Ben gölgeyim.
Ben avım.
Ben katilim.
Ben hedefim.
Kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak.
Peki ya diğeri de bensem?
Zil sesi şuuruna kızgın bir iğne gibi saplandı.
Rüyasında güneşte parlayan bir duvar görüyordu. Beyaz duvar boyunca gölgesini takip ederek yürüyordu. Duvarın ne başlangıcı ne de sonu vardı. Duvar evrendi. Pürüzsüz, göz kamaştırıcı, kayıtsız…
Yeniden zil sesi.
Gözlerini açtı. Yanı başındaki kuvars çalar saatin ışıklı rakamlarını gördü. 04.02. Dirseğinin üzerinde doğruldu. El yordamıyla ahizeyi aradı. Eli boşlukta dolaştı. Dinlenme odasında olduğunu hatırladı. Önlüğünün ceplerini yokladı, cep telefonunu buldu. Ekrana baktı. Numarayı tanımıyordu. Açtı, ancak cevap vermedi.
Karanlık odaya bir ses yayıldı:
– Doktor Freire?
Cevap vermedi.
– Siz Doktor Mathias Freire misiniz, nöbetçi psikiyatr?
Ses çok uzaktan gelir gibiydi. Hâlâ rüyada olmalıydı. Duvar, beyaz ışık, gölge…
– Benim, dedi sonunda.
– Ben Doktor Fillon. Sain Jean Belcier semtindeki nöbetçi doktorum.
– Neden beni bu numaradan aradınız?
– Bana bu numarayı verdiler. Sizi rahatsız etmiyorum ya?
Gözleri karanlığa alışıyordu. Negatoskop. Metal çalışma masası. İki kez kilitlenmiş ilaç dolabı. Dinlenme odası, ışıkları söndürülmüş bir muayene odasından başka bir şey değildi. Mathias Freire hasta muayene yatağında uyuyordu.
– Neler oluyor? diye homurdandı doğrulurken.
Saint-Jean Garı’nda tuhaf bir olay. Gece bekçileri gece yarısıcivarında bir adamı suçüstü yakalamış. Demiryolundaki bir yağlama istasyonuna gizlenmiş bir serseri.
Doktorun gergin bir hali vardı. FYeire yeniden çalar saate baktı: 04.05.
– Onu revire götürmüşler, sonra Capucins Meydanı Karakolu’na haber vermişler. Polisler de gelip onu almışlar. Beni çağırdılar Onu karakolda muayene ettim.
– Yaralı mı?
– Hayır. Ama hafızasını kaybetmiş. Bu çok şaşırtıcı.
Freire esnedi:
– öyle davranıyor olmasın?
– Uzman sizsiniz. Ama sanmıyorum, hayır. Sanki tümüyle… başka yerde. Ya da daha çok hiçbir yerde.
– Polisler beni arayacak mı?
– Hayır. Suçla Mücadele Şubesi’nden bir ekip, adamı size getiriyor.
– Teşekkür ederim, dedi alaycı bir ses tonuyla
– Ben şaka yapmıyorum. Ona yardım edebilirsiniz. Bundan eminim.
– Rapor yazdınız mı?
– Beraberinde getiriyor iyi şanslar.
Adam konuşmayı bir an önce bitirmesi gerekiyormuş gibi telefonu kapattı. Freire bir süre kımıldamadan durdu. Adamın sesi karanlığın içinde kulak zarını hâlâ bir burgu gibi deliyordu. Hiç kuşku yok ki bu gece onun gecesi değildi. Şenlik saat 21.00’de başlamıştı. SB’de, yani Suçlular Bolümü’nde yatan bir hasta odasına pislemiş ve bir hastabakıcının bileğini kırmadan önce dışkısını yemişti. Otuz dakika sonra, batı bölümündeki bir şizofren linolyum parçalarıyla damarlarını kesmişti. Freire ilk müdahaleyi yaptıktan sonra onu Pellegrin Üniversite Hastanesi’ne nakletmişti. Aynı esnada Bağımlılar Bölümü’nde yatan bir adam epilepsi krizine girmişti. Freire yanına vardığında herif çoktan dilini ısırmıştı. Ağzının içi köpürmüş kanla doluydu. Çırpınmalarının önüne geçmek için büyük çaba sarf etmişlerdi. Mücadele sırasında adam Freire’in cep telefonunu araklamıştı. Psikiyatr, adamın sımsıkı kapattığı parmaklarını açabilmek ve kandan yapış yapış olmuş telefonunu alabilmek için hastanın kendinden geçmesini beklemek zorunda kalmıştı.
Saat 03.30’da nihayet yeniden yatabilmişti. Mola sadece yarım saat sürmüş, başı sonu belli olmayan şu tuhaf telefonla kesintiye uğramıştı. Lanet olsun!
Karanlıkta kımıldamadan oturuyordu. Telefondaki ses şuurları olmayan odanın içinde hayalet bir burgu gibi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.
Telefonunu cebine koydu ve ayağa kalktı. Birden rüyasındaki duvar yeniden belirdi. Bir kadın sesi fısıldıyordu: “Felir…” Sözcük Ispanyolcada “mutlu” demekti. Neden İspanyolca? Neden bir kadın? Sol gözkapağının gerisinde, her uykudan uyanışında olduğu gibi zonklayan, bildik bir ağrı hissetti. Gözlerini ovuşturdu ve eviyenin musluğundan su içti.
Yine el yordamıyla kilidi açtı. Kendini odaya kilitlemişti ilaç dolabı, bölümün Kutsal Kâse’siydi.
Beş dakika sonra, kampüsün pırıl pırıl parlayan şosesindeydi. Dünden beri Bordeaux sis altındaydı. Kalın, beyaz, tuhaf bir sis. Önlüğünün üstüne giydiği yağmurluğunun yakasını kaldırdı. Deniz kokusuyla yüklü sis, burun deliklerini gıdıkladı.
iki yanı ağaçlıklı anayolu tırmandı. Üç metre ötesi görünmüyordu ama çevreyi ezbere biliyordu. Kaba sıvalı gri koğuş binaları, kubbeli çatılar, kare şeklinde çim alanlar. Aslında yeni geleni almak için bir hastabakıcıyı yollayabilirdi ama “müşterilerini’’ şahsen karşılamayı tercih ediyordu…
Birkaç palmiye ağacıyla çevrili iç avluyu geçti. Antiller’i anımsatan bu ağaçlar ona her zaman iyimser bir hava veriyordu. Ama bu gece değil. Hava çok soğuk ve nemliydi. Ana giriş kapısına ulaştı, bekçiyi başıyla selamladı ve hastaneyi çevreleyen duvarın dışına çıktı. Polisler geliyordu. Tepe lambası, dünyanın ucundaki bir fener gibi yavaş yavaş, sessizce dönüyordu.
Freire gözlerini kapattı. Acıyı gözkapağının altında hissediyordu. Tamamen psikosomatik olan bu acıyı hiç önemsemiyordu. Bütün gün, insan bedenim etkileyen zihinsel rahatsızlıkları tedavi etmekle uğraşıyordu. Neden onda da bu tür bir rahatsızlık olmasmdı?
Gözlerini açtı, ilk polis, yanında sivil giyimli bir adamla arabadan çıkıyordu. Telefondaki hekimin neden ürkek davrandığım anladı. Bellek yitimi olan adam dev gibi biriydi. Yaklaşık iki metre boyunda ve yüz otuz kilodan fazla olmalıydı. Başında bir şapka gerçek bir kovboy şapkası- ve ayaklarında Santiag çizmeler vardı. Omuzlan koyu gri bir paltonun içinde sıkışmış gibiydi. Elinde plastik bir torba ile resmi evraklarla dolu bir zarf tutuyordu.
Polis ilerledi ama Freire, olduğu yerde kalması için işaret etti. Kovboya yaklaştı. Her adımda ağrı daha gerçek, daha belirgin bir hal alıyordu. Gözünün kenarında bir kas seğirmeye başladı.
– iyi akşamlar, dedi, adamla arasında birkaç metre kaldığında.
Cevap yoktu. Adam bir sokak lambasının puslu halesinden
uzakta, kımıldamadan duruyordu. Freire, eli belinde, müdahale etmeye hazır, biraz geride bekleyen polise döndü:
– Güzel. Gidebilirsiniz.
– Bilgi vermemizi istemiyor musunuz?
– Tutanağı yarın sabah bana yollarsınız.
Polis söylenene itaat etti, geri döndü ve arabaya binerek bir şiire sonra sisin içinde kayboldu.
İki adam karşılıklı durdular, onları ayıran sadece aralarındaki sis katmanıydı.
– Ben Doktor Mathias Freire, dedi sonunda. Hastanedeki acil vakalar benim sorumluluğumda.
– Benimle siz mi ilgileneceksiniz?
Kalın sesi oldukça boğuktu. Freire, şapkanın gölgesinde kalmış yüz hatlarını tam olarak seçemiyordu. Adamın kafası, çizgi romanlardaki devlerin kafasına benziyordu. Kalkık bir burun, bir canavar ağzı, hantal bir çene.
– Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
– Benimle ilgilenilmesi gerekiyor.
– Benimle gelir inisiniz?
Adam kımıldamadı.
– Beni takip edin, dedi Freire kolunu uzatarak. Size yardım edeceğiz.
Ziyaretçi içgüdüsel olarak geri çekildi. Işık hafifçe yüzünü yaladı. Freire’in karanlıkta belli belirsiz gördükleri böylece doğrulanmış oldu. Hem çocuksu hem de orantısız bir yüzü vardı. Ellili yaşlarda olmalıydı. Şapkasının altından gümüşi saç tutamları görünüyordu.
– Gelin. Her şey iyi olacak.
Freire en ikna edici ses tonunu kullanmıştı. Akıl hastalarının duyarlılıkları aşırı gelişmiş olurdu. Eğer onları yönetmeye kalkarsanız hemen anlarlardı. Onların karşısında kurnazlık etmek söz konusu değildi. Katiları açık oynamak, gerekiyordu.
Amnezik adam yürümeye karar verdi. Freire kendi etrafında döndü, elleri cebinde, ilgisiz bir tavırla hastanenin yolunu tuttu. Arkasına bakmamaya çalışıyordu; ona güvendiğini gösterme şekliydi bu.
Ana kapıya doğru yürüdüler. Mathias ağzından nefes alıyor, soğuk havayı yutuyor ve buz parçalan emiyormuş gibi ağzı sulanıyordu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Uykusuzluk, sis, ama özellikle de her geçen gün farklı yüzlerini gösteren delilik karşısında duyduğu şu güçsüzlük hissi…
Bu yeni gelen adamın sırrı neydi? Onun için ne yapabilirdi? Freire, onun geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenme şansının çok az olduğunu biliyordu. Ve onu iyileştirme şansının daha da az olduğunu…
Psikiyatr olmak böyle bir şeydi.
Batmakta olan bir kayığın suyunu yüksükle boşaltmaktan farksızdı.
Sabah arabasına -bir buçuk ay önce Bordeaux’ya geldiğinde satın aldığı, elden düşme külüstür bir Volvo bindiğinde saat dokuzdu. Evine yürüyerek dönebilirdi -hastane ile evi arasındaki mesafe bir kilometreden azdı ama külüstürünün direksiyonunda olmak hoşuna gidiyordu.
Pierre-Janet İhtisas Hastanesi şehrin güneybatısında, Pelleg- rin Hastaneler Grubu’ndan fazla uzakta değildi. Freire, Pellegrin ile üniversite kampüsü arasında, Bordeaux, Pessac ve Talence’ın tam sınırındaki Fleming semtinde oturuyordu. Mahallesi, ahşap çitleri ve “özel mülk” niteliği taşıyan küçük bahçeleriyle, hepsi birbirine benzeyen, kimin yaptığı belli olmayan, kiremit çatılı pembe evlerle dolu bir bölgeydi. İki yanı ağaçlı yol boyunca, bir sanayi bandı üzerindeki eskimiş oyuncaklar gibi uzanan mutlu yuvalar.
Freire arabayı, hâlâ kalkmamakta direnen sisi yararak çok ağır sürüyordu. Pek bir şey görmüyordu ama bu şehir onu ilgilendirmiyordu zaten. Ona “Göreceksiniz, küçük Paris” demişlerdi. Ya da “Büyüleyici bir şehir”, hatta “Şarapların Olymposu” gibi tabirler kullanmışlardı. Ona çok şey söylemişlerdi. Ama o hiçbir şey görmemişti. O Bordeaux’yu biraz mağrur -ve öldürücü- bir burjuva kenti olarak görüyordu. Her sokak köşesinde göze çarpan, taşraya özgü düzenli köşkleriyle sıradan ve soğuk bir yerleşim yeriydi Bordeaux.
Bordeaux’nun diğer yüzüyle de meşhur burjuvazisiyle- karşılaşmamıştı. Psikiyatr meslektaşları bu gelenekle mücadele eden eski solculardı. Eleştirdikleri bu sınıfın bir diğer yüzünü oluşturduklarının farkında olmayan huysuz tiplerdi hepsi. Onlarla ilişkisini öğle yemeklerindeki sohbetlerle sınırlandırmıştı: çatal yiyen delilerin tuhaf hikâyeleri, Fransız psikiyatri sistemini eleştiren uzun söylevler, tatil planlan ve emeklilik konulan.
Bordeaux sosyetesine girmek istemiş ama bunu bir türlü başaramamıştı. Freire’in önemli bir handikabı vardı: Şarap içmiyordu. Bu da Akitanya Bölgesi’nde kör, sağır veya felçli olmak anlamına geliyordu. Onu asla kınamamışlardı ama çevresindeki sessizlik anlamlıydı. Bordeaux’da şarap yoksa arkadaş da yoktu. Bu kadar basitti. Ne telefon ne mail ne de SMS alıyordu. Hastanenin intranet ağı üzerinden iş dışında başka bir iletişimi yoktu.
Semtine gelmişti.
Burada her ev değerli bir taşın adını taşıyordu. Topaz. Elmas. Firuze… Evleri birbirinden ayırt etmenin tek yolu buydu. Freire “Opal”de oturuyordu. Bordeaux’ya geldiğinde bu evi hastaneye yakın olduğu için seçtiğini düşünmüştü. Yanılıyordu. Bu semtte karar kılmasının sebebi, donuk ve özelliksiz olmasıydı. Kaçmak için ideal bir yerdi. Gizlenmek için. Ve kalabalığın arasında kaybolmak için. Buraya Paris’teki geçmişine sünger çekmek için gelmişti. Eskiden olduğu adamın -tanınmış, seçkin, gönül çelen pratisyenin- üzerine sünger çekmek için.
Evinin birkaç metre uzağına park etti. Sis o denli yoğundu ki belediye sokak lambalarım yanık bırakmıştı.
Hiçbir zaman garajını kullanmazdı. Arabasından iner inmez, kendini sütümsü suyla dolu bir havuza girmiş gibi hissetti. Hava, püskürtme tekniğiyle yapılmış bir tuval gibi elle tutulur, gözle görülür bir hale gelmiş, milyarlarca su damlacığı havada asılı kalmış gibiydi.
Ellerini yağmurluğunun ceplerine sokarak adımlarını hızlandırdı. Yakasım iyice kaldırdığı halde sisin dondurucu soğuğunu boynunda hissetti. Kendini eski bir Hollywood filmindeki bir özel detektif, ışığın peşindeki yalnız bir kahraman gibi hissetti.
Bahçenin parmaklıklı kapısını açtı, nemden parlayan çimenlerde birkaç metre yürüdü, anahtarını kilitte döndürdü.
Evin içi ve dışarının sıradanlığını yansıtıyordu. Mahalledeki aynı düzen burada da on kere, yüz kere yineleniyordu: hol, salon, mutfak, üst kattaki odalar… Aynı malzemelerle. Dalgalı parkeler. Beyaz badanalı duvarlar. Kontrplak kapılar. Evlerde oturanlar kişiliklerini mobliyalanyla belli ediyordu.
Yağmurluğunu çıkardı ve ışığı yakmadan mutfağa yöneldi. Freire’in evinin tuhaflığı hemen hemen hiç mobilyanın olmamasıydı. Taşınma esnasında kullandığı karton kutular hiç açılmadan, dekor mahiyetinde duvarlar boyunca sıralanmıştı. Sanki alıcılara örnek olarak gösterilen bir evde yaşıyordu ama bu örneğin söyleyecek bir şeyi yoktu.
Sokak lambalarının ışığında çay hazırlattı. Birkaç saat uyuma şansı olup olmadığını düşündü. Yoktu. Nöbeti saat 13.00’te devralacaktı; o saate kadar dosyalan üzerinde çalışabilirdi. Mesaisi saat 22.00’de bitecekti. O zaman da, akşam yemeği bile yiyemeden, televizyonun karşısında yığılıp kalacaktı. Ertesi gün, pazar günü, akşama kadar yine nöbette olacaktı. Nihayet, sıkı bir gece uykusunun ardından az çok normal mesai saatleriyle pazartesi gününe başlayacaktı.
Demliğin dibindeki çay yapraklarına bakarken yine bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Artık nöbetçi kalmamak. Sağlıklı bir yaşam sürmek. Spor yapmak. Düzenli yemek yemek… ama bu tür düşünceler de karmaşık, sürekli yinelenen, amaçsız günlük yaşamının bir parçası haline gelmişti artık.
Mutfakta ayakta duruyordu, çay dolu süzgeci kaldırdı ve yoğunlaşmış kahverengi sıvıyı hayranlıkla seyretti. Karanlık düşüncelerle kararan beyninin gerçek bir yansımasıydı. Evet, diye düşündü yeniden çay yapraklarına dalarak, burada başkalarının deliliğine saklanmak istemişti. Kendi deliliğini unutabilmek için.
Mathias Freire iki yıl önce, 43 yaşındayken, Villejuif İhtisas Hastanesi’ndeyken meslek hayatının en büyük hatasını yapmıştı: Bir hastayla yatmıştı. Anne-Marie Straub. Bir şizofren. Bir ma- nik-depresif. Enstitüde yaşayıp ölmeye mahkûm kronik bir hasta. Hatasını düşündükçe, buna hâlâ inanamıyordu. Tabuların tabusunu çiğnemişti.
Bununla birlikte geçmişinde ne ahlaksızlık ne de sapkınlık vardı. Eğer Anne-Marie’yi hastane dışında tanımış olsaydı, ona hemen âşık olurdu. Onu ofisinde gördüğü anda hissettiği aynı şiddetli, mantıkdışı arzuyu duyardı. Ne tecrit hücreleri ne ilaçlar ne de başka hastalanıl çığlıkları tutkusunu frenleyebilmişti. Bir yıldırım aşkıydı, hepsi bu.
Freire, Villejuif’teyken kampüste, merkeze uzak bir binada yaşıyordu. Her gece Anne-Marie’nin yattığı bölüme gidiyordu. İler şeyi çok net hatırlıyordu. Muşamba kaplı koridor. Kapılardaki lombozlar. Her yere girmesini sağlayan anahtarlar. Karanlıkta Mathias’ı yönlendiren daha ziyade harekete geçiren arzusu… Her gece sanat terapisi salonundan geçiyordu. Her seferinde, Anne-Marie’nin duvarlardaki resimlerini görmemek için başım öne eğiyordu. Kırmızı zemin üzerine siyah, çarpık, müstehcen yaralar resmediyordu Anne-Marie. Hatta bazen, Lucio Fontana gibi spatulayla tuvali kesiyordu. Mathias gün ışığında yapıtlarına baktığında onun hastanedeki en tehlikeli hastalardan biri olduğunu düşünüyordu. Gece, bakışlarını kaçırıyor ve koşar adımlarla onun odasına gidiyordu.
O geceler içini bir kor gibi yakmıştı. Kilitli odada tutkulu kucaklaşmalar. Gizemli, büyülü, soluk soluğa okşamalar. Kulağına fısıldanan çılgınca sözler “Onlarla ilgilenme sevgilim… Onlar kötü değil…” Koyu karanlıkta kendilerini kuşattığını düşündüğü ruhlardan söz ediyordu. Mathias karanlıkta gözleri açık, susuyor, cevap vermiyordu. Bodoslama duvara, diye yineliyordu. Bodoslama duvara toslayacağım,.
Seviştikten sonra Mathias uykuya dalmıştı. Bir saat kadar. Belki daha da az. Uyandığında saat gecenin üçü olmalıydı Arrne- Marie’nin çıplak bedeni yatağın üstünde sallanıyordu. Kendini asmıştı. Onun kemeriyle.
Bir dakika uyuyunca ne olduğunu anlamamıştı. Hâlâ rüya gördüğünü sanıyordu. Hatta bu iri memeli silueti hayranlıkla seyrederek yeniden tahrik olmuştu. Sonra paniğe kapılmıştı. Sonunda her şeyin bittiğini anlamıştı. Anne-Marie için. Kendisi için. Giyinmiş ve cesedi, kemerini ardında bırakarak odadan çıkmıştı. Hastabakıcılara görünmemeye özen göstererek koridorları geçmiş, yuvasına dönen zararlı bir hayvan gibi odasına gelmişti.
Nefes nefese kalmıştı, zihni allak bullaktı, damarına bir doz sakinleştirici erkekte etmiş ve yatağına top gibi yuvarlanarak örtüyü başının üstüne çekmişti.
Uyandığında saat on ikiyi geçiyordu ve haber herkes tarafından duyulmuştu. Anne-Marie birçok kez intihara teşebbüs ettiği için kimse şaşırmamıştı. Erkek kemerinin kime ait olduğunu bulmak için bir soruşturma başlatılmıştı. Ama kemerin sahibini asla bulamamışlardı. Mathias Freire hiç kaygılanmamıştı. Hatta sorgulanmamıştı bile. Yaklaşık bir yıldır Anne-Marie onun hastası değildi, intihar eden kadının hiç yakın akrabası yoktu. Hiç kimse şikâyetçi olmamıştı. Olay örtbas edilmişti.
O günden sonra Freire antidepresanlar ve kaygı gidericiler eşliğinde, işini otomatik pilota bağlamıştı. Terci ilk olarak kendi söküğünü dikebilmişti. O dönemle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Görüntülü muayeneler. Karmaşık teşhisler. Rüyasız geceler. Ta ki karşısına Bordeaux fırsatı çıkana dek. Hemen üstüne atlamıştı, istifasını vermişti. Valizlerini hazırlamış ve ardına bile bakmadan TGV’ye binmişti.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSisle Gelen Yolcu
- Sayfa Sayısı680
- YazarJean Christophe Grange
- ÇevirmenTankut Gökçe
- ISBN6050907148
- Boyutlar, Kapak14x23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İz Bırakanlar Unutulmaz ~ Sarah Willis
İz Bırakanlar Unutulmaz
Sarah Willis
ON BEŞ YAŞINDAYIM VE HAYATIN GERÇEKLERİNE TUTUNMAK İÇİN CAN ATIYORUM… Ben arkadaşlarıma hiç benzemiyorum, mesela kendime ait bir odam hiç olmadı. Yaşadığım yerleri hatırlamıyorum,...
- Sert Erkekler ~ Elizabeth Gilbert
Sert Erkekler
Elizabeth Gilbert
Olağanüstü derecede başarılı bir anlatım.Gilbert, inanılmaz hayal gücü ve keskin zekasıyla okuyanı hayretler ve hayranlık içerisinde bırakıyor. —Swing “Umut yüklü, duru bir anlatıma sahip...
- Kanada ~ Richard Ford
Kanada
Richard Ford
Önce anne babamın yaptığı soygunu anlatacağım. Ardından da, sonra işlenen cinayetleri. Asıl önemli kısım soygun, çünkü kız kardeşimle benim hayatımızın seyrini belirleyen bu oldu....