“İki bin yıllık sansür tarihinde büyüleyici bir gezinti.”
—The Financial Times
İlk Çin imparatorunun kitaplara açtığı savaştan Vatikan’ın pornografi “yasağına”, Charlie Hebdo saldırısından sosyal medyaya uygulanan baskılara dek, çatlak sesleri bastırma çabası insanlık tarihi kadar eski. Eric Berkowitz sansürün Batı’da geçirdiği serencamı sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet merceğinden incelediği Tehlikeli Fikirler’de insanlığın kendi kendini neden ve nasıl susturduğunu, tarihi silmenin tehlikelerini (ve beyhudeliğini), sansürün çağdaş toplumu nasıl şekillendirdiğini ve günümüzde hangi biçimlerde zuhur ettiğini ortaya çıkarıyor.
Sansürün devlet aygıtıyla, fikirlerle ve kültürle ilişkisini çarpıcı örneklerle aktaran Berkowitz, “sahte haber” ve “nefret söylemi” gibi kanıksanmış tabirlere derinlik kazandırıyor, konuşma ile susturmanın iki bin yıllık çekişmeli tarihini gözler önüne seriyor.
İÇİNDEKİLER
Giriş………………………………………………………………………….9
1 Tanrı’ya Yardım Babında: Antik Dünyada İfade
Özgürlüğünün Engellenmesi……………………………………….29
2 Ateş Kürü: Antikçağdan Gutenberg’e Sansür………………….73
3 On Altı ve On Yedinci Yüzyılda Matbaazedeler …………….106
4 On Sekizinci Yüzyılda Devrim, Denetim ve Fraklar……….141
5 On Dokuzuncu Yüzyılda Sınıf Çatışması……………………..190
6 İçsel Sıkıntılar: Yirminci Yüzyıl Başları ………………………..247
7 Modern Çağda Kalabalığa Bağırmak …………………………..306
Sonsöz……………………………………………………………………393
Teşekkür…………………………………………………………………399
Kaynakça ……………………………………………………………….400
Dizin……………………………………………………………………..427
GİRİŞ
Çin’in Kültür Devrimi (1966-76) olarak bilinen o hummalı yıllarında, Mao Zedong’un Kızıl Muhafızlar’ı ülkeyi boydan boya yağmalamış ve “Dört Eski”yi, yani eski fikirleri, eski kültürü, eski gelenekleri ve eski alışkanlıkları yok etmişti. Bu seferberliğin merkezinde, Konfüçyüs ve Tibet Budizmiyle bağlantılı milyonlarca kitabın, resmin ve nesnenin imhasıyla sonuçlanan, kadim dini yok etme arzusu vardı. Konfüçyüsçü metin ve heykeller yakılıp yıkılırken, bu antikçağ filozofunun izinden gidenler “gerici” addedilerek işkenceye tabi tutuldu. Budist keşişler kendi kitaplarını ayaklar altına almaya, kalanı tuvalet kâğıdı yapmaya zorlandı,* Tibet’in en kutsal tapınağı, domuzların beslenip kesildiği bir ağıla dönüştürüldü. Seküler okullar ve üniversiteler kapatılarak bu kurumların muhafaza ettiği –sayıları yine milyonlara varan– kitaplar, “zehirli ot” addedilip imha edildi. Kızıl Muhafızlar evlere baskınlar yaptı, (“feodal” yadigâr sayılan) aile fotoğraflarını parçalayıp yerlerine Mao’nun resimlerini koydu ve yurttaşlar bu resimlerin önünde günah çıkarmaya zorlandı.**
Ne var ki Mao kendini Çin fikriyatının başı, ortası ve sonu kılabilmek uğruna Çin’in “çağdışı unsurlarını” saf dışı ederken dahi, bölgenin yedi büyük eyaletini birleştirip ileride Çin’e dönüşecek o merkezileştirilmiş krallığı kurmak için yine kitaplar yakıp şiddete başvurmuş olan “İlk İmparator” Çin Şi Huang’ı (MÖ 259-210) örnek aldığını açıkça ilan ediyordu. İlk imparator kayda değer başarılarına rağmen, en hafif deyişle, hazzedilmeyen biriydi. Halkın düşüncelerini kontrol edemediği sürece iktidarının tam anlamıyla emniyette olmayacağını biliyordu. İmparatorluk topraklarında gezerken, kendi rejiminin Konfüçyüsçü bilginler ve başka alimler tarafından eskinin altın çağıyla kıyaslanıp yetersiz bulunduğunu duydukça küplere bindi. Sonunda o geçmişi ateşe vermeye azmetti.
“Kitapların Yakılması ve Filozofların Gömülmesi” şeklinde anılan olaylar MÖ 213-212 arasında cereyan etti ve Konfüçyüsçü metinler ile Yüz Düşünce Okulu adıyla bilinen düşünce okullarından çıkanlar başta olmak üzere (pek çoğu ipek kumaş, bambu ve tahta tabletlere yazılı) sayısız şiir, tarih ve felsefe metni yok edildi. Kitap mülkiyeti büyük oranda yasaklandı. Çin Şi Huang yaktığı kitapların kopyalarını sakladı ama o metinleri en iyi bilenlerin canını bağışlamadı: Yüzlerce bilgin diri diri gömüldü. Bu noktadan sonra Çin Şi Huang rejimini geçmişten örnekler üzerinden eleştiren –hatta yasaklı kitaplardaki fikirleri tartışmaya kalkan– herkes, akrabalarıyla birlikte infaz edildi.
Araştırmacı yazar Lois Mai Chan’a göre tarih boyunca uygulanan siyasi sansürlerin çoğunda olduğu gibi Çin Şi Huang’ın kitap yakması da “en nihayetinde bilgiyi suçlu çıkarmaktan, kınamaktan çok, onun gücünü tanıma işlevi görmüştü”.* Çin Şi Huang için kendini emniyete almak, sadece devlet çarkları üstünde değil, yönetilenlerin zihinlerinde cirit atan fikirlerin de üstünde hâkimiyet kurmak demekti. Özellikle entelektüeller yasaklı kitaplarla güçlenip yetkinleşiyor, bu da İlk İmparator’un mutlak hâkimiyetine meydan okuyan fitneci düşünceleri besliyordu.* Yazar Lu Sin’in çok sonraları ortaya koyduğu tespite göre:
Devlet adamı yazardan nefret eder çünkü yazar muhalif fikrin tohumunu eker. Devlet adamının hayali, insanları düşünmekten alıkoyabilmektir; işte bu yüzden sanatçıyı ve yazarı daima kendi düzenini bozmakla suçlar.**
Ne var ki Çin Şi Huang’ın paranoyası onu kısa sürede, kendini eleştirenlerle aynı sona sürükledi. Suikast girişimleri sıklaşınca, günlerini kucağında tuttuğu kılıcıyla dehlizlerde geçirmeye başladı ve ölümün önüne geçme düşüncesiyle yanıp tutuştu.*** Efsaneye göre kitapları yakmasından sadece üç yıl sonra, kendisine ölümsüzlük sağlayacağını düşündüğü iksiri içti ve öldü. Öbür dünyada kendisini korusun diye kilden yapılma kalabalık bir orduyla birlikte gömüldüyse de (adını Çin Şi Huang’dan alan) Çin hanedanlığı kaosa sürüklenip çökmekten kurtulamadı.
Mao, Çin Şi Huang’da kendine örnek alacak çok şey buldu ama ona göre İlk İmparator yeterince ileri gidememişti. Kültür Devrimi’nin başlamasından dokuz yıl önce, 1958’de, Mao bir konuşmasında şu sözlerle övündü:
[Çin Şi Huang] 460 bilgini diri diri gömdü – bizse 46.000 bilgini diri diri gömdük. Siz [entelektüeller] Çin Şi Huang’a benzediğimiz için bize sövüyorsunuz. Oysa yanılıyorsunuz. Biz Çin Şi Huang’ı yüz misli geride bıraktık.*
Mao 1976’da öldüğünde düşüncelerinin ışığı, gelecek nesilleri aydınlatacak deniyordu. Ne var ki mozolesini ziyaret eden kalabalıklara ve Çin parasında resminin yer almasına rağmen, bugün Çin Şi Huang’ın kilden askerleri ne kadar önemliyse, Maoculuk da o kadar önemli.
Okuma becerisinin ölüm cezası gerektiren bir suç sayılabildiği Pol Pot Kamboçyası dışında hiçbir modern toplum kendi kültürünü ve tarihini, Çin’in Kültür Devrimi’nde yağmaladığı kadar yağmalamadı. Bu tahribatın boyutları benzersiz olsa da ardında yatan dürtü öyle değildi. Bir rejimin iktidarı rızadan çok baskıya dayalıysa, o iktidarın meşruiyeti de geçmişi durmadan hırpalamayı, diğer bir deyişle tarihi, ideoloji ve gücün vasıtası kılmayı gerektirir. Tıpkı George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te anlattığı totaliter üst-devlette olduğu gibi Çin’de de tarih, gerek görüldükçe “silinip yeniden yazılacak” bir palimpsest’ti.** Orwell’in başka bir yerde söz ettiği üzere tarih, bunun gibi her sistemde, “öğrenilecek değil, üretilecek bir şeydir”.***
Tarih, geçmişten bu yana kurumlara saygınlık kazandırmaya, insanlarda bir kader hissi yaratmaya yarayan kullanışlı bir edebiyat türü olagelmiştir. Otoriter rejimler içinse tarih, varlıklarını kaçınılmaz ve makbul göstermeye, eylemlerini meşrulaştırmaya ve hasımlarını zayıflatmaya yarayan can alıcı bir gerekliliktir. Tarihçi J. H. Plumb’a göre “Savaşan otoriteler demek, savaşan geçmişler demektir”.* İşte totaliter rejimlerin tarihçilere özgürlük tanımaması da, Donald Trump’ın 2016 seçimlerinde yapılan usulsüzlükleri yana yakıla inkâr ederek ortaya asılsız ve tamamen farklı bir hikâye sürmesi de, Mezoamerika’da on altıncı yüzyıl İspanyol istilacılarının Maya medeniyetine ait en kutsal ve kadim metinleri yok etmesi de bu nedenledir. Guatemala hükümetinin 1960-96 yılları arasında yaşanan iç savaşta Mayaları bir kez daha kültürel kıyımın hedefi haline getirmesi de yine aynı nedene dayanır. Bir araştırmaya göre, hükümet karşıtı unsurları desteklemek gibi bir günah işleyen –ve kültürel bilgi birikimini genç nesillere aktarmaktan sorumlu olan– Maya büyükleri, “halkın geçmişle bağını koparmak amacıyla, eşi benzeri görülmemiş bir zulümle katledildiler”.**
“Ölen her ihtiyar, yanan bir kütüphanedir,” derler. Sansürün gerçekten de en tiksindirici türlerinden biri, bir kültüre kendi bütünlüğünü ve kolektif hafızasını sağlayan insanların ve metinlerin yok edilmesidir. Öte yandan, Yahudi soykırımının inkârını suç sayan Batı’daki birçok yasanın da ortaya koyduğu gibi, geçmiş bazen zorla hakikatin hizmetine de sokulabilir. Bu tür yasaların amacı (başka birçok şeyin yanı sıra), Yahudilerin Hıristiyan uluslardan para gasp etmek adına soykırım mitini kullandığı yönündeki kötücül iddiaların önünü kesmektir. Yasa koyucular Yahudi soykırımının gerçekten işlendiğini savunarak, çok çirkin bir nefret söylemini ve bu söylemin beslediği korkunç aşırıcılığı engellemeyi umarlar. Bunun ne gibi bir mahzuru olabilir ki? Görünen o ki epeyce mahzuru var, çünkü bu tür iyi niyetli bir sansür bile ifade ve sorgulama özgürlüğüyle ya da –en azından ABD ve Kanada hukuku bağlamında– adil yargılamayla her zaman kolayca bağdaşmayabiliyor.
1985’te Ernst Zündel adlı kişi Kanada’da Altı Milyon İnsan Gerçekten Öldü Mü? başlıklı bir broşür dağıtmaktan yargılandı. Broşürde Yahudi soykırımının Siyonist bir aldatmaca olduğu iddia ediliyordu. Kanada’da Yahudi soykırımı inkârına karşı yasalar yoktu ve Zündel “kamu yararını incitme ve zarar vermeye” yol açan yalan haberler yayınlamaya ilişkin bir yasa çerçevesinde yargılanacaktı. Zündel mahkemeye her gün İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ yazılı bir kaskla geldi. İddia makamının suçun sabitliğini ispatlama görevini sekteye uğratmak istemeyen mahkeme heyeti, Yahudi soykırımının sahiden gerçekleştiğinin kanıtlanmasını istedi ve soykırımın gerçekleşmediğine dair mukabil delillerin sunulmasına izin verdi; bu tam da Zündel’in umduğu şeydi. Sirki andıran uzatmalı duruşma sürecinde Zündel ve “uzmanları”, broşürde yer alan iftiraların aynısını, Zündel’in o güne dek elde edemediği kadar büyük ve meşru bir platformda savunmaya devam ettiler. Gazeteler BİLİRKİŞİYE GÖRE AUSCHWITZ’DE KADINLAR DANS EDİP YEMEK YEDİLER gibi manşetler attı.* Zündel nihayetinde suçlu bulunduysa da karar temyiz mahkemesinde bozuldu; bozulmasının nedeni, ölüm kamplarına delil diye sunulan bir belgeselin, duyuma dayalı delil olarak görülüp reddedilmesine dayanıyordu kısmen.
Zündel 1988’de yeniden yargılanıp mahkûm edildi ama bu defa temyizde öncekinden de büyük zafer elde etti. Kanada Yüksek Mahkemesi, yalan haber yaymaya karşı çıkarılan yasanın ifade özgürlüğünü anayasaya aykırı biçimde kısıtladığı hükmüne vardı.
Buna göre yasanın tanımladığı muğlak yasaklar totaliter sonuçlar doğurabilirdi çünkü “hâlihazırda kabul görmüş ‘hakikatler’le bağdaşmayan hemen her ifadenin” kovuşturulmasına zemin hazırlayabilir, “geniş kitlelerce benimsenmeyen görüşlerin kovuşturmaya uğraması”na kapı aralayabilirdi. Mahkemeye göre tarihi, kabul edilebilir türden tek bir anlatının içine kıstırmak, Nazilerin ve Komünist rejimlerin hatalarının yanı sıra bir zamanlar okullarda hakikatmiş gibi öğretilen Kanada Yerlileri ile Afrikalı Amerikalılara ilişkin ırkçı hakaretlerin de tekrarlanmasına yol açabilirdi.* Kanada hukuk sistemi sonuçta hakikati korumak uğruna, Zündel’in yalan yaymayı içeren ifade özgürlüğünü korumuştu. Zündel’in başı dertten kurtulmuş değildi (sonradan Kanada’dan sınır dışı edildi ve Almanya’da kin ve düşmanlığa tahrikten hapse atıldı) ama ifade özgürlüğüne dair idealler ile sözlerin yol açabileceği zararları önleme isteği arasındaki süregelen gerilim varlığını korudu.
Başkalarını susturma dürtüsünün geçmişi, konuşma dürtüsü kadar gerilere uzanır çünkü konuşmanın –kelimelerin, imgelerin, bizzat söyleme tarzının– bir gücü vardır. Birçok insan dünyanın kelimelerle yaratıldığına ve yine kelimelerle yıkılabileceğine inanır. Konuşma, insanların aklını, kalbini etkiler, eylemlerine yön verir. Hatta birçok açıdan eylemin ta kendisidir. Fikir ayrılığı rahatsızlık yaratır, normları sarsanlar da bunu genelde sevimsiz yollarla yaparlar. İnançlarımızı sorgulamaya iten karşıt görüşlere ancak ciddi bir soğukkanlılık göstererek tahammül edebiliriz, nitekim çoğumuz muhalif sesleri bastırmaya eğilimliyizdir. Yönetici merciler söz konusu olduğunda ise statükoya meydan okuyan ifadelere tahammül göstermek bir anlamda onları onaylamaktır ve bu da iktidarlarına temel oluşturan mitleri baltalar. Bu tür ifadeler cezasız bırakıldığında, arkasından yenileri gelebilir ve toplumsal istikrar tehlikeye girebilir. İfade özgürlüğünün el üstünde tutulduğu ülkelerde bile bizler, sansürden vazgeçmenin beraberinde, amme yararı karşılığında ödenecek makul bir bedel olarak, ihtilafı sineye çekme zorunluğunu da getirdiğini sıkça unuturuz. Hoşgörü risklidir. İnsanları sindirmek ise mantıklıdır ve tarih boyunca düstur olarak benimsenmiştir.
Bu konudaki yaman çelişkiye gelince; sansür bir yandan doğal haklarımızı ihlal ederken bir yandan da geçmişten bu yana bireylerin, özellikle de diktatörlerin zihninde, toplumsal gerçekliğe nüfuz etmiş bir unsur olarak yer almıştır. ABD Yüksek Mahkemesi, yerinde bir yaklaşımla “ihtilafı zor kullanarak ortadan kaldırmaya kalkışanların çok geçmeden işi muhalifleri yok etme raddesine vardırdıklarını”* teslim etse de bu durum, yine aynı mahkemeyi, özellikle de hayali ya da gerçek düşmanlarla çatışırken, zaman zaman baskılara cevaz vermekten alıkoymamıştır. Öte yandan pek çok Batılı, ifade özgürlüğünün çetin, bazen de kıran kırana tartışmaları teşvik etmeyi amaçladığı konusunda hemfikir olsa da rahatsız edici ifadelerden korunabilmek için “güvenli alanlar” aramayı da ihmal etmeyiz. Bir yandan başkalarının sesini bastırırken, öte yandan kendimizi ortaya koymaya, kürsüye çıkıp bas bas bağırmaya can atarız. İşte bu çözümsüz bir çelişkidir.
Peki, sansür nedir? Terimin tanımı çok, tanım üstüne uzlaşı ise azdır. Sansürle uğraşanlar da sansür uyguladıklarını kabul etmeye pek yanaşmazlar. Napolyon sansür konusunu bile sansürlemişti, Sovyetler Birliği ifade özgürlüğünü garantilediği iddiasındaydı, Facebook ise her yıl milyonlarca gönderiyi kaldırıp silerken, bir ifade özgürlüğü mecrası olduğunu hararetle savunur. Sansür terimi Latincedeki censeo ya da censere –yargılamak, belirlemek ya da değerlendirmek– kelimesinden gelir ki bu da tanıma ulaşmak için gayet iyi bir çıkış noktası sağlayabilir. Sansür genelde ifade özgürlüğünü önlemek, engellemek ya da cezalandırmak amacıyla zor kullanmaktan geçer. Zor kullanımı da devletin kendi vatandaşlarının konuşma özgürlüğünü zapt altına alma girişimleri olarak kendini gösterir çoğunlukla: Bir yanda –hâkim, polis memuru, posta müfettişi vb. gibi– yasalar kapsamında yaptırım uygulayan bir uygulayıcı vardır, diğer yandaysa bu yaptırıma boyun eğmek zorunda olan kişi ya da gruplar.
Bu dinamikler doğrultusunda, sansürün hedef tahtasına konulanlar genelde otoritenin gücü karşısında savunmasız kalan –siyasi muhalifler, radikaller, dini muhalifler, sanatçılar, her şeye burnunu sokan basın çalışanları gibi– aykırı insanlardır. Elinizdeki kitapta önemli bir yer işgal eden süreç şudur: İfade özgürlüğünün korunmaya alınması hemen her zaman, yönetici sınıfların zararı pahasına, güçsüzlere yarar sağlamıştır. Ne var ki yakın dönemde yaşanan gelişmeler bu iki taraflı çekişmeyi karmaşıklaştırdı. İnternet ve sosyal medya platformu suretindeki devlet dışı aktörler, ifade özgürlüğü üzerinde en baskıcı yönetimlerin bile hayal edemeyeceği sınırsız bir baskı kurdular. Bu aktörler pek çok durumda yalnız kendi çıkarlarını gözetir, oysa onlar hesabına çalışanların kimlere söz hakkı tanınacağına dair aldığı kararlar bazen sınırların da ötesine taşabilir. Sıradan yurttaş kendi başkanını, başka ülkelerin liderlerini, hatta Sahraaltı Afrikası’nda yaşayan esnafı susturabilme gücüne daha önce hiç erişmemişti. Üstelik sansür bugüne dek hep bilinçli varlıkların başının altından çıkmışken, çevrimiçi baskılama genel işleyişi pek bilinmeyen algoritmalar tarafından gerçekleştiriliyor çoğunlukla. Milyarlarca çevrimiçi gönderiden her birinin, hedefli reklam vasıtası olarak taşıdığı dalgalanan değer göz önüne alınırsa, sansür kararlarının da hiç olmadığı kadar parayla ilişkili olduğu görülebilir.
İnternet şirketlerinin küresel ifade özgürlüğünde söz sahibi olmaya başlamasının yanı sıra bizzat sansüre yönelik bakış da genel anlamda değişikliğe uğradı. Sansür eskiden sağ görüşlü pek çok kişinin kötü saydığı, Mao ya da Joseph McCarthy gibilerin toplum yararını gözetmeyerek karıştıkları bir tür yetki suiistimali olarak görülüyordu. Şimdi ise birçok sol görüşlü kişi pornografiye, cinsiyetçiliğe, ırkçı söyleme, nefret söylemine, saldırgan söyleme, yalan haberlere, zenginlerin ve sanayi sektörünün aşırılıklarına karşı sansür uygulanması için çareyi devlete başvurmakta buluyor. Harvard profesörü Henry Louis Gates Jr., solun “kendilerini iktidarla ve onun kurumlarıyla kurdukları muhalif ilişkiler üzerinden tanımlayan altmışlarda faaliyet göstermiş aktivist yoldaşları” tarafından böyle bir gündemin dayatılabileceğini hayal etmekte zorlandığını söylüyor. Bugün, diyor, “amaç iktidara direnmek değil, onun desteğini kazanmak”.* Sansür uygulaması istenen tek merci devlet de değil. 2020 Haziranı başında çok sayıda Facebook çalışanı Donald Trump’ın kışkırtıcı gönderilerini kaldırmadığı için şirket CEO’su Mark Zuckerberg’e isyan etti.**
Kurumların kamu yararına sansür uygulayacağı yönündeki bu yersiz güven, fildişi kulenin daha güzide köşelerinde ortaya çıkan “Abartacak ne var?” bakış açısından da destek gördü. Michel Foucault’nun çalışmalarıyla başlayıp bir dizi akademisyenle devam eden anlayışa göre sansür yalnız otorite tarafından dayatılan bir şey değildir; bunun ötesinde gündelik yaşamın, iletişimin ve düşünce oluşumunun baskılayıcı güç dinamiklerine de işlemiştir. Bu dinamiklere Frederick Schauer’in “bazı söylemlerin, başka söy…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kurgu Dışı Popüler Bilim
- Kitap AdıTehlikeli Fikirler: Antikçağdan Sahte Habere Batı’da Sansürün Kısa Tarihi
- Sayfa Sayısı432
- YazarEric Berkowitz
- ÇevirmenDuygu Akın
- ISBN9786256461048
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMinotor / 2023