Ernest Hemingway için savaş, çok önemli bir konudur. Hemingway savaşı, yaşayarak yazar romanlarında/öykülerinde; o inanılması güç öldürücü koşullarını okuyucusuna da yaşatır.
SİLAHLARA VEDA, Hemingway’in en önemli romanlarından biridir. Romanda, sıcak savaşın ortasında iki genç insan hem kendi sevgi dolu dünyalarında, hem de savaşın her şeyi yerle bir eden acımasız dünyasında yaşarlar; bütün zorlukları aşarlar sevgileriyle. Bir yanda insanı yok eden savaş, bir yanda insanı insan yapan sevgi… Yaşama sevinci… Bu çelişkili yaşam içinde bu iki insanı çeke sürükleye götüren olaylar… Romanı en güzel savaş romanlarından biri yapan bir sonuç…
Hemingway, SİLAHLARA VEDA’da olağanüstü gözlemleri ve yazın tekniğiyle başarının doruğuna ulaşır, ününe ün katar. Başka savaş romanları da yazan Hemingway, yazarken yalnız savaşı anlatmakla kalmaz, kendi dünya görüşü doğrultusunda savaşın insan yaşamına olan tüm olumsuz etkilerini de vurgular kitaplarında.
SİLAHLARA VEDA, Hemingway’in Bütün Eserleri dizisinde önemli yer tutacak, ilgi ve beğeniyle okunacak bir başyapıt.
***
BİRİNCİ BÖLÜM
1
O yıl yaz biterken, ırmakla ovanın üzerinden dağları gören köyün bir evinde kalıyorduk. Irmak yatağında, güneşte kupkuru, bembeyaz olmuş çakıllarla kayalar vardı; su duruydu, hızla akardı ve derin yerlerde masmaviydi. Askerler evin yanından geçerler, yoldan aşağı inerlerken kaldırdıkları bembeyaz toz, ağaçların yapraklarını örterdi. Ağaçların gövdeleri de tozluydu. O yıl yapraklar, erkenden döküldü; yol boyunca yürüyen askerleri, kalkan tozu, rüzgârdan savrulan yaprakların düşüşlerini, askerlerin yürüyüşlerini ve onlar geçip gittikten sonra dökülmüş yapraklar dışında, çıplak ve bembeyaz kalan yolu seyrederdik.
Verimli ovada pek çok meyve bahçesi vardı, ovanın ötesindeki dağlar da çıplak ve kahverengiydi. Dağlarda çatışmalar olur; geceleri topçu ateşinin parıltılarını görürdük. Karanlıkta yaz şimşekleri gibi gelirdi bunlar ama, geceleri serindi ve bir fırtınanın yaklaştığı izlenimini edinmezdi insan.
Kimi zaman karanlıkta askerlerin pencerenin altından geçişlerini, traktörlerin çektiği topların gürültülerini duyardık. Geceleri bu gidiş gelişler, epey yoğun olurdu. Yollar, heybeleri cephane sandıklarıyla yüklü katırlar, insan taşıyan gri kamyonlar ve üzerleri brandayla örtülü yük kamyonları ile dolar taşardı. Gündüzleri traktörlerin çektiği büyük toplar da görürdük; topların uzun namluları yeşil dallarla örtülmüş olurdu; traktörler de yeşil yapraklı dallar ve sarmaşıklarla gizlenirdi. Kuzeye doğru baktığımızda vadinin ötesinde kestane ağaçlarından bir orman, onun ardında da nehrin bu yakasında bir dağ daha görünürdü. O dağda da çarpışma vardı ama başarısızdı bu; sonbahar yağmurları başlayınca, kestaneler, yapraklarını döküp çırılçıplak kalırlar, gövdeleri yağmurdan kapkara kesilirdi. Bağlar da verimsizleşmiş, asmaları kupkuru kalmıştı; her taraf ıslak, kararmış ve ölüydü sonbaharda. Irmak üzerinde sis, dağlarda bulutlar vardı; kamyonlar yollardaki çamurlara batıyorlardı; askerler, pelerinleri içinde ıslak ve çamurluydular. Palaskalarının önündeki ince uzun 6.5’luk mermilerin bulunduğu deri kutular, pelerinlerini öyle şişiriyordu ki, yoldan geçerken altı aylık hamile kadınları andırıyorlardı.
Hızla geçen ufak gri arabalarda genellikle, sürücünün yanında bir subay, arkada da yine birkaç subay olurdu. Bu arabalar, kamyonlardan daha çok, çamur sıçratırlardı; arkadaki subaylardan biri çok ufak tefekse, yalnızca şapkasının tepesini ve daracık sırtını; seçebileceğiniz kadar ufak tefekse ve iki generalin ortasında oturuyorsa, araba da çok hızlı gidiyorsa, bunun Kral olduğunu anlardınız. Kral, Udine’de oturur ve durumun nasıl olduğunu görmek için her gün, bu tarafa gelirdi. Durum da hep kötü gidiyordu.
Kış başında sürekli yağmurlar, yağmurlarla birlikte de kolera başladı. Ama, salgın önlendi ve sonunda askerden yalnızca yedi bin kişi öldü.
2
Ertesi yıl pek çok zafer kazanıldı. Vadinin ötesindeki dağ ile kestane ormanının bulunduğu tepe de ele geçirildi; güneyde, ovanın ardındaki yaylada zaferler kazanıldı; biz de ağustosta ırmağı aşıp Gorizia’da, çevresi duvarla örtülü, bahçesinde gölgelikli kalın ağaçlarla bir havuzu bulunan ve bir duvarı mor sarmaşıkla kaplı bir eve yerleştik. Artık savaş, hemen ötemizdeki dağlarda, bir mil ötemizdeydi. Kasaba güzel, evimiz de rahattı. Irmak arkamızdan geçiyordu; kasaba pek kolay ele geçmişti ama, ardındaki dağlar aynı kolaylıkla alınamıyordu. Ben, Avusturyalıların savaş sona erdiğinde kasabaya gelmek istiyor görünmelerine pek seviniyordum, çünkü kasabayı yok etmek için bombardıman etmiyorlar, yalnızca askeri yöntemlerle hafifçe top ateşine tutuyorlardı. Kasabada yaşayanlar vardı; hastaneler, kahveler, yan sokaklarda top arabaları, biri erler, öteki subaylar için iki genelev vardı. Yaz sonunda başlayan serin geceler, kasabanın ardındaki dağlarda süren savaş, demiryolu köprüsünün mermi izleri taşıyan demirleri, ırmağın yanında çarpışmanın olduğu çökmüş tünel, meydanın çevresindeki ağaçlar, meydana açılan ağaçlıklı yollar; bunların yanısıra kasaba kızları, arabasıyla geçen Kral, kimi zaman Kralın yüzünün, uzun boynunun, keçi sakalı gibi ağarmış sakalının görünmesi; sonra bombardıman sonunda duvarlardan biri çökmüş evlerin içleri, bahçelerde, kimi zaman sokaklarda moloz yığınları, Carso’da işlerin iyi gitmesi, köyde geçirdiğimiz bu sonbaharı, geçen sonbahardan epey değişik kılmıştı. Savaş da değişmişti artık.
Kasabanın ardındaki dağı örten meşe ağaçları yok olmuştu. Kasabaya yazın geldiğimizde orman yemyeşildi; şimdi ise yalnızca devrilmiş kütükler, ağaç gövdeleri, toprakta açılmış çukurlar vardı. Sonbahar sonunda bir gün meşe ormanının olduğu yere gittiğimde, dağların üstünden yaklaşan bir bulut gördüm. Çok hızlı geliyordu bulut, güneş donuk sarı bir renk aldı, sonra her şey karardı, gökyüzü kapandı, bulut birden dağa çöktü, çevremizi sardı ve kar yağmaya başladı. Kar, rüzgârda savruluyordu; çıplak yer bir anda örtülmüş, ağaç gövdeleri beyazlığın içinden fırlamıştı, topların üstü de karla kaplıydı, siperlerin arkasındaki helalara giden yollar vardı, karın içinde.
Daha sonra kasabaya indiğimde, subay genelevinin penceresinden seyrettim, yağan karı. Bir dostumla oturmuş bir şişe Asti içiyor ve ağır ağır ama, lapa lapa yağan kara bakıp o yılın da sonunun geldiğini düşünüyorduk. Irmağın ötesindeki dağlar ele geçirilmemişti; o dağların hiçbiri ele geçirilmemişti. Hep gelecek yıla kalmıştı, bunlar. Dostum, çamurlara batmamak için dikkatle önüne bakan birlik papazımızı görünce, cama vurdu. Papaz başını kaldırdı, bizi görünce gülümsedi. Arkadaşım içeri gelmesini işaret etti. Papaz, başını sallayıp yoluna devam etti. O akşam yemekte makarna verdiler, herkes çabuk çabuk ciddiyetle yiyordu makarnasını; çatalla bir tutam alıp çatalı havaya kaldırıyor, sonra da ağzına götürüyordu, ya da sürekli çatallayıp emenler de vardı; hasır kaplı galonluk şişelerden şarap da içiyorduk; madeni bir yuvaya oturtulmuştu şişe, işaretparmağınızla boynunu tuttunuz mu duru kırmızı, yanık ve şahane şarap aynı elle tutulan kadehe doluyordu. Yemekten sonra yüzbaşı, papazla dalga geçmeye başladı.
Gençti papaz; kolaycacık kızarıyordu, üzerindeki üniforma bizimkinden farksızdı; ancak gri ceketinin sol üst cebi üstünde koyu kırmızı kadifeden bir haç vardı. Yüzbaşı benim anlamam için, söylediklerinin hiçbirini kaçırmadan çok iyi anlayabilmem için, bozuk bir İtalyancayla konuşuyordu.
Papazla bana bakarak, “Papaz bugün kızlarla” dedi. Papaz gülümsedi, kızardı, başını iki yana salladı. Yüzbaşı sık sık takılırdı kendisine.
“Doğru değil mi?” diye sordu yüzbaşı. “Bugün papazı, kızlarla gördüm.”
“Hayır” dedi papaz. Öteki subaylar, pek hoşlanmışlardı bu durumdan.
“Papaz kızlarla değil” dedi yüzbaşı. “Papaz hiç gezmez kızlarla” dedi sonra bana dönüp. Kadehini alıp doldurdu, gözlerini gözlerimden ayırmadan, ama papazı da gözden kaçırmadan.
“Papaz her gece beşe karşı bir.” Masadaki herkes güldü, buna. “Anladın mı? Papaz her gece beşe karşı bir.” Eliyle yaptığı bir işarete yine güldü, hepsi. Papaz, bunu, bir şaka olarak kabullendi.
“Papaz, savaşı Avusturyalıların kazanmasını istiyor” dedi binbaşı, “Franz Josef’i çok seviyor. Paranın kaynağı orası tabii. Ben dinsizim.”
“Kara Domuz’u okudunuz mu hiç?” diye, sordu teğmen. “Size bir tane bulayım, benim inancımı sarsan, o kitap oldu”
“Pis ve aşağılık bir kitap” dedi papaz. “Gerçekten beğenmemişsinizdir”
“Çok değerli” dedi teğmen. “Papazları anlatıyor. Hoşlanacaksınız” dedi bana. Papaza bakıp gülümsedim, o da mum ışığının ardından gülümsedi bana. “Sakın okumayın” dedi.
“Ben size alırım” dedi teğmen.
“Bütün düşünen insanlar dinsizdirler” dedi binbaşı. “Ama ben. Masonlara inanmam.”
“Ben inanırım” dedi teğmen. “Soylu bir kurumdur.” Birisi içeri girerken açılan kapıdan dışarda, kâr yağdığını gördüm.
“Kar başladığına göre, saldırılar kesilir artık” dedim.
“Elbette” dedi binbaşı. “İzne çıkmalısın şimdi. Roma’ya, Napoli’ye* Sicilya’ya gidin”
“Amalfi’ye gitmeli” diye atıldı teğmen. “Amalfî’deki aileme bir kart yazarım, sizi kendi oğulları gibi karşılarlar.”
“Palermo’ya gitmeli.”
“Kapri’ye gitmeli mutlaka.”
“Abruzzi’yi görüp Capracotta’da ailemi ziyaret etmenizi isterdim” dedi papaz.
“Şuna bak, kalkıp da Abruzzi’den söz etmez mi? Orada buradan çok kar vardır. Üstelik o, köylü görmek istemez ki. Bırak da gidip kültür ve uygarlık merkezlerini görsün.”
“Kız gerek ona. Sana Napoli’de bazı yerlerin adreslerini veririm. Güzel genç kızlar… yanlarında anneleri. Ha, ha, ha!”
Yüzbaşı papaza bakıp bağırdı: “Papaz, her gece beşe karşı bir!” Yeniden güldüler.
“Bir an önce izne çıkmalısınız” dedi binbaşı.
“Ben de sizinle gelip sizi gezdirmek isterdim” dedi teğmen.
“Dönüşünüzde bir de gramofon getirin.”
“İyi opera plakları da.”
“Caruso’yu getirin.”
“Caruso istemez, böğürür durur, o.”
“Sen de onun gibi, böğürmek istemez miydin?”
“Böğürüyor diyorum işte. Böğürüyor diyorum size!”
“Abruzzi’ye gitmenizi isterim” dedi papaz. Diğerleri bağırıyorlardı. “İyi avlanabilirsiniz orada. Hava soğuktur ama kuru ve temizdir; insanlarını da seveceksiniz. Babam ünlü bir avcıdır.”
“Haydi, kapanmadan önce geneleve” dedi binbaşı.
“İyi geceler” dedim papaza.
“İyi geceler.“
3
Cepheye döndüğümde hâlâ o kasabada kalıyorduk. Bahar gelmişti artık, çevrede de daha çok top vardı. Tarlalar yemyeşildi, asmalar da yeşil yeşil filizlenmişti; yol kenarındaki ağaçlar, küçük yapraklarla doluydu, denizden de hafif bir rüzgâr esiyordu. Ardındaki, yamaçları hafifçe yeşillenmiş kahverengi dağların olduğu tepelere yaslanmış kasabayı ve eski kaleyi gördüm. Kasabada daha çok top vardı şimdi; birkaç tane de yeni hastane, sokaklarda İngiliz erkekleri, arasıra da İngiliz kadınları görülüyordu; top ateşiyle birkaç ev daha yıkılmıştı. Hava ısınmıştı, bahar gibiydi; duvara vuran güneşten ısınmış ağaçlıklı yoldan geçince, hâlâ eski evde kaldığımızı ve her şeyin benim bıraktığım gibi olduğunu gördüm. Kapı açıktı, dışarda güneşin altındaki bir sırada bir asker oturuyor, yan kapının önünde bir cankurtaran arabası bekliyordu; içeri girdiğimde mermer yerlerin ve hastanenin kokusu çarptı burnuma. Her şey bıraktığım gibiydi; yalnız şimdi bahar gelmişti. Büyük odanın kapısından başımı uzattığımda binbaşının masası başında oturduğunu gördüm; pencere açıktı, güneş ışığı içeri doluyordu. Binbaşı, beni görmemişti; içeri girip geldiğimi mi söylesem, yoksa yukarı çıkıp temizlensem mi diye bir karar veremedim. Sonunda yukarı çıktım.
Teğmen Rinaldi ile paylaştığım oda avluya bakardı. Pencere açıktı, yatağım yapılmış, üstüne battaniye serilmişti, uzun bir teneke kutu içindeki gaz maskemle, çelik miğferim duvarda aynı çiviye asılıydı. Yatağımın ayak ucunda yassı sandığım duruyordu; derisi yağla parlatılmış kışlık çizmelerim, sandığın üstündeydi. Mavileşmiş sekiz köşeli namlusu, koyu cevizden insanın çenesine rahatça oturan koruyucu dipcikli Avusturya yapısı avcı tüfeğim, yatakların arasına asılmıştı. Buna uyan dürbünün, sandığa kilitli olduğunu hatırladım. Teğmen Rinaldi, öteki yatakta uyuyordu. Benim içeri girdiğimi duyunca, uyanıp doğruldu.
“Ciaou!” dedi. “İznin nasıl geçti bakalım?”
“Şahane.”
El sıkıştık, kolunu boynuma dolayıp öptü beni.
“Öff!” dedim.
“Leş gibisin” dedi. “Git yıkan. Nereye gittin, neler yaptın bakalım? Bana hepsini anlat haydi.”
“Gitmediğim yer kalmadı. Milano, Floransa, Roma, Napoli, Villa San Giovanni, Messina, Taormina…”
“Tarife gibi konuşuyorsun. Güzel serüvenler yaşadın mı?”
“Evet”
“Nerede?”
‘’Milano, Floransa, Roma, Napoli…”
“Yeter. Bana en iyisini anlat.”
“Milano’dakini öyleyse”
“İlk orasıydı da ondan. Nerede rastladın ona? Cova’da mı? Nereye gittiniz? Neler hissettin? Hepsini anlat, çabuk. Bütün gece kaldın mı?”
“Evet.”
“Önemi yok artık. Şimdi burada da güzel kızlarımız var. Daha önce cepheye hiç gelmemiş, yeni kızlar”
“Çok güzel.”
“Bana inanmıyor musun? Bu öğleden sonra gideriz, görürsün. Kasabada şahane İngiliz kızları da var. Ben Bayan Barkley’e âşık oldum bile. Seni götürürüm ona. Onunla evleneceğim”
“Ben yıkanıp geldiğimi bildireyim. Burada iş yok mu, artık?”
“Sen gittin gideli donmuşlarla, mayasılla, sarılıkla, belsoğukluğuyla, çıbanlarla, zatürreeyle, kendi kendini yaralayanlarla uğraşıyoruz. Her hafta biri, atılan taşlarla yaralanıyor. Gerçek yaralı pek az. Haftaya savaş, yeniden başlıyor. Belki de. Öyle diyorlar. Bayan Barkley’le evlenmem doğru olur mu dersin, savaştan sonra tabii?”
“Elbette.” Leğeni suyla doldurdum.
“Bu gece her şeyi anlatırsın” dedi Rinaldi. “Şimdi yatıp uyuyayım da Bayan Barkley için taptaze ve yakışıklı olayım.”
Ceketimi, gömleğimi çıkartıp leğendeki soğuk suyla yıkandım. Havluyla kurulanırken odaya, pencereden dışarı ve yatakta gözleri kapalı yatan Rinaldi’ye baktım. Yakışıklıydı, benim yaşımdaydı ve Amalfi’liydi. Doktorluğu da çok seviyordu, en yakın arkadaşımdı. Yüzüne bakarken gözlerini açtı.
“Paran var mı?”
“Var.”
“Bana elli liret borç versene.”
Ellerimi kurulayıp duvarda asılı ceketimden cüzdanımı çıkardım, Rinaldi yerinden kalkmadan banknotu alıp pantolonunun cebine soktu. “Bayan Barkley üzerinde yeterince zengin bir insan izlenimi bırakmalıyım” diye gülümsedi. “Sen benim iyi, en yakın arkadaşım ve mali koruyucumsun.”
“Canın cehenneme!” dedim.
O gece yemekte papazın yanına oturdum, adam benim, Abruzzi’ye gitmediğimi öğrenince düş kırıklığına uğrayıp birden üzülüverdi. Babasına benim geleceğimi yazmış, onlar da hazırlık yapmışlar. Ben de onun kadar üzüldüm, oraya neden gitmediğimi bir türlü bilemedim. Gitmek istemiştim oysa, papaza bunun neden olmadığını anlatmaya çalıştım, sonunda benim gerçekten gitmek istediğimi anladı, durumu kurtardım. Çok şarap içtiğimi söyledim, ardından kahve ve Strega içmiştim, insan sarhoş olunca da bir türlü istediğini yapamazdı.
Ötekiler kendi aralarında tartışırlarken, biz de ikimiz konuşuyorduk. Ben, Abruzzi’ye gitmek istemiştim. Ama, havanın soğuk ve kuru, yolları donarak demir gibi olan, temiz ve toz karların üzerinde tavşan izleri bulunan, köylülerinin insana kasketlerini çıkartıp efendi dedikleri, iyi avlanma alanları olan o yerlere gitmemiştim. Benim gittiğim yerlerde kahveler dumanlıydı, geceleri oda, insanın çevresinde öyle dönerdi ki durdurmak için duvara bakmak zorunda kalırdın; geceler, yatakta sarhoş geçerdi; insan uyandığında yanında kimin yattığını bilmemenin heyecanını yaşardı; dünya, karanlıkta öylesine gerçekdışı ve öylesine heyecanlıydı ki, yine geceleyin bu bilinmezliğe ve aldırmazlığa devam etmek gelirdi içinden; her şey yalnızca buydu ve umursamamaktı. Sonra birden her şeyi aşırı önemsemek ve uyumak ve bazı sabahlar bu duyguyla uyanmak, var olan her şeyin yok oluşu, her şey keskin, çıplak, sağlam ve kimi zaman da fiyat konusunda pazarlık. Kimi zaman zevkli, sıcak, sevecen, kahvaltı ve öğle yemeği. Kimi zaman bütün güzel şeylerin oluşu ve yeniden sokağa çıkmaktan duyulan mut-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSilahlara Veda
- Sayfa Sayısı296
- YazarErnest Hemingway
- ÇevirmenMehmet Harmancı
- ISBN9789754940084
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçeğe Aykırı Beyanlar ~ Aslıhan Kocabal
Gerçeğe Aykırı Beyanlar
Aslıhan Kocabal
Sosyal medyaya bomba gibi düşen haberin ilk kaynağı, hale sebze taşıyan bir kamyon şoförüydü. Adamcağız kasabaya sabaha karşı girdiğini, meydandaki kavun heykelinin dibinde bir...
- Değişim ~ Kingsley Amis
Değişim
Kingsley Amis
Hubert kendisine söylenenlerin tamamına inanıyordu, ama olacakların en önemli kısmı, yıllar sonra yetişkin bir erkeğe dönüştüğünde dünyanın ona hangi gözle bakacağı söylenmemişti. İşin o...
- Goethe’nin İnfazı ~ Viktor Glass
Goethe’nin İnfazı
Viktor Glass
1783 kışı. Genç Johanna Katharina Höhn, Weimar’daki bir değirmende hizmetçidir. En ağır işleri yapmasına, donmuş nehirden su almaya gitmesine, çoğu zaman aç olmasına rağmen...