Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şizofren
Şizofren

Şizofren

Elif Özkaya, John Katzenbach

Yirmi yıl önce Francis Petrel kendi iradesi yok sayılarak ailesi tarafından bir akıl hastanesine gönderilir ve uzunca bir müddet orada tutulur. Ta ki seri…

Yirmi yıl önce Francis Petrel kendi iradesi yok sayılarak ailesi tarafından bir akıl hastanesine gönderilir ve uzunca bir müddet orada tutulur. Ta ki seri cinayetler işlenip hastanenin kapıları mühürleninceye dek. Yıllar sonra, üstü örtülü ve unutulmaya yüz tutmuş olaylar silsilesi kararlı bir dedektifin soruşturma talebiyle yeniden irdelenir. Francis yaşadığı gerçekliğe dönmüş olmasına rağmen hâlâ sesler duymakta ve ancak ilaçlarla bu sesleri susturabilmektedir. O günlere dair anıları içine bir korku salar ve o da yaşadığı her anı zihninin tozlu raflarından indirip gün ışığına çıkarmaya, yazmaya niyetlenir; elinde kısalıp duran kaleme bir palamar gibi asılarak. Kağıt yerine evinin duvarlarına yazmaktadır hikayesini. Karanlığın içinde ona göz kırpıp duran, delilerin kendisine “Melek” dediği ölüm saçan gizemli bir psikopatla baş etmek hiç kolay olmayacaktır. Gerçekte böyle biri var mı yok mu, o bile bilinmezken.

“Okumayı bitirdiğinizde bile onun hikayesi zihninizi kurcalamaya devam edecek… Katzenbach’ın bu muhteşem, gerilim dolu romanı müthiş bir sürükleyicilikle sizi hayal bile edemeyeceğiniz derinliklere çekiyor.”
The Miami Herald

“Elinizden bırakmak çok zor gelecek.”
Publishers Weekly

“İncelikle yazılmış, son sayfasına kadar merak uyandırıcı.”
The Boston Globe

“Katzenbach zirveye yaraşır bir eser yaratmış. Nefesinizi sıkı tutun, kitap sizi hayatın içindeymiş gibi hissedeceğiniz çok farklı bir yolculuğa çıkarıyor.”
The Denver Post

“Bu kitabı otobüste veya bir hastanenin bekleme salonunda okumanız tavsiye edilmez.”
Bookreporter

Artık kendi seslerimi duyamadığım için, ne yapacağımı tam olarak kestiremiyorum. Kanımca, bu hikayeyi onlar benden çok daha iyi anlatırdı. En azından neyin ilk neyin son yazılacağı­na, neyin ortaya geleceğine dair daha kesin fikirleri ve önerileri olurdu. Ne zaman daha çok ayrıntı vermem gerektiğini, hangi bilgilerin lüzumsuz olduğunu, neyin önemli neyin önemsiz ol­duğunu söylerlerdi. Aradan bu kadar vakit geçtikten sonra, her şeyi o kadar da iyi hatırlayamıyorum. Yardımları muhakkak çok işime yarardı.

Uzun bir süre hikayenin, iki kitap tutacağı arasındaki kitaplar gibi ölümle başlayıp ölümle bittiğini sanmıştım. Ancak, artık o kadar emin değilim. Çok daha genç ve cidden deli olduğum o eski yıllarda olayları asıl başlatan, gizli kıskançlık ya da öfke gibi görünmez ve küçücük bir şey, ya da gökteki yıldızların ko­numları, okyanus gelgitlerinin gücü ve dünyanın durdurulamaz dönüşü gibi çok daha büyük ve göze batacak bir şeydi belki de. Birtakım insanların öldüğünün farkındayım, şanslı bir çocukmu­şum ki aralarına ben de katılmadım. Sesler aniden yanımdan ay­rılıp yok olmadan önce dile getirdikleri son gözlemlerinden biri de buydu.

Artık onların fısıldadıkları sözcükler yerine, seslerini kısacak ilaçlar var. Günde bir kere, görev aşkıyla bir psikotrop alıyorum. Oval biçimli, yumurta kabuğu mavisi bir hap bu. Ağzımı o ka­dar kurutuyor ki, konuşurken sesim çok fazla sigara içmiş, nefesi hırıltılı bir ihtiyarın ya da Sahra Çölü’nü aşıp gelmiş, su diye yalvaran bir Yabancılar Lejyonu askerininki gibi çıkıyor. Hemen arkasından, karamsarlaştırıcı ve intihara meylettirtici depresyo­na karşı koymak için, tadı acı ve berbat olan bir antidepresan alıyorum. Sosyal hizmet uzmanı, ne hissettiğime bağlı olmak­sızın her an depresyona girebileceğimi söylüyor. Esasen, kadı­nın ofisine girip, hayatımın olumlu gidişatının verdiği sevinç ve bahtiyarlıktan havalara sıçrasam bile, bana günlük ilacımı alıp almadığımı soruyor. Bu insafsız minik hap hem su toplayıp da­vul gibi şişmeme, hem de kabız olmama neden oluyor. Tansiyon ölçme cihazının kolluğu, koluma değil belime sarılmış da pompalanıyonnuş gibi. Bu semptomları gidermek için bir diüretik, bir de müshil ilacı içmem gerekiyor. Tabii diüretik de bende; son derece pislik ve insafsız biri alnıma balyozla vuruyormuş gibi şiddetli migren ağrıları yapıyor. Diğer yan etkiden kurtulmak üzere tuvalete koştururken, bunu geçirmek için de kodeinli ağrı kesiciler alıyorum. İki haftada bir de, yerel sağlık ocağına gidip, daima aynı şekilde gülümseyerek daima aynı ses tonuyla hatı­rımı soran hemşirenin önünde pantolonumu indirerek, kuvvetli bir antipsikotik iğne oluyorum. Nasıl olursam olayım, hemşireye hep “Gayet iyiyim,” yanıtını veriyorum; çünkü deliliğin çeşitli belirsizliklerine, kötümserliğe ve ilaçlara rağmen nasıl olduğu­ma zerre önem vermediğini, ama yine de sormayı kendine görev bildiğini açıkça görebiliyorum. Ancak şöyle bir sorun var: Kötü ve aşağılık davranışlarda bulunmamı engelleyen, ya da engelle­diğini iddia etmekten pek hoşlandıktan antipsikotik, ellerimde hafif bir felç oluşmasına. Maliye Bakanlığı’nın saymanlarının karşısına çıkmak zorunda kalan düzenbaz bir vergi mükellefiy­mişim gibi titrememe neden oluyor. Ayrıca ağzımın kenarları da seğirtiyor. Suratımın kasılıp “Çocuklan korkutan mahallenin de­lisi” maskesine dönüşmesini engellemek için kas gevşetici almak zorunda kalıyorum. Bütün bu kimyasallar damarlarımda cirit atı­yor. Beynimde asi ergenler gibi çakıp duran sorumsuz elektrik uyartılarını kontrol altına almaya çalışırken, olayla hiçbir bağı olmayan ve muhtemelen duruma şaşıp kalan masum organları­ma saldınyorlar. Bazen hayal gücümü, dengesini kaybetmiş aksi bir domino taşına benzetiyorum. Önce ileri geri sendeliyor, sonra vücudumdaki tüm diğer güçlere çarpıp, içimdeki bir sürü parçacının şık şık şık sesleriyle rastgele devrilmesine neden olan bir zincirleme reaksiyonu tetikliyor.

Gençliğimde, sadece sesleri dinlememin yeniği dönemlerde her şey çok daha kolaydı. Çoğu zaman pek de kötü sayılmazdı sesler. Genellikle, vadilerde sönüp gitmekte olan yankılar ya da oyun odasının bir köşesinde sırlarını paylaşan çocukların fısıltı­ları gibi hafif olurlardı. Ama ortam gerildiğinde, sesler hızla yük­selirdi. Hem benim seslerim, benden pek bir şey istemezler; daha çok, eee, öneri verirlerdi. Tavsiyede bulunurlardı. Üstlerine vazi­fe olmayan sorular sorarlardı. Bazense, aile ortamında kimsenin nasıl davranacağını bilemediği, ama yine de Noel yemeklerine çağrılan, ara sıra anlamsız ya da düşüncesizce sözler eden, ama çoğunlukla görmezden gelinen evde kalmış büyük teyzeler gibi dırdır ederlerdi.

Sesler bir anlamda bana yoldaşlık ederdi, özellikle de pek ar­kadaşım olmadığı düşünülürse.

Bir zamanlar iki arkadaşım vardı. Bu iki arkadaş, bir öykünün de parçasıydı. Bir zamanlar, en önemli parçaların da onlar oldu­ğunu düşünürdüm, ama artık o kadar emin değilim.

“Gerçekten deli olduğum zamanlar” olarak adlandırdığım o dönemde tanıştığım bazı insanların durumu, benden çok daha kötüydü. Sesleri, piyadelerin eğitim çavuşları gibi, hani şu kaşla­rına kadar inen, haki rengi, geniş kenarlı şapkalar giyen, şapka­nın altından kazınmış kafaları görünen tipler gibi, bağıra çağıra emirler verirdi. Canlan! Şunu yap! Bunu yap!

Daha fenası: Kendini öldür.

Hatta daha da fenası: Binlerini öldür.

Kulak tırmalayıcı bu sesler Tarın’nın, İsa’nın, Muhammed’in, komşularının köpeğinin, seneler önce ölmüş büyük amcalarının, uzaylıların, ya da belki bir melek korosunun, belki de şeytan ko­rosunun sesleriydi. Üsteleyici ve talepkar olurlar, birbirleriyle ka­tiyen uzlaşamazlardı. öyle bir hale gelmiştim ki, insanların gözle­rindeki gerginliği, kaslarını sıkıştıran gerilimi, ısrarcı ve oldukça yüksek bir ses dinlemekte olduklarını fark edebilir olmuştum. Sonu nadiren iyi biterdi. Böyle anlarda uzaklaşıp, ortak salonun öbür ucundaki girişin yakınlarında beklerdim. Çünkü son derece talihsiz bir olayın gerçekleşmesi an meselesiydi. İlkokulda öğrendiğim, insanın hayatı boyunca aklından çıkmayan o önemsiz bilgilerden birini hatırlıyordum sanki. Deprem olduğunda kapı eşiğinde durmak en iyisidir. Çünkü kapı boşluğu yapısal olarak duvarlardan daha güçlüdür ve dolayısıyla tepenize çökme ihtimali daha azdır. Böylece, diğer hastalardan birinin içindeki çalkantı­nın patlama noktasına yaklaştığını görünce, hayatta kalma şansı­mı yükselteceğini düşündüğüm kapı eşiğine gidip duruyordum. Oraya sığındığımda, kendi seslerimi dinleyebiliyordum. Bu sesler genellikle beni kolluyor, uzaklaşıp saklanmam gerektiğinde de ço­ğunlukla uyarıyorlardı. Kendilerini korumaya meyilliydiler. Kü­çükken, saflanma ilk katıldıklarında, aptallık edip onlara açık açık, yüksek sesle cevap vermesem herhalde bana asla teşhis konamazdı ve hastaneye yollanamazdım. Ama tabii bu da hikayenin bir kısmı, En iyi kısmı değil kesinlikle, ama yine de, artık çoğunlukla yalnız olduğum için, onları tuhaf bir biçimde özlüyorum.

Bu devirde orta yaşlı bir deli olmak çok ama çok zor.

Ya da eski bir deli olmak; hapları aldığım sürece tabii.

Artık günlerimi, devinim arayarak geçiriyorum. Uzun süre hareketsiz kalmayı sevmiyorum. Bu yüzden de yürüyorum. Ka­sabayı hızlı adımlarla, seri bir şekilde dolaşıyorum. Parklardan alışveriş alanlarına, sanayi belgelerine, her yere gidiyorum. İzli­yorum, gözlemliyorum ama durmuyorum. Ya da, hareketlilik gö­rebileceğim yerler arıyorum. Mesela bir şelale, liselerarası futbol ya da basketbol maçları. Özellikle çocukları futbol oynarken iz­lemek iyi geliyor. Eğer önümde hareketli bir şeyler oluyorsa, din­lenebiliyorum. Aksi halde günün altı, yedi saati ayaklanma kara sular ininceye dek yürüyorum. Bu günlük maraton ayakkabılarımın tabanlarını aşındırıyor, vücudumu yağsız ve zinde kılıyor. Kışları, Salvation Army isimli hayır kurumunun mağazasından yalvar yakar aldığım hantal, şekilsiz postallarla idare ediyorum. Yılın geri kalanında, civardaki spor mağazasından aldığım koşu ayakkabılarını giyiyorum. Dükkanın sahibi, üretimden kaldırılan ayakkabılardan 43 numara olan bir çiftini fark ettirmeden bana veriyor, sağ olsun.

Baharın ilk aylarında, buzlar eridikten hemen sonra yürüyerek şelalelere gidiyorum. Burada balıkları izlemek için bir mer­diven var. Ben de somon balıklarının Connecticut Nehri havzası­na dönüşünü gönüllü olarak gözlemliyorum. Bu görev boyunca, sonsuz litre suyun barajdan akışını; arada sırada akıntıya karşı yüzen, kuvvetli içgüdülerinin etkisiyle, doğduğu ve büyük bir gizem eseri kendisinin de yavrulayıp öleceği yere sürüklenen somon lan saptamam gerekiyor. Somon balıklarına hayranım. Görülemeyen, duyulamayan ve hissedilemeyen güçlerin etkisiy­le hareket etmenin, kişinin kendisinden daha büyük bir görevin altında sıkışıp kalmasının nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Psi- kotik balıklar. Sonsuz okyanusta yıllarca mutlu mutlu gezindik­ten sonra, içlerinde yüce bir balıksesi duyuyorlar. Bu ses, onları ölüme götürecek olan imkansız yolculuğa çıkmaları için ısrar ediyor. Kusursuz. Somonların, bir zamanlar benim olduğum ka­dar deli olduklarını düşünmek hoşuma gidiyor. Bir somon görün­ce, eyaletin Vahşi Yaşam Hizmetleri bölümünün sağladığı forma kurşun kalemle not alıyorum. Bazen fısıldayarak onları selam­lıyorum: Merhaba kardeşim. Çatlaklar Cemiyeti’ne hoş geldin.

Balıklar çok hareketli; hatları ince ve zarif, yüzlerce kilomet­re süren okyanus yolculuklarından ötürü iki yanları da gümüşi renkte ve parlak. Işıldayan suyun içinde, alışkın olmayan gözle­rin göremeyeceği pırıltılardan ibaretler. Bu yüzden onları görme­nin püf noktalan var. Geldiklerinde, gözlemlediğim pencereye sanki bir hayalet varlık girmiş gibi oluyor, öyle ki, bir somonun geleceğini, hayvan merdivenin dibinde görünmeden önce hisse­debiliyorum. Hiç balık görmeden saatler geçse de, vahşi yaşam görevlilerini memnun edecek kadar çok balık olmasa da, somon saymak tatmin edici. Görevliler, dönen balık çizelgelerine baka­rak, endişe ve hüsranla başlarını iki yana sallıyor. Ama benim onları görebilme yeteneğim, başka avantajlar da sağlıyor. Vahşi Yaşam Hizmetlerindeki patronum, polisi arayıp tamamen zararsız olduğumu bildirdi. Gerçi bu sonuca nasıl ulaştığını hep merak ettim, ayrıca doğruluğundan da cidden şüphe ediyorum. Neyse, artık futbol maçlarına ve benzeri etkinliklere gitmeme ses çıkarmıyorlar. Artık bu eski keresteci kasabasında tam olarak hoşkarşılanmasam da, en azından kabul ediliyorum. Rutinim sorgu­lanmıyor. Bana deli değil de, eksantrik insan gözüyle bakılıyor. Yıllar içinde, eksantrikliğin insana yeterince güven sağlayan bir konum olduğunu öğrendim.

Kirası devlet ödeneğinden karşılanan, iki odalı, ufak bir daire­de yaşıyorum. Dairemi, “kaldırıma bırakılmış modemizm” adını verdiğim tarzda döşedim. Giysilerimi hayır kurumunun mağa­zasından alıyorum, ya da komşu şehirlerde yaşayan, benden kü­çük iki kız kardeşim yolluyor. Arada sırada, benim pek de anlam veremediğim tuhaf bir suçluluğa kapılarak, bana daha çok özen gösterme ihtiyacı duyuyor ve kocalarının dolaplarını talan edi­yorlar. Bana nadiren çalıştırdığım ikinci el televizyonu ve ara sıra dinlediğim radyoyu alan da onlar. Birkaç haftada bir ziyaretime gelirler. Plastik kaplar içinde, soğuyup koyulaşmaya başlamış ev yemekleri getirirler. Huzursuzluk içinde bir süre konuşmaya çalışırız. Konumuz genellikle kocamış anne ve babamız olur. Annemle babam artık beni pek görmek istemiyor, çünkü onlara suya dUşen umutlarım ve hayatın beklenmedik bir anda insana yüklediği mutsuzluğu hatırlatıyorum. Kız kardeşlerim yakıt ve elektrik faturamın ödenmesini, çeşitli devlet yardımı kurumlarından gelen ufak tefek çekleri bozdurmayı unutmamamı sağlı­yor. Tüm ilaçlarımı kesinlikle alıp almadığımı ise tekrar tekrar kontrol ediyorlar. Bazen ağlıyorlar. Sanırım, çaresizliğe ne kadar yakın yaşadığımı gördükleri için. Ama bu onların bakış açısı. Çünkü esasen, benim rahatım oldukça yerinde. Delilik, insana ilginç bir bakış açısı veriyor. İnsan, hayatta başına gelen birtakım şeyleri daha rahat kabulleniyor, tabii ilaçların etkisinin azalmaya başladığı zamanlar hariç. O anlarda hayatın bana ettiklerine çok kızıyor, fazla sinirli oluyorum.

Ama çoğunlukla mutlu olmasam bile anlayışlıyım.

Ayrıca, yaşamımın bazı ilginç yanları da var. Bunlardan ilki, bu küçük kasabanın başından geçenleri çok iyi biliyor olmam. Günlük gezilerimde ne çok şey öğrendiğimi bilseniz şaşarsınız. Gözlerimi ve kulaklarımı açık tutunca, bir sürü bilgi kırıntısı top­luyorum. Hastaneden çıkmamın ardından, orada olacak her şey olup bittikten sonra, geçen zaman içinde, öğrendiğim başlıca şeyi daima uyguladım. Bu da, hep gözlem yapmaktı. Gezintilerimde, kimin hangi komşusuyla bayağı kaçamaklar yaptığını, kiminkinin kocasının evi terk edeceğini, bir ebeveynin ölümü ya da biletine ikramiye vurmasıyla kimlerin eline para geçtiğini bilir oldum. Hangi kolejli gencin futbol ya da basketbol takımların­da oynamak için burs alacağını, hangisinin birkaç aylığına uzak bir yerde yaşayan bir teyzesinin yanına yollanacağını ve belki de sürpriz bir hamilelikle baş etmek zorunda kalacağını öğrendim. Hangi polislerin, insana müsamaha göstereceğini, hangisinin iş­lenen suça bağlı olarak hemen copa yada ceza defterine davrana­cağını biliyonım. Ayrıca, benim kimliğim ve kişiliğimle alakalı daha ufak birçok gözlem de yaptım. Mesela akşam olduğunda, dükkana gelmemi işaret ederek ücret almaksızın saçımı kesen, günlük gezilerim esnasında daha derli toplu görünmemi sağla­yan, sonra o gün aldığı bahşişlerin beş dolarını cebime kaydırıveren bir berber hanım gibi. Ya da yürüyerek geçtiğimi görünce arkamdan koşup yetişen, bana içi patates kızartması ve hambur­ger dolu bir torba veren, çikolatalı değil vanilyalı milkshake sev­diğimi öğrenmiş olan McDonald’s’ın mağaza müdürü gibi. Deli olup kendini yollara vurmak, insan tabiatını apaçık görmenin en iyi yöntemlerinden biri.

Hem zaten hiç faydam dokunmuyor da değil. Bir keresinde bir fabrika kapısının, hep kapalı ve kilitli olduğu saatlerde aralık bırakıldığını fark ettim. Hemen polis getirdim. O da durdurdu­ğu soygunun bütün başarısını kendi üstüne aldı. Ama bir bahar ikindisinde, bir bisikletliye çarpıp bilincini yitirmesine neden ol­duktan sonra kaçan sürücünün plakasını aldığımda, polis bana bir sertifika verdi. Bir de “kendimden biliyorum” kategorisine rahatsız edecek kadar yakın bir olay oldu. Sonbaharda bir hafta sonu, çocukların oynadığı bir parkın yakınından geçerken, gö­züm bir adama takıldı. Onu öylece kapının yanında dikilirken gö­rür görmez, birilerinin başına feci bir i; açacağını anladım. Sesle­rim olsa bir tanesi onu fark eder, bağıra bağıra uyarırdı. Ama bu sefer, kum havuzundan ve salıncaklardan 10 metre kadar uzakta olurmuş, kadın dergisi okuduğunu ve sorumluluğundaki çocuk­lara pek de dikkat etmediğini bildiğim genç ana sınıfı öğretme­nini uyarmayı kendim üstlendim. Sonunda adamın hapishaneden yeni çıktığı ve daha o sabah cinsel tacizci olarak kayıtlara geçtiği ortaya çıktı.

 

Bu sefer sertifika vermediler, ama öğretmen öğrencileri­ne, kendilerini oynarken gösteren rengarenk bir resim çizdirdi. Resmin üstüne, mantık ve görüşlerin yükü altına girmemiş ço­cukların o mucizevi çılgınlıktaki el yazısıyla “Teşekkür ederiz” yazmışlardı. Resmi ufacık daireme götürüp yatağımdaki duvarın üstüne astım, hâlâ da orada duruyor. Benim hayatım bulanık kah­verengi; o resim bana, hayat yolunda tökezleyip buralara gelme­sem görebileceğim renkleri hatırlatıyor.

Böylece, şu anki hayatımı aşağı yukarı özetlemiş oldum. “Akıllı” dünyanın sınırlarında yaşayan bir adam.

Devletten gelen o mektubu almamış olsam, herhalde ömrü­mün geri kalanını da böyle geçirir, şahit olduğum tüm o olaylara ilişkin bildiklerimi anlatma zahmetine girmezdim.

Mektup şüphe çekecek kadar kalındı, dış tarafında adım yazı­lıydı. Her zamanki market ilanları ve indirim kuponları arasında gösterişli duruyor, dikkat çekiyordu. Benim kadar yalıtılmış bir hayat yaşıyorsanız, yok denecek kadar az kişisel posta alırsınız. Olağandışı bir şey geldiğinde, incelenmeyi çok istediği için par­lar sanki. Gereksiz kağıtları atıp, merakım kabarmış halde mek­tubu açtım. İlk fark ettiğim, adımın doğru yazılmış olduğuydu:

 

Sayın Bay Francis X. Petrel,

İyi başlamıştı. Çift cinsiyetli bir isim taşımanın zorluğu, karı­şıklığa neden olmasıdır. Son yaptırdığım rahim ağzı testinin so­nuçlarının ellerinde olmadığını bildiren ya da kendi kendime gö­ğüs kanseri testi yapıp yapmadığımı soran endişeli devlet sağlık sigortası yetkililerinden resmi mektuplar aldığım çok olmuştur. Bu akılsız bilgisayarları düzeltme çabasından vazgeçtim.

Western State Hastanesi Koruma Komitesi, sizin, kapıları­nı 20 yıl önce kalıcı olarak kapamış olan bu kurumdan taburcu olan son hastalardan biri oltduğunuzu tespit etmiştir. Duymuş olabileceğiniz üzere, hastane arazisinin bir kısmı emlak olarak geliştirmeye açılacaktır. Geri kalanının ise müzeye dönüştürül­mesi için çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışma dahilinde, komite hastaneyi bir gün sürecek bir “muayeneye tabi tutacak; kurumun tarihi, bu eyalette oynadığı rolün önemi ve zihinsel rahatsızlığı bulunan hastalara günümüzde nasıl yaklaşıldığı incelenecektir. Sizi bu güne katılmaya davet ediyoruz. Etkinlikte seminerler, ko­nuşmalar ve eğlenceler yer alacaktır. İlişikte, etkinliğin kesinleş­memiş programı bulunmaktadır. Katılmanız mümkünse, iletişim bilgileri aşağıda verilmiş olan şahısla lütfen olabildiğince çabuk temasa geçiniz.

Aşağıda verilmiş olan isim ve telefon numarasına baktım. Unva­nı, Planlama Kurulu Başkan Yardımcısı idi. Sonra ilişikteki et­kinlik programına baktım. Mektupta da dendiği gibi, etkinlikler arasında isimlerini tanıdığım bazı politikacıların konuşmaları yer alıyordu. Rütbeler, vali vekiline ve Eyalet Senatosu azınlık ön­derine kadar çıkıyordu. Civardaki üniversitelerin bazılarında gö­revli doktorların ve toplum tarihçilerinin yönettiği tartışma grup­ları olacaktı. İçlerinden bir tanesi, “Hastane Yaşantısının Gerçek Yüzü – Bir Sunum” adlı oturum, dikkatimi çekti. Ardından gelen isim, hastanede geçirdiğim günlerden tanıdığımı düşündüğüm birine aitti. Kutlamalar, bir oda orkestrasının vereceği müzik din­letisiyle son bulacaktı.

Daveti masanın üstüne koyup, bir an daldım. Aklımdan ilk geçen, onu da günlük çöplerimle birlikte atıvermekti, ama atma­dım. Yeniden elime aldım, ikinci defa okudum. Sonra, odanın bir köşesindeki kırık dökük sandalyeye oturup, karşıma çıkarılan bu meseleleri değerlendirmeye başladım. İnsanların mütemadiyen buluşmalara gittiğini biliyordum. Pearl Harbor veya Normandiya Çıkartması gazileri hep toplanırdı. Lise arkadaşları şişen göbekleri, kelleşen kafalan veya takviyeli göğüsleri incelemek…

 

Eklendi: Yayım tarihi

“Şizofren” için 2 yanıt

  1. Muhteşem ötesi bir kitap özelliklede cibrt in hastaneteye ilk getirilmesi korkması urkmesi ağlayıp yalvarması beni çok etkiledi ve ailesinin soğukluğu ilgisizliği peterin ve lucynin française yaklaşımı koruyup kollaması okumaya değer muhteşem bir kitap ve sonuda okadar duygu yukluki ister istemez gözleri doluyor insanın tavsiye ederim mutlaka okuyun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıŞizofren
  • Sayfa Sayısı544
  • YazarJohn Katzenbach
  • ÇevirmenElif Özkaya
  • ISBN6054629152
  • Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviKoridor Yayıncılık / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Cesaretin Var mı? ~ Vicky DreilingCesaretin Var mı?

    Cesaretin Var mı?

    Vicky Dreiling

    Shelbourne Dükü Tristan’ı bekleyen zorlu bir görev vardır. Ömrünün geri kalanında tahammül edebileceği bir eş bulmak. Aşık olmayı ise ne istemekte ne de gerekli...

  2. Zamanın Karanlık Yüzü ~ Javier MaríasZamanın Karanlık Yüzü

    Zamanın Karanlık Yüzü

    Javier Marías

    “Yaşamı, düşgücünün ürettiği ya da öyküleyip kaleme aldığı ve yayımladığı şeyler sayesinde zenginleşen ya da o yüzden lanetlenen ya da sadece değişen yazarların ben...

  3. Çığlık ~ Chuck PalahniukÇığlık

    Çığlık

    Chuck Palahniuk

    Yıllardır kayıp olan kızı Lucy’yi arayan Gates Foster. Kusursuz çığlığı elde etmeye çabalayan Mitzi. Hollywood filmlerindeki çığlık efektlerinin arkasında saklı olan sır. Gates Foster,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur