Son dönemde moda olan ‘nehir söyleşi’ formatından bir uzun hikâye çıkarmayı başaran Kutlu, bu yeni tarzıyla Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştiriyor. Kitabı eline ilk alanların Anadolu Yakası isminin altında yer alan ‘Nehir Söyleşi’ ibaresini görünce ister istemez “Mustafa Kutlu ile yapılmış bir söyleşi mi var karşımızda?” diye meraklanmasına yol açan kitapta, “Anadolu Yakası” adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı ‘nehir söyleşi, hikâye formatında sunuluyor okura. Yerel bir televizyon kanalı sahibiyle yapılan röportajdan doyumsuz bir uzun hikâye çıkaran yazar, okura Anadolu ile İstanbul arasında gel-gitler yaşatarak taşra-şehir eksenindeki değişimi gözler önüne seriyor.
H. Salih Zengin
***
Nehir söyleşiler çokluk bir başarı hikâyesi anlatır. Başarılı adam ve kadınların çoğu şöhreti yakalamış, medyatik olmuştur. İnsanlar bu kişilerin özel hayatlarını merak ederler. Onlar da her gün medyada gözükmekten haz duyarlar.
Başarının ölçüsü farklıdır. Başarılı bir öğrenci, başarılı bir sporcu, başarılı bir iş adamı, sanatçı varsa; başardı bir “ev kadını” da olmalıdır.
Ve vardır.
Ama arayanı-soranı yoktur.
Kimse onu televizyona çıkarmaz, kimse onunla filan dergi için röportaj yapmaz. Meğer ki adı bir sansasyona karışmamış olsun.
Sansasyon ilgi uyandırır. Reytingi vardır. Haberciler bu habere atlar. Bazıları günlerce ekranda kalır, etinden, sütünden, tırnağından faydalanılır.
Patronun kulağına böyle bir dedikodu çalınmış. Patron dediysem yanlış anlaşılmasın gazetenin sahibi değil. Amirimiz. Haber müdürü, şef, her neyse. Beni çağırdı. Kapıyı kapadı. Ayakta: “Erol” dedi, “Bir televizyonda taciz haberi var”. Heyecanlandım. Taciz haberleri iyi iş yapıyordu. “Nerde” dedim. “Henüz doğrulanmadı, ama sıcak bir dedikodu, Anadolu Yakası diye bir kanal var ya”. Duymamıştım. “O ne ya!” dedim. Patron küçümseyen bir tavırla yanağımı okşadı. “Güya haberci olacaksınız. Daha memlekette kaç televizyon var, isimleri ne, bundan haberiniz yok”. Hiç alınmadım “Ohoo!” dedim, “Sürüyle. Hangi birini ezberleyelim”. Patron daha babacanlaştı, adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım, mânasına omuzuma birkaç kez vurdu. “Bileceksin ciğerim, bileceksin ki, bu âlemde bir adın olsun,”
Uzatmayalım lafı şöyle bağladı: “Kanal sahibinin adı Muzo soyadı Gönül”. Ben güldüm “Ada bak hizaya gel” dedim. Patron ciddileşti. “Cıvıma” dedi. Bir kâğıt uzattı. “Ad, adres, telefon burda; hadi fırla” dedi. Kalktım. Tam kapıdan çıkarken, “Herif kanalı bizzat yönetiyor, aynı zamanda hemşerin oluyormuş” diye ilave etti.
Gidelim, şu haberi didikleyelim.
Aslında bu kabil işlerden, bel altına vurmaktan tiksiniyorum. Ama şöyle bir laf var bilirsiniz: “İş, iştir.” Bu aşağılık bir yalan, ama hepimiz inanıyor ve pozisyonumuzu, paramızı, şöhretimizi, konforumuzu terk etmemek için ya seve seve ya katlanarak çalışmaya devam ediyoruz.
Bazı yürekli adamlar ceketini alıp, kapıyı çarpıp çıkıyor. “Helal olsun” diyoruz ama, bir yandan da “Nereye gidiyor acaba?” diye merak ediyoruz. Yürekli adamlar azalıyor. Demek ki ahlak çöküyor.
Hemşeri imişiz.
Bari tanıdık biri olsa.
Nasıl da etki altında kalıyoruz. Bu, bir süre sonra bir virüs gibi bütün benliğimizi kaplıyor. “Taciz” lafını duyunca heyecanlandım. Demek virüs beni de istila etmiş.
Kahretsin.
Telefon ettim.
Hafif aksanı olan tatlı bir ses. Kendimi tanıttım, gazetemi falan. Heyecanlandı. Hemşeriyiz hem, deyince ferahladı, sesine bir neşe bir hafiflik damladı. “Bir mesele var da, sizinle konuşsak diyorum, belki bir röportaj yaparız” dedim. Hemen kabul etti. Yemek yer konuşuruz, dedi, bekliyorum. Makinayı, teybi aldım, taksiye atladım. Yol boyu “Yahu şu iş fos çıksa, taciz falan yalan olsa” diye dua ettim.
Ben nasıl bir adam oldum? Hem kendi, hem öteki. Anadolu Yakası gerçekten Anadolu Yakası’nda. Sapa bir yerde ama binası güzel. İşten anlayan birine dekore ettirmişler. Her taraf pırıl pırıl; yağ dök yala. Muzo Gönül beni kapıda karşıladı.
Ortadan uzun boylu, saçları dökülmüş, yanakları güldüğünde çukurlaşan, gözlerinin içi gülen, her hali ile köylü olduğunu bas bas bağıran sevimli bir adam.
Oturduk, kahve söyledi.
Odanın dekoru da yerli yerinde. Anlaşılan Muzo dekoratörün işine hiç karışmamış. Konuya girip “Televizyonda taciz” dedikodusunu anlattım. Yüzünü buruşturdu. “Ya, tecavüz falan yoktur. Size anlatırım. Bu herifin elinden neler çektiğimi anlatırım. Katıla katıla gülersiniz. Lâkin yeminle söylüyorum yok öyle bir şey. Bizim bacanak her gördüğü kıza-kadına asılır. Ama bu nasıl desem adamın pis nefsinden akan bir şey. Asıldığı kız, hadi eve gidelim dese, korkar gidemez. Peşine düştüğü kadın tenha bir köşede buna sarılıp “öp beni” dese heyecandan düşer bayılır. Onunkisi sade dilinde, biraz yüz bulursa biraz elinde. Adam hasta yani. Tatlı, lâkin çekilmez. Kanaldaki kızlar bunu biliyor ve çok ileri gitmezse aldırmıyorlar. Bazıları sinirlidir. Daha ilk günden bunu öyle bir azarlamışlar ki yanlarına yaklaşamaz. Ama bütün kızlar aynı değil, bazıları bunu sarakaya almak için, aralarında geyik yapmak için kışkırtıyor. Bu da salağın önde gideni ya, hemen sazan gibi atlıyor. Sazana kurban olayım, aslında çok akıllı balıktır. Bilmem hiç sazan avladın mı?”
– Yoo! Balığa hiç çıkmadım.
– Sazan kolay kolay oltaya gelmez, seni saatlerce oyalar. Meğer ki çok aç olsun. O zaman belki şansın yaver gider.
– Yani yok öyle taciz-maciz. Hepsi bacanağın macerası diyorsunuz.
– Aynen öyle.
– Hepsi dedikodu.
– Ya! Bire bin katıyorlar. Bilirsin medya dünyasını.
– Bilirim.
Ferahlamıştım. işte ortada taciz falan yoktu. Ayrıca dünya tatlısı bir adamla tanışmıştım. Beni ısrarla yemeğe davet etti. Sonra dedim, sonra inşallah. Çıktım. Sonraları gerçekten buluştuk, yemek yedik, uzun uzun sohbet ettik. Muzo Bey gençliğinde futbol oynamış, meraklı, beni maça götürdü. Çocukluğundan, ailesinden, bu kanalı nasıl kurduğundan bahsetti.
Onu pek dinleyen olmamış galiba, pek dostu olmamış. Benim samimi olduğumu hissedince döküldü. Ben bekâr, onun yarı yaşında, mesleğinin daha başında bir gencim. Haliyle o anlattı ben dinledim. Artık refleks haline gelmiş bir tutumla ne yalan söyleyeyim adamı konuşturmak için her buluşmamızda çanak sorular sordum.
Muzo Gönül kaçın kurası. Çaktı bunu, lâkin renk vermedi. İşte ne güzel ahbaplık ediyorduk, söze limon sıkmanın ne âlemi var.
Macerayı baştan sona dinleyince dedim “İşte sana bir başarı hikâyesi”. Kendi halinde bir serüven. Bu adamla bir “nehir söyleşi” yapsam iyi olmaz mı? O günlerde “nehir söyleşi” kitapları moda olmuştu. Çok okunuyordu.
Okunsa da, okunmasa da kararımı vermiştim. Bu söyleşiyi yapacaktım. Tabii kendisi kabul ederse. Kabul ne kelime havalara uçtu. “Yapalım hocam” dedi. “Yapalım elbette. Bizim de bu âlemde kendimize göre bir adımız var.” Ve karşılıklı karar verdik. Onun makam odasında, ağır ağır, sindire sindire konuşacaktık. Artık ortaya ne çıkarsa.
Ey okur! Bu şöhreti dünyayı tutmamış, tanınmamış etmemiş, kendi halindeki adamın hayatı işte karşınızda. İster okuyun, isterseniz “Ya, ne var bunda, ortalama bir adam işte, gözüme yazık” deyip bırakın. Karar sizin.
*
– Abi isterseniz şu isim işinden başlayalım. Herkes merak içinde. Adınız gerçekten Muzo mu? Yoksa Muzaffer mi?
Gülüyor, dediğim gibi gülünce gözlerinin içi gülüyor, yanaklarında gamzeler, sevimli adam canım. Elindeki oltu taşı tesbihi şaklatıyor.
– Bana bunu çok soruyorlar. Eh hakları var. Sen de belki şaşıracaksın ama adım gerçekten Muzo.
Çıkarıp kimlik kartını gösteriyor.
– Bak. Muzo Gönül. Baba adı Hasan. Ana adı Ha- nife.
İnanılır gibi değil. Bu yüzden şaşkınca soruyorum:
– Nasıl oldu bu?
Tesbihi masaya bırakıp, telefonda sekretere çay söyle diyor. Sonra bana dönüyor.
– Çaysız olmaz. Neyse başlayalım biz. Evet sakil bir durum var ortada. Anadolu’da âdettir. Uzun isimleri kısaltarak söylerler. Selahattin’e Selo, Gıyasettin’e Gıyas vesaire. Eh Muzaffer’e de Muzo dendiği doğrudur. Ama bu nüfusa nasıl geçti mesele burada.
Çaylar geliyor. Muzo Gönül çayını kıtlama içiyor. İri bir yudum aldıktan sonra dönüyor.
– Bizim kasabada Allah rahmet eylesin. Refik Efendi adında bir nüfus memuru vardı. Sabah akşam içer, hiç belli etmezdi. Çalıştığı masanın altında şişe hazır. Sade yüzü kızarıktı, biraz da gözleri. Ütülü takım elbise giyer, ayakkabılarını pırıl pırıl boyardı. Görenler onu kazanın kaymakamı sanardı.
Kafa sürekli iyi olduğu için mi, yoksa yaradılıştan mı neşeli, latifeci bir adamdı. Herkese takılır, her söze bir kafiye uydurur, eli bol, gönlü bol bir adam. Çok sevilirdi.
Babam evrakı uzatıp “Oğlanın adı Muzaffer” demiş. Refik Efendi “Muzaffer mi?” diye sormuş. Babam tekraren “He ya, Muzaffer” demiş. Refik Efendi kimlik kartını düzenleyip, mühürleyip babama uzatmış. “Ömrü uzun, bahtı açık olsun” demiş. Babamın okuma-yazması yok. Kartı cebine koyup “Allah razı olsun Refik Efendi, var mı benden bir dileğin” deyince, Refik Efendi “Yok, yok, hadi selametle” diyerek babamı yolcu etmiş.
Ben daha “Ama” demeye kalmadan Muzo Gönül çayın son yudumunu içerek yeniden tesbihe sarıldı.
– Peki hiç farkına varan olmamış mı?
– Olmuş tabii.
– Ne zaman?
– İş işten geçtikten sonra.
– Nasıl yani?
– Mektebe yazılırken öğretmen fark etmiş, sormuş babama. “Oğlanın adını Muzo mu koydun?” diye. Babam o sıra uyanmış. Ama gülmekten kınlıyor. öğretmen şaşkın ve sinirli.
– Yahu Hasan Efendi, sen anlamadın galiba. Kimlik kartında oğlanın adı Muzo yazıyor; sen gülüyorsun, oldu mu şimdi.
Babamın da gönlü geniştir, hiç tasalanmadan:
– Yahu hoca. Oğlanın adını Muzaffer koy dedim Refik Efendi’ye. Bilirsin kafası her daim iyidir ve böyle latifeler yapar. Hem Muzaffer yazsa ne değişirdi ki. Yine oğlana Muzo diyeceklerdi. Koyver gitsin. Öğretmen “Pes doğrusu” diyerek okula kaydımı yapmış.
Refik Efendi böyle tuhaflıklar yapardı. Benimki iyi yine. Tulum, Tertip, Yaşa diye isimler var. Hepsi erkek.
– Yaşa nasıl olmuş?
– Oğlanın adı Yaşar, ama “r” harfini unutmuş.
– Ya kızlar?
– Onlar daha bir âlem.
– Kelebek var, Nar var, Vişne var.
– Nar mı?
– Evet, Narin demişler. Nar yazmış.
– Kiraz çok var ama, Vişne acaip.
– Kızın babası itiraz etmiş. Refik Efendi düzelt şunu demiş. O da:
– Kiraz’a razı oluyorsunuz. Peki vişnenin ne günahı var deyip adamı kovmuş. Böyle renkli bir adamdı Refik amca. Allah rahmet eylesin.
– Peki sonraları isminizi değiştirmeyi düşünmediniz mi?
– Hayır. Düşünmedim. Ömür boyu herkes bana Muzo dedi. Alıştım. Arada bir şaşıranlar, Muzaffer Bey diyenler oluyor, hiç bozmuyorum. Çayları tazeleyim istersen.
– Olur.
Bir sigara yakıp elimdeki notlara baktım.
– İlkokula kadar hayatınız nasıl geçti? Kaç kardeşsiniz?
– İki. İkincisi kız. Hatice. Köyde evlendi, çoluk çocuğa karıştı.
– İki çocuk az değil mi?
– Doğru. Köylük yerde az sayılır. Ama anam Hatice’yi zor doğurmuş. Sonra mikrop kapmış, bir ameliyat geçirmiş. Çocuğu olmamış.
– Babanız.
– Babam anamı çok sever. İki çocuk bize yeter demiş. Üstüne kuma getirecek değil ya.
– Bazı yerlerde oluyor ama.
– Evet oluyor ama, işte söyledim. Babam anamı çok sever. Yapmaz öyle şey.
– İlkokula kadar…
– Ha! Hayatımız. Bozkır çocuğuyuz biz. Kuzunun, dananın peşinde dolaştık. Bulgur aşı ile ayran yedik. Soğan bulduğumuza şükrettik. Çoraktır bizim oralar, susuz. Karşı geçenin dağ eteği köylerinden katır sırtında meyve gelir, sebze gelir, biz ya buğday veya arpayla değişirdik. Para yoktu kimsede. Ben ilkokula gidinceye kadar ne limon gördüm, ne portakal. Küçükbaş hayvanımız çoktu. Kuyu suyu içerdik. Bizi ayakta tutan süt-yoğurt-yumurta-bal.
“Anadolu Yakası” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıAnadolu Yakası
- Sayfa Sayısı207
- YazarMustafa Kutlu
- ISBN9789759952990
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviDergah Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yağmur Yağmalı ~ Michel Faber
Yağmur Yağmalı
Michel Faber
Michel Faber, okurunun üstüne hem karabulutlar düşüren hem de yumuşak bir fiskeyle onları savuşturabilen, şaşırtıcı bir yazar. Daha önce yayınlanan romanlarıyla kendi sadık okur...
- Cam Irmağı Taş Gemi ~ Nazan Bekiroğlu
Cam Irmağı Taş Gemi
Nazan Bekiroğlu
Taşın boyanmasıydı âdet olan, sıra boyamalara geldi. Yontucunun, kullandığı boyalara güveni sonsuzdu. Asırlarca dayanacaklarını, solmayacaklarını, bambaşka renklere dönüşmeyeceklerini biliyordu. Kimi bir deniz kabuğunun, kimi...
- Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm ~ Gökçer Tahincioğlu
Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm
Gökçer Tahincioğlu
Gerçekten hakikati bilmek istiyor musun? Peki hakikate ulaşmak mümkün mü? “İnsanlar öldüğünde izlediği filmler ne olur bilmiyorum. Dinledikleri şarkılar, içlerinde biriken özlemler. Okudukları kitaplar...
Kitabın ilk sayfalarındaki yazılar uygun bulmadım çocuklar için uygun değildir