefon görüşmesi yapacaktı.
Gece
Greta Alfıeri çalıştığı televizyondaki haber programının yöneticisi Federico Montanari’nin onunla neden evinde görüşmek istediğini çok iyi biliyordu. Zaten Greta’nın da istediği buydu. Sonuçta kariyeri söz konusu olduğunda, bunun uğruna girmek zorunda kaldığı yatakların pek bir önemi yoktu. Şansı daha tam dönmemişti ve bundan dolayı Montanari’ninki önemli bir yataktı. Ülkede üç büyük yayın ağı vardı: izleyici sayısı gün geçtikçe düşen devlet kanalları, gerçek rakipleri olan Mediaset ve izleyici çoğunluğunu elinde bulunduran onların kanalı Live Net. Yeteneklerine güveniyor olsa bile tek kaygısı, patronunun isteklerini tatmin edemeyerek bu cinsel birliktelikten memnun kalmama olasılığıydı.
Aslında o akşam çok şanssız olduğu da söylenemezdi. Diğer yöneticiler ve çalışanlarla karşılaştırıldığında Montanari en azından genç ve yakışıklı bir erkekti. Maalesef biraz boş biriydi ama her zaman zeki ve başarılı görünmeye çalışırdı. Normalde böyle bir gece geçirmek için Montanari ona koşarak giderdi ama televizyon dünyası farklıydı; hem adamın yönetici kimliğinden dolayı Greta onun ayağına gidiyor olmayı sorun yapacak durumda değildi.
Montanari girizgâh yaparak vakit kaybetmedi, tek bir kelime etmeden ona arkasından sarılarak boynunu öpmeye başladı, kısa sürede ellerini göğüslere doğru kaydırıp rahat bir hareketle bluzunun ve sütyeninin altına soktu, sıcak kadifemsi tenini okşamaya başladı.
Greta Alfıeri hafifçe eğilerek sırtını ona dayadı, “önce bana içecek bir şeyler ikram edebilirdi pis domuz!” diye düşündü.
Montanari arkadan sıkıca tutmaya devam ederek onu yatak odasına doğru götürdü. Odaya vardıklarında adamın elleri kadının bacaklarına doğru inip sonra tekrar eteğinin altından yukarı doğru çıkmaya başladı. Kadının tenine dokununca beklenmedik, memnun bir ifadeyle konuştu:
“Jartiyer! Çekici ve seksi naylondan, ipeksi tene… Ve oradan da cennete geçiş. Söylenecek hiçbir şey yok, kültürlü bir sürtüksün sen.”
“Canın cehenneme!” diye düşündü Greta, bir yandan da adamın daha çok heyecanlanması için istediklerini yapmasına yavaşça izin veriyordu. Sonrasında ise durumun kontrolünü ele alma vakti gelecek, onu bir heyecan ve zevk fırtınasıyla sarsacaktı.
Yatağın üstüne oturup eteğini sıyırdı. Adamın öpücüğüne neredeyse abartılı denebilecek yapmacık bir tutkuyla karşılık verdi, öpüşleri hiç bitmeyecek gibiydi. Gün içinde inanılmaz sayıda şeker tüketen Montanari nane kokuyordu: Nane ve güç. Ellerinden birini uzatıp yavaşça kadının göğüslerini açtı. îşte harekete geçme vakti neredeyse gelmişti. Greta onu, üstüne çekti.
Montanari ürperdi. Greta, “Esas gösteri şimdi başlıyor tatlım!” diye düşündü.
Beklenmedik bir şekilde Montanari kendini geri çekti, kadın şaşkın ve kaygılı bakışlarla bir süre hareketsiz kaldıktan sonra düşünceli bir ifadeyle sordu:
“Ne oldu şimdi? Yanlış bir şey mi yaptım?”
Montanari kadının kulağına fısıldayarak tekrar üstüne çıktı.
“Henüz değil Greta… önce senden benim için bir şey yapmanı isteyeceğim. Biraz farklı bir haz, küçük bir sapıklık diyebilirsin…”
Kadının bedeninin irkildiğini fark ederek devam etti: “Korkma, öyle önemli bir şey değil, sadece fotoğraf çekeceğim, birkaç poz, artistik pozlar.”
Greta Alfıeri nane kokulu nefesi boynunda hissediyordu. “Kendin gibi sapık arkadaşlarına göstermek için mi?” dedikten sonra gülümsedi. Daha kötü bir teklif bekliyordu.
“Belki birilerine gösteririm ama korkma seni tanıyamazlar… Çekmek istediğim tam olarak yüzün değil.”
“Birilerinin beni tanıması eğlenceli olabilirdi!”
Greta adamı bilerek takındığı baştan çıkartıcı bakışlarla süzerken yatakta doğrulup oturdu.
“Hadi ama, bu oyun hoşuma gitti. Fotoğraf makineni al ve nasıl poz vermem gerektiğini söyle.”
Montanari başka bir odaya gitti ve birkaç saniye sonra elinde polaroid fotoğraf makinesiyle geri döndü.
“Tamamen çıplak mı olmam gerekiyor?”
“Sadece çorapların ve ayakkabıların kalsın. Yatağa uzan, aferin sana işte böyle… Bacaklarını aç, biraz daha lütfen…” Greta’nın gözleri makinenin flaşıyla kamaştı. İtiraf etmesi gerekirse durumdan hiçbir memnuniyetsizliği yoktu, tenini gıdıklayan bir heyecan hissediyordu.
Ardı ardına birkaç tane daha poz çekildi. Tıpkı puslu bir fantezi gibi birkaç saniye içinde fotoğraf kâğıdının üzerinde Greta Alfıeri’nin vücudunun bir parçası ortaya çıkıyordu. Resmin kesiti müstehcen olduğu kadar kendine özgüydü ve soyut bir tablo izlenimi uyandırıyordu.
“Ve şimdi sonuncusu, en önem verdiğim bu…” Montanari’nin bakışları ateşliydi, sesi heyecandan kesiliyordu. “Dön Greta, dirseklerinin üstüne dayanarak dört ayak üstünde dur.”
“Düşündüğüm şeyin fotoğrafını çekmek istemeyeceksin diye umuyorum…”
“Apollinaire’nin dizelerinde yazdığı gibi; ‘zevkin son durağı.’ O, en gizli ve en çok istenen şey.”
Makinenin flaşı tekrar patladı.
Greta yüzünü döndü. Montanari’nin yüzünde fantezinin verdiği zevkle etin tadına karşı artık dizginleyemediği arzu arasında kalmanın verdiği şaşkın bir ifade vardı. Greta yavaşça adama yaklaştı.
“Oyun zamanı bitti, artık şu işi gerçekten yapalım…”
Adriana Maggesi darbenin şiddetiyle yere düştü.
Bilincini tümüyle kaybetmedi ama zihni sersem ve kendine güvensiz bir şekilde işlemeye başladı. Uyum sağlayamıyor ve etrafında olup bitene anlam veremiyordu. Sanki bir tokmak darbesiyle çıkan gonk sesiyle her şeyin bir uyum içerisinde titremesi gibi.
Ne kadar olduğunu bilemediği bir süre sonra içinde kendini önünde beliren siyah uçuruma bırakmama isteği yeşerdi, hâlâ düşüncelerini bir sıraya dizemiyordu. Her çabası kendisini boğan o karaltıdan kurtulmak içindi.
Sıcak bir şey kafasını ıslatıyordu, yoğun ve üstünü boyayan bir sıvıydı bu…
Evet ya! Yeni bisikletiyle bahçede gezerken düşmüştü Şimdi annesi doğal olarak sinirlenecekti, elbiseleri toz toprak içinde kalmıştı ve belki de dirsekle dizlerinden akan kanla lekelenmişti. Elbiseyi çok net görüyordu, renkli küçük çiçek motifleriyle bezenmiş beyaz bir elbise, annesi elbiseyi dolaptan çıkardığında burnuna gelen temiz çamaşır kokusunu hatırladı.
Önünden bir gölgenin geçtiğini gördü: Annesi yardımına koşmuştu…
Ama hayır, Tanrım hayır! önündeki o şaşkın gölge annesi olamazdı. Birden hatırladı, annesi öleli neredeyse beş yıl olmuştu.
Gerçek, onu aldığı vahşi darbe kadar sarstı. Adamın kendisine yaklaştığını net bir şekilde gördü, elinde parlak ve keskin bir şey vardı…
Bağırmak, kaçmak istedi.
Sadece hıçkırabildi:
“Lütfen… Lütfen…”
Sonra ikinci darbeyi hissetti.
İlkinden çok farklıydı, bu sefer her şeyi anladı. Bıçağın ucunun bedenine girerken zorlanarak durduğunu, yeni bîr enerjiyle liflerini gererek sonunda etini parçaladığını net bir şekilde hissetti.
Acı hissetmediği için şaşıracak vakti olmadı, hemen sonra bir darbe daha aldı ve sonra bir tane daha ve bir tane daha… Göğsü parçalanana kadar.
Ölene kadar dört darbe sayabildi, bir yandan da “Yeter… Yeter…” diye düşünüyordu. Burun deliklerinde ise hâlâ o küçücük elbisesinin kokusu vardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıŞah Mat
- Sayfa Sayısı512
- YazarMario Mazzanti
- ÇevirmenGüliz Akyüz Yıldırım
- ISBN6053844334
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviSonsuz Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayvan Mezarlığı ~ Stephen King
Hayvan Mezarlığı
Stephen King
“Kutsal Mezarlığa gömülen ölüler, kısa sürede yeniden hayata dönerler.” -Bir Kızılderili İnancı- Dr. Louis Creed ve ailesi eski kızılderili mezarlığındaki ruhların gazabına uğramışlardı… Bunun...
- Deniz Katedrali ~ Ildefonso Falcones
Deniz Katedrali
Ildefonso Falcones
14. yüzyıl İspanyasında feodal beyinden kaçan bir serf. Kıtlık, veba ve yasak bir aşk… Şehrin büyük bir özveriyle inşaatında çalıştığı Deniz Katedrali’nin gölgesinde, özgürlüğünü...
- Mahrem Macera ~ Cheıkh Hamidou Kane
Mahrem Macera
Cheıkh Hamidou Kane
“Bir sabah büyük bir gürültüyle uyanan tek ülke değildi Diallobe ülkesi. Tüm siyah kıta gürültülü sabahı yaşamıştı bir bir. Garip bir şafaktı! Batı’nın sabahı,...